Ömrün beş mevsimi var: Aşk, hasret, yalnızlık, vuslat ve hüzün. Şeyh Galib, meşhur mesnevisinde, 'Hüsn'ü bulmak için yollara düşen 'Aşk'ı mumdan bir gemiye bindirerek ateş denizinden geçirir. "Mumdan bir gemiyle ateş denizini geçmek de ne ola ki?" diye yormayın zihninizi. Bu akılla kavranabilir bir keyfiyet değildir. Ve bu öyle bir manzaradır ki aklı gözünde olanlarda temaşa zevki dahi uyandırmaz. Bu tür muammaların hakkından ancak gönül gelir. Öyle ya ateşi gülşene çevirmek için İbrahim, İbrahim olmak içinse kainatı gönlün sorgusundan geçirmek gerek. İmkansızın peşine düşmek, mekanın ve zamanın ötesinde bir hayatın düşünü yormaya çalışmak ve aklın sınırlarının ötesine taşmaya çalışmak... Gönül bu işine akıl erer mi? Tarih sayfalarına kaydedilmiş ne kadar kahramanlık öyküsü, edebi metinler arasında ün yapmış ne kadar aşk masalı varsa aklın ve eşya düzeninin ötesinde yaşanmış serüvenlerdir hepsi. Bu nedenledir ki kimin "evvel zaman içinde..." diye başlayan bir öyküsü vardır, işte o, zamanın ve mekanın dışına taşabiliyor demektir. Aklı gözünde olanlar dedim ya, işte onlar, her şeyi yanlış yerde aradıkları gibi, mevsimleri de takvimlerde ararlar. Ömrünü rakamlara mahkum etmiş her zavallı için baharın kıştan farkı sadece renklerin değişmesidir. Dakikalara, saatlere, günlere, aylara ve yıllara bölerek yaşadığımızı sandığımız bu hayat aslında beş mevsimden ibarettir. Evet, ömrün sadece beş mevsimi vardır: Aşk, hasret, yalnızlık, vuslat ve hüzün. Aşk, zamanın gönül rengine boyandığı mevsimdir. Uçarı heveslerin, bıçkın arzuların beden mülkünü istila ettiği bu mevsimden hatıralar defterine nakşedilmiş birkaç soluk resim kalır. Ara sıra hayal aleminin pembe perdelerini aralayarak gönül penceresinden gülümseyen bu isimsiz suretlerin davetleri düşer aynalara. Damarda kanın ısınmaya başladığı anlar olur. Akıl gecikmiş davetlerin zelzelesinin enkazında kaybolur. Ve aşk her yıl mevsim ayırmadan birkaç kez misafir olur gönül ülkesine. Aşk, aklın bedenden firar eylediği mevsimdir. Hasret, ıssız yolların dikenlerini sevdanın ve sohbetin ezgileriyle ayıklama uğraşıdır. Dönmeyeceklerini bile bile gidenleri beklemektir. Beklemek ağız tadıdır hasret mevsiminde. Dem olur ki gönül; güneşi arayan ufuk, bülbülü sesleyen gül, ateşi arayan pervane, aklıyla kavgalı bir divane yahut sılaya selam göndermek için turna katarlarını bekleyen bir garip olur. Hasret ki, yolların yorgun yüreklere yüklediği gam, gönül yurdunu vakitsiz kuşatan akşamdır. Hasret ki yolların yolculara geçit vermediği mevsimdir. Yalnızlık, tutsaklık zincirinin gönül kuşunun ayaklarına dolandığı andır. Öyle yaman bir zamandır ki bu, gönül bahçesinin bütün renklerini siyaha dönüştürür. Huzur ürkek bir güvercin gibi uçup gider ötelere. Geceler alabildiğince uzar, gündüzler bir alacakaranlıktan ibaret kalır. Ağlasın hallerine talih ki şafağın zincirlerine vurulmuş birer gölgedir sevgiden yoksul yürekler. Yalnızlık, yılgınlığın insafsız bir akınla gönül ülkesini tarumar eylediği mevsimdir. Vuslat, aldanıştır. İkiliğin olduğu yerde aşk, aşkın olmadığı yerde vuslat yoktur. Çöl Mecnun'dan, dağ Ferhat'tan, Kerem ateşten, Aslı külden, gül bülbülden ve gam gönülden ne zaman ayrıldı ki... Yusuf Züleyha'dan kaçabilir mi, tek kanatla uçabilir mi turnalar, aklın anahtarı açabilir mi sevdanın kapısını... Ve siz, denize ulaşmayan kaç ırmak gördünüz ki? Vuslat ki, ruhların bedenleri imkansızın peşinde yorduğu mevsimdir. Hüzün, bütün duyguların birbirine karıştığı ve akılla gönlün kıyasıya yarıştığı bir kavşaktır ki ona varan bütün yollar ıssız, bütün yolcular yaralı, bütün haberler kötü ve bütün selamlar buruktur. Ve onun ikliminden geçen bütün kuşların kanatları kırıktır. Her şeyden geriye buruk bir tat kalmıştır ancak. Ve hüzün, yılların ötesinden buruk davetler gönderen hatıraların mevsimidir. İşte böyle ey gül-i rana! Ömrün beş mevsimi var: Aşk, hasret, yalnızlık, vuslat ve hüzün
sen benı boyle costurursan emın ol devame dıcem sızlerle olmak burda bu aılede olmak gercekten cok guzel hep beraber nıce guzellıklere ınsallah
emegne yüregine sağık can burda benden szler gelsn CEVDET BAĞCAN Ayrılıklar uyandırmalı kör yüreğimi. Cehennem yangınlarından Ölmeden çıktıysa bedenim; artık Benim olmalıyım, benim. Yeter yüreğimi bir çift gözün Ateşine rehin verdiğim. Ateş artıyı Değildir karşılığımız. Pusatını dağ Sisinden alan, firarını mermisine Emanet eden bir namludur bu Eşkıya sevda ki; zulasında asılı Durur kefenlediği ölümü. Ellerinin çeliğine su verilmiştir ta Adem`den beri. Bilir ve intihar Cüretiyle yoklar yüreğinin tetiğini. Güneşin kızılca kıyametine çatar Kuruyan umut dallarını. Yanacaksa Cehennemden beter yanmalı! Kim anlar ki eşkıyanın sağlamlığını; Özleminin çiseyle yıkanmış şafak Değerini kim? Hani ellerine kuşlar İnerdi, kardan üşüyen kuşlar... Bahçen kuş sevinçleriyle inlerdi ay Şahrud. Eşkıya yüreğime çığ düştü Üşüyorum ha... Aç ellerini. " Geldim mutsuzluğumla Yürek susuzluğumla Koynuna al demiyom Eşikte koyma beni Koynunda yatır demem Yeter bağışla beni Aç ellerin gireyim Sana ömrüm vereyim Kuruyan dudaklarına Nefesimi süreyim Kuruyan dudaklarıma Nefesini süreyim Dağlara küs olur mu Bahar ayaz olur mu İki can bir bedenken Ayrı yatmak olur mu İki yürek bir canken Ayrı düşmek olur mu Biliyorum suçluyum Kentin kirli suyuyum Sevmesini bilmiyorsam Geçmişin sonucuyum Aç kapıyı gireyim Sana ömrüm vereyim Kuruyan dudaklarına Nefesimi süreyim Kuruyan dudaklarıma Nefesini süreyim