İnsanın ana rahmine düşüşünü; yaklaşık bir buçuk milyar yıl önce tek hücreli yaşamın başlangıcına ya da iki yüz milyon yıl önce ilkel memelilerin ortaya çıkmaya başlamasına kadar geri götürebiliriz. İnsanın gelişiminin, insanın yaklaşık on dört milyon yıl önce, belki de daha önce yaşamış olan hominid (evrimcilere göre; iki ayaklı olduğu ve insana uzanan soydan bulunduğu iddia edilen memeli gurubu) atalarıyla birlikte başladığını söyleyebiliriz. İnsanın doğum tarihini, Asyada bulunan çeşitli örnekleri yaklaşık bir milyon ile beş yüz bin yıl öncesine ait bir dönemi kapsayan ilk insanın, Homo erectusun (Pekin İnsanının) ortaya çıkışı olarak saptayabiliriz ya da bütün temel biyolojik yönlerden bugünkü insanla özdeş olan modern insanın (Homo Sapiensin) ortaya çıktığı yaklaşık kırk bin yıl öncesi olarak belirleyebiliriz. Görüldüğü gibi diyalektik süreç, aşağıdan yukarıya doğru, basitten karmaşığa doğru yol alır. Doğada, inorganik doğadan organik doğaya doğru bir geçiş gözlenir. Bu durumda ilerleme, yeryüzünde yaşamın ortaya çıkmasına yol açan, yapısal biçimlerin karmaşıklaşması biçiminde oluşur. Tarihsel bir olgu olarak şiddet ise tam da bu momentte ortaya çıkmaktadır. Günümüzün önde gelen sorunlarından biri giderek artan şiddet, yıkıcılık ve saldırganlık olaylarıdır. Gün geçmiyor ki dünyanın herhangi bir bölgesinde böylesine bir olay yaşanmasın. Nedir bu yıkıcılık ve şiddet olaylarının nedeni? İnsan soyu aslında acımasız, şiddete yatkın bir canlı mıdır, yoksa toplumsal koşulların itelemesiyle mi bu yola girmektedir? İnsan bir yandan kendi türüyle kavga etmesi nedeniyle bir çok hayvan türünün akrabasıdır. Ama öte yandan da o, kavga eden binlerce tür arasında, kavgasını yıkıcılığa götüren tek türdür! İnsan kitle katliamcısı olan tek tür, kendi toplumu içinde çıban başı olan tek varlıktır. Ne var ki insan, bir katil olduğu gerçeğiyle hayvandan ayrılır. Biyolojik ya da ekonomik bir nedene dayanmaksızın kendi türünün üyelerini öldüren, onlara işkence eden ve bunu yapmaktan haz duyan tek primat (insanları içine alan memeliler takımı) insandır. Bir tür olarak insanın var oluşu açısından gerçek bir sorun ve tehlike oluşturan şey, işte bu biyolojik olarak uyarlanmayan ve kalıtımsal olarak programlanmamış kıyıcı saldırganlıktır. Yıkıcılığın derecesi Uygarlığın gitgide gelişmesiyle birlikte azalacak yerde artmaktadır. Bu yıkıcı saldırganlığın mahiyetini ve koşullarını irdelemek de bu yazının asıl amacıdır. Hayvan ve insan saldırganlığına ilişkin gerek nörofizyolojik, (sinirbilimsel) gerekse ruhbilimsel yazını gözden geçirince şu sonuç görülmektedir: Hayvanların saldırgan davranışları var oluşun devamına ya da ruhbilimci düşünür yazar Dr. Erich Fromm un çok yeğlediği söyleyişle, gerek birey, gerekse kendi türünün bir üyesi olarak, hayvanın yaşamsal çıkarlarına yönelik her türden tehdide verilen bir karşılıktır. Hangi türden olursa olsun her hayvan, yaşamını tehdit eden bir saldırıya, iki davranış kalıbından biriyle karşılık verir; ya kaçmak ya da saldırganlık ve şiddet, yani, kavgayla. Biyolojik araştırmalar göstermiştir ki; kaçış kendini korumaya kavgadan daha iyi hizmet etmektedir. İnsanlarda kaçış tepisinin bastırılmasının ve kavga tepisinin görünüşteki başatlığının büyük ölçüde, biyolojik etkenlerden ziyade kültürel etkenlerden ileri geldiğini, tarih çözümlemeleri ortaya koyabilir. Seçkin bir hayvan davranışı araştırmacısı olan Paul Leyhausen den alıntılayarak söylersek: hep birlikte dar bir alana kapatıldıkları zaman kediler arasındaki göreceli hiyerarşi bozulmuştur. Kafesler ne denli kalabalıksa, göreceli hiyerarşi de o denli düşük düzeydedir Uygun bir toplumsal denge, hayvan var oluşu için zorunlu bir koşuldur. Bu dengenin kalabalıklaşma nedeniyle bozulması, hayvanın var oluşuna yönelik çok büyük bir tehdittir ve saldırganlığın savunucu rolü kabul edildiğine göre, beklenecek sonuç, özellikle de kaçış olanaksız olduğu zaman, yoğun saldırganlıktır. İnsan saldırganlığının temel nedeni; öyle pek de nüfus yoğunluğundan değil; toplumsal yapıdan, gerçek yaşam bağlarından ve yaşam ilgisinden yoksunluk olduğunu, bir çok örnekle ortaya koyabiliriz. Örneğin: dünyanın en yoğun nüfuslu bölgelerinden ikisi Belçika ve Hollanda gibi ülkelerdir, yine de bu nüfusun ayırıcı özelliği belirgin düzeyde saldırganlık değildir. Görüldüğü üzere, saldırganlığın sorumlusunun kalabalıklaşma değil, saldırganlığın meydana geldiği toplumsal, ruhsal, kültürel ve ekonomik koşullar olduğu ortaya konulmaktadır. Hiç kuşkusuz aşırı nüfusun kötü sonuçları da vardır ve nüfusun ekonomik temelle orantılı bir düzeye indirilmesi zorunludur. Hayvanlar, alanlarına ve toplumsal yapılarına yönelik bir müdahaleyi gidermek için, içgüdüsel olarak saldırganlıkla tepki gösterirler. Bu bakımdan yaşamsal çıkarlarına yönelik tehditlere karşı koyabilecek başka hiç bir yol yoktur. Ama insan, başka bir çok yola sahiptir. İnsan toplumsal yapıyı değiştirebilir. Erich Fromm dan alıntılayarak söyleyecek olursak: Hayvanın kalabalıklaşmaya getirdiği çözüm, biyolojik, içgüdüsel bir çözümdür, insanın getirdiği çözüm ise toplumsal ve siyasal bir çözümdür!Hayvanlar arasında hiyerarşi kaynaklı oluşan saldırgan davranışları gözlemleyen hayvan bilimci T. E. Rowell ise şu sonuca ulaşıyor: Görüldüğü kadarıyla, hiyerarşiyi sürdüren, en başta bağımlıların davranış kalıpları ve hiyerarşinin üst basamaklarındaki hayvanlardan çok, alt basamaklardaki hayvanlardır.İnsan kendi türü içindeki şiddeti meşrulaştırmak ve bu davranışına bir kimlik vermek için, önce düşmanı insanlıktan çıkarmakta, daha sonra düşmanını suçluluk duymadan öldürme ehliyetine sahip olabilmektedir. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki; korku, öfke ve düş kırıklığı deneyimleri evrensel olduğu halde, savaş sanatı ancak insan evriminin daha sonraki dönemlerinde gelişmiştir. İnsan bilimci Quincy Wright ın (653 ilkel halkla yapılan araştırmadaki) verilerinin ortaya koyduğuna göre; bir toplumda işbölümü ne denli yüksekse, o toplum o denli savaşseverdir ve sınıf sistemine dayalı toplumlar bütün halklar içerisinde en savaşsever olanlardır. Hemen hemen herkes şöyle bir akıl yürütür: Uygar insan böyle savaşsever olduktan sonra kim bilir ilkel insan ne denli savaş severdi! Ama Wright ın elde ettiği sonuçlar, çoğu ilkel insanların en az savaşsever kişiler olduklarını ve savaşseverliğin Uygarlıkla orantılı olarak arttığıdır. Yıkıcılık insanda doğuştan bulunsaydı, eğilimin bunun tam tersi olması gerekirdi. Çoğu insanbilimcinin çalışmalarından çıkan sonuç : İnsanın savaş eğilimi bir içgüdü değildir, çünkü savaş çok geliştirilmiş bir kültürel karmaşadır. İnsan en az ellibin yıl önce (cilalı taş devri) tam olarak ortaya çıkışında, büyük olasılıkla acımasız, yıkıcı, zalim bir varlık değildi ve bundan dolayı da evriminin daha ileri aşamalarında rastladığımız katil insan ın ilk örneği de değildi. Sömürücü ve yıkıcı insanın aşamalı gelişmesini anlamak için, onun ilk tarım dönemindeki gelişimini ve sonuçta , insanın kentler kuran insana, bir savaşçıya ve bir tüccara dönüşmesini ele almak zorundayız. Tarım devrimi ve hayvancılığın keşfi, tüm bilimsel düşüncelerin ve teknolojik gelişmenin temeliydi dersek abartmış sayılmayız. Tarım devrimi ve hayvancılığın keşfiyle birlikte, kullanım fazlası, bir artık-ürün söz konusu oldu. Bu durum anaerkil toplumdan ataerkil topluma geçişin de koşullarını yaratmıştır. Yeni ve kalıcı yaşam alanları olan kentlerin doğuşu bu döneme rastlamaktadır. Bu sürecin sonunda, artık insanın, ekonomik bir araç olarak kullanılabileceği, sömürülebileceği, köle haline getirilebileceği anlaşılmış oldu. Daha sonra, şiddetin / zalimliklerin en az olduğu bir toplumdan, mülkiyet temelli bir topluma; yani şiddetin, savaşın her türünün , günlük ritüeller olarak tarih sahnesine çıktığı bir topluma gelinmiş oldu. Buraya kadar sunulan kanıtlar, bizi, savunucu saldırganlığın hayvan ve insan beyninde gömülü olduğu ve yaşamsal çıkarlara yönelik tehditlere karşı savunma işlevi gördüğü sonucuna ulaştırmıştır. İnsandaki bu yüksek saldırganlığı nasıl açıklayacağız? Bu saldırganlığın kaynağı hayvan saldırganlığıyla aynı mıdır, yoksa insan yalnızca insana özgü başka bir yıkıcılık gizilgücüyle mi donatılmıştır? Erich Fromm dan alıntılayarak söylersek: Biyolojik olarak uyarlanabilir ( kalıtımsal ) saldırganlık / şiddet, yaşamsal çıkarlara yönelik tehditlere verilen bir karşılıktır; kalıtımsal olarak programlanmıştır. Bütün hayvanlarda ve insanlarda ortak olarak bulunur. Biyolojik olarak uyarlanmayan ( kalıtımsal olmayan ) zalimce saldırganlık, bir başka deyişle, şiddet ve zalimlik, tehdide karşı bir savunma değildir; kalıtımsal olarak programlanmamıştır; yalnızca insana özgüdür. Bilim insanlarının klinik bakımdan kesinlik kazanmış tespitlerine bakıldığında; şiddetin engellenmiş, kendini kabul ettirme saldırganlığına sahip kişilerin ortak özelliği olduğu görülmektedir. Sadist kişinin sadist olmasının nedeni; başkalarını harekete geçirme, karşılık vermelerini sağlama, kendini sevilen bir kişi yapma yetersizliği çekmesidir. Sadist kişi bu yetersizliğini, başkaları üzerinde güç sahibi olma tutkusuyla ödüllendirir. Biyolojik olarak uyarlanabilen ( kalıtımsal / var oluşsal gereksinimlerden kaynaklanan) saldırganlık yaşama hizmet ederken; kıyıcı saldırganlık, insanın fizyolojik yaşamının sürmesine hizmet etmez. Şiddetin en belirgin öznesi olan, sadistlik üzerine yapılan araştırmalar göstermiştir ki; sadist, kendisini güçsüz, cansız ve yetersiz duyumsadığı için sadisttir . Bu yoksunluğunu, başkaları üzerinde denetim kurarak, bir solucan gibi duyumsadığı kendi benliğini bir Tanrı ya dönüştürerek ödülendirmeye çalışır. Hem sadistler hem de mazoşistler, deyim yerindeyse, bir başkasının kendilerini bütünlemesine gereksinme duyarlar. Sadist , bir başka varlığı kendisinin uzantısı yapar; mazoşist ( kendinden yüksekte olanlara boyun eğme davranışı ) kendisini bir başka varlığın uzantısı yapar. Sadist mazoşist karakterin aynı kişilikte ortaya çıktığı durumlarda ise; kendinden aşağıdakini denetleme ve bastırma, kendinden yüksekte bulunanlara karşı boyun eğme davranışı sergilediği tespit edilmiştir. Buraya kadar, şiddetin bireysel bağlamdaki seyrini anlamaya çalıştık; bundan sonraki kısımda örgütlü şiddetin seyrini anlamaya çalışacağız. Bu şiddet türü, daha çok, devletlerden ve şiddeti bir propaganda yöntemi olarak benimseyen siyasal yapılanmalar tarafından benimsenmektedir. Pek çok insan ve siyasi akıma göre şiddet ve terör çok kötü, lanetlenesi sapkın bir eylemdir, ama başkalarından veya karşıdan geldiği taktirde! Birçok insan kendi yaptığı ya da kendi desteklediği siyasi kesimlerin uyguladığı şiddeti, terörü şiddetten veya terörden saymamaktadır. Oysa binlerce yıl öncesinde olduğu gibi bugün de hala insanlararası sıradan ve siyasi ilişkilerde terör ve şiddet başat yerini korumaktadır. Örneğin, 1920 ler ve 1930 lar boyunca pek çok gazete ve birey faşizmin temsilcileri olan, Mussolini ile Hitler i alkışlamıştı. Özgürlükçü yapılanmalar/yaklaşımlar ise aksine faşizme karşı ölümüne savaşırken, hem Musolini hem de Hitlere suikast düzenlemeye çalıştılar. Oysa o süreçte, diktatörleri desteklemek şiddet ve terör değildir, ama bu tip rejimlere direnmek şiddet ve terör dür. Bugün insan haklarından, demokrasiden sıkça söz eden devletlerin, politikacıların ve insanların dahi büyük çoğunluğu, kendi yandaşlarının yaptığı şiddeti bir şekilde doğrudan veya dolaylı olarak onaylamakta ve desteklemektedir. Şiddet, ancak kendini ve başkalarını şiddete karşı savunmak durumunda kalındığında desteklenebilir. Gerekliliğin sona erdiği yerde suç başlar. İki insanın ya da toplumun, barış içinde yaşaması için her ikisinin de barışı arzulaması gerekir; birisi diğerini kendisi için çalışmaya ve hizmet etmeye mecbur kılmak amacı ile şiddet kullanmakta ısrar ederse, işte o zaman diğeri, insan olarak onurunu korumak ve sefil bir köle durumuna düşürülmemek için, ( barışa olan düşkünlüğüne rağmen) uygun araçlarla şiddete karşı koymaya mecbur olacaktır. Şiddet, masum insanları hedeflemek veya onların zarar görmelerine / ölmelerine aldırmamak demektir. Şiddet, onu üreten sosyal ilişkiler değişmediği sürece, var olacaktır. Ancak şurası da bir gerçektir ki; hiç kimse insanları havaya uçurarak, şiddet uygulayarak, onların kendisine inanmasını sağlayamaz. Zira toplumsal ilişkiler havaya uçurulamaz. Tarihsel / siyasal süreç göstermiştir ki, araçlar her zaman sonucu belirler ve doğası itibariyle terörizm; bireylerin hayatlarını, özgürlüklerini ihlal eder ve bu nedenle barışçıl bir toplum oluşturmakta kullanılamaz. Eğer terörizm veya şiddetten masum insanları öldürmek anlaşılıyorsa, o zaman ; en büyük terörist gezegendeki en büyük bombaların ve toplu imha silahlarının sahipleridir. Şiddet ve devlet ilişkisini inceleyen büyük İtalyan politik filozofu Makyavelli den alıntılayarak söylersek; suç ,devletin varlığının zorunlu koşuludur; büyük ve güçlü devletlerin yalnızca suçla, pek çok büyük suçla ve dürüstlük anlamına gelen her şeyin kökten aşağılanmasıyla, kurulup yaşatılabilmiştir. Şiddet ve devlet bağlamında, Max Stirner ise şuna dikkat çekiyor: devletin her davranışı şiddettir ve devlet kendi şiddetini yasa diye , bireysel olanı ise suç diye adlandırır. Geldiğimiz noktada, artık şunu söyleyebilecek durumdayız: Şiddetin nerede olduğunu görmek/bilmek istiyorsak, iktidarın nerede olduğunu görmek ve bilmek zorundayız. Hayatın hangi alanında bir iktidar ve iktidar ilişkisi varsa, orada şiddet de kaçınılmaz olarak var olacaktır. Sonuç olarak bu incelemede; avcı ve yiyecek toplayıcı küçük topluluklar oluşturarak yaşayan tarih öncesi insanda, ayırıcı özelliğin, şiddetin en alt düzeyde işbirliği ve paylaşımın ise en yüksek düzeyde bulunduğunu görmekteyiz. Böylece üretim ve iş bölümündeki artışla, büyük bir ürün fazlasının yaratılmasıyla ve seçkin katmanlara dayanan, hiyerarşik yapıdaki devletlerin kurulmasıyla geniş çaplı yıkıcılık ve zalimliğin ortaya çıktığını, uygarlıkta ve gücün rolünde görülen yükselmeyle de şiddet ve zalimliğin güçlendiğini sergilemeye çalıştık. Öte yandan kıyıcı saldırganlık ve şiddetin doğuştan olmadığını; ortaya çıkışına neden olan koşullar yerine, insanın sınırsız gelişimini ve özgürlüğünü hedefleyen koşullara dönüştürülmesi durumunda, en aza indirilebileceğini tespit ettik. Arzu edilen bu potansiyelin insanda var olduğuna inanarak, insanın bu süreci tamamlayacağına, hiç kimsenin tehdit edilmeyeceği bir gelecek kurulacağına; anne ve babanın çocuklarına, bir toplumsal sınıfın başka toplumsal sınıflara tahakküm ve şiddet uygulamadığı; bu amacı gerçekleştirmek; ekonomik, siyasal, kültürel ve psikolojik nedenlerden dolayı çok güç sanılabilir. Ancak bu incelenenin de ortaya koyduğu gibi; siyasal, psikolojik ve maddi engellerin ortadan kaldırılması gerçekleştiğinde, yakın sayılabilecek bir gelecekte böyle bir dünyanın oluşturulması gerçekten mümkündür. herkese şiidetsiz bir dünya diliyorum