â´bilmeyenler öğrenmekten çekinmesinler, çünkü insanın değeri bilgisi ölçüsünde olur.´´ Hz. ALİ â´İlim çinde bile olsa gidiniz.´´ Hz MUHAMMED â´cehalet öyle kuvvetli bir düşmandır ki, onu ancak ilim silahı yener.´´ Hz. ALİ â´Bilenle dost ol, ondan bir şey öğrenirsin. Bilmeyenle dost ol, ona bir şeyler öğretirsin. Bilmediğini biliyorum diyenle sakın dost olma, o ahmaktır, seni de ahmaklaştırır.´´ KONFÜÇYÜS
emeğine sağlık selen.''cahil dostun olacağına bilgili dostun olsun'buda benden ama kimin sözü hatırlayamadım.Alıntı desek yeterli olur sanırım
â´bilmeyenler öğrenmekten çekinmesinler, çünkü insanın değeri bilgisi ölçüsünde olur.´´ Hz. ALİ â´İlim çinde bile olsa gidiniz.´´ Hz MUHAMMED â´cehalet öyle kuvvetli bir düşmandır ki, onu ancak ilim silahı yener.´´ Hz. ALİ â´Bilenle dost ol, ondan bir şey öğrenirsin. Bilmeyenle dost ol, ona bir şeyler öğretirsin. Bilmediğini biliyorum diyenle sakın dost olma, o ahmaktır, seni de ahmaklaştırır.´´ KONFÜÇYÜS TEŞEKKÜRLER SELENAYY. İLİM ADINA SÖYLENMİŞ ÇOK DEĞERLİ SÖZLER BUNLAR BİRDE GÜNÜMÜZDEKİ İLİM VE BİLİME VERİLEN ÖNEME BAKIN ! NE HİKMETSE ÜLKELER AR-GE ÇALIŞMALARINI ARTIRMAK İÇİN BÜTÇE ARTIRMAYA GİDERKEN BİZİMKİLER BÜTÇESİ KISIYOR.. BÜTÇEYİ KISIYORLAR AMA 180.000 ADETLİK MAKAM ARAÇLARINI AZALTALIM VEYA 500.000 EURO'LUK ARAÇLARA BİNMEYELİM DİYEN YOK... ONUN İÇİN SİZE BİLİMSEL BİLGİ ADINA KÜÇÜK BİR YAZI EKLİYORUM, LÜTFEN OKUYUN.. FİKRET BAŞKAYA'NIN GÜNLÜĞÜ âReel Üniversiteânin Sefaleti âilim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir Sen kendini bilmezisen Bu nice okumaktır.â Yunus Emre Bugün insanlığın içine sürüklendiği sayısız kötülüklerin, sosyal sefaletin, ekolojik felaketin, ahlâki çöküşün, ama hepsinden önemlisi anlam kaybının başlıca nedenlerinden biri, bilim denilenin kendi etiğine yabancılaşması, velhasıl bilimin inkârına dönüşmesidir. Böyle bir durumun ortaya çıkmasında, bilim ve teknolojinin fetiş haline getirilmesinin de payı vardır. Teknik bilim her zaman kâr etmenin ve öldürmenin hizmetindeydi. Şimdilerde bütünüyle denetimden de çıkmış durumdadır. âSosyal bilimâ denilen de olup bitenleri meşrulaştırmanın hizmetindedir. Oysa İbn Haldun´un: âşeyler neden ve nasıl öyledir?â sorusuna cevap araması gerekirdi. Eğer öyle olsaydı, bilimsel faaliyetin kendi misyonuna yabancılaşması da söz konusu olmazdı. Bilimin misyonu gerçeğin üstünü örten perdeyi kaldırmaktır. Görüntüyle gerçek arasındaki uyumsuzluğu açığa çıkarmaktır. Bilimi erdemli ve saygın bir zihinsel faaliyet yapan onun bu özelliğidir. Aksi halde âher türlü bilime de gerek kalmazdıâ denmiştir. Gerçeğin bilgisine ulaşmak, gerçeği açığa çıkarmak, yaşamı kolaylaştırıp anlam kazandırmak, onu anlamsızlaştıran şeyleri teşhir etmek⦠işte gerçek bilimin misyonu. Bilimin gerçeğin bilgisi olma zorunluluğu, ister istemez etik gerekliliği olmazsa olmaz koşul haline getirir. Bu bakımdan, etik gerekliliğe, etik standarda, velhasıl etik kaygılara yabancılaşmış bir bilim mümkün değildir. Buradan çıkan birinci sonuç şudur: Bilimsel faaliyet gerçeğin peşine düşecek, gerçeği açığa çıkaracak, bilim adamı da etik kaygılarla hareket edecek. Başka türlü ifade etmek gerekirse, bilim ahlâkının olmadığı yerde bilim diye bir şey mümkün değildir. Mevcut sömürü, egemenlik, bağımlılık ilişkisini, ahlâki çöküntüyü yeniden üreten, meşrulaştıran bilimsel denilen çabalar ve ürünler, bilimle ilgili olmak bir yana, gerçek bilimin inkârıdır. Etik kaygılar ve değerler bilim insanını zorunlu ve kaçınılmaz olarak gerçeğin tarafına çeker. Eğer bilim gerçeğin bilgisi demekse ve âgerçek devrimciyseâ, bilim ve bilim insanı da son tahlilde tanımı gereği ve kavramın gerçek anlamında devrimcidir. Gerçeğin safında, yalana karşı olmak, ister istemez yalan ve tahrifat cephesiyle çatışmaya girmeyi gerektirir. Bu nitelikten ötürü bilimin tarihi bir bakıma gerçeğin gizli kalmasını, yalanın sürmesini isteyenlerle bilim insanlarının süregelen mücadelesinin tarihidir. Tarih boyunca gerçek bilim insanlarının ve entellektüellerin başına gelenler bu soruna ilgi duyanların az-çok malumudur. Eflatun, Aristo, Seneka, Çiçeron, Sokrat, G. Bruno, Galile, T. More ve daha niceleri, gerçeğin safında olmanın, bilimin onurunu taşımanın bedelini hayatlarıyla ödemedikleri zaman, sürgün ve hapis de dahil, sayısız baskı ve zulme maruz kalanların sadece birkaçıdır⦠Bir bakıma gerçek bilim insanı ve entellektüel, yalanı sürdürmek, gerçeğin tahrif edilmiş, refiye olmuş, şeyleşmiş versiyonunu kabullendirmekte çıkarı olan egemenlerin karşısına dikilebilme iradesini ortaya koyduğunda bilim insanı ve/veya entellektüel sıfatını hak eder⦠bu yüzden doğası ve tanımı gereği gerçek anlamda bilim insanı, gerçeğe ihtiyacı olanların safındadır. Bilim adamının kurulu düzenle barışık olmayışının, olmaması gerektiğinin izâhı burada yatar. Zira, iktidar ilişkileri, sömürü, baskı ve toplumsal hiyerarşi, insanî aşağılanma, ancak gerçeğin gizlendiği, âyanlış bilinçâ yaratıp-sürdüren bir egemen ideolojinin varlığı durumunda mümkündür. Sınıflara bölünmüş, sömürü ve hiyerarşinin geçerli olduğu bir toplumda bilim insanı için bir ortayol mümkün değildir. Ya sömüren, hükmeden, zulmedenlerin safında yer alacak, ki, bu durumda bilimden, bilim adamından, kadınından söz etmek beyhudedir, ya da sömürü ve egemenliğin karşısına dikilecek... Eğer birinci durum söz konusuysa, sömürü ve zulüm düzeni tarafından makbul sayılıp ödüllendirilir, nice ünvanlarla donatılır, âbüyük bilim adamı, kadınıâ sayılıp iktidarın hediyelerine mazhar olur... ikinci durumda, yâni yalanı, tahrifatı, ikiyüzlülüğü, ahlâki zaafiyeti ve soysuzlaşmayı teşhir ve mahkum etmeye yöneldiğindeyse, en hafifinden âsaf bilimdenâ uzaklaştığı, işe ideoloji ve politika karıştırdığı suçlamasına muhâtap olur... Velhasıl âtarafsız bilimdenâ sapmanın bedelini ödemek zorunda bırakılır. Elbette duruma göre ödeyeceği bedel de değişecektir... Bu günün üniversiteleri XII. yy.´dan başlayarak Batı Avrupa´da kurulan, ama asıl biçimini sanayi devriminden sonra alan eğitim kurumlarının devamıdırlar. Başlarda üniversiteler kilise çevresinde kurulmuşlardı ve feodal üretim tarzını ve onun egemenliğini meşrulaştırma işlevini yerine getiriyorlardı. Başlangıçtaki işlevleri ideolojikti. Burjuva devriminden sonra başlıca iki temel değişikliğe uğradılar: Birincisi, teolojik [dine dayalı] meşrulaştırma, yerini rasyonalizme bıraktı; ikincisi artık yeni üretim tarzı olan kapitalizmin ihtiyacı olan âyetişkin işgücünüâ yetiştirme işlevini de üstlendiler. Osmanlı İmparatorluğu´nda medreseler, tekke ve zaviyeler âeski rejiminâ yüksek öğretim kurumlarıydılar. Batıdaki üniversite modeline göre kurulan ilk üniversite olan Dar-ül Fünûn, 1933 yılında tasfiye edilinceye kadar tekke ve zaviyelerle birlikte faaliyet gösterdi. 1933 Ağustos´unda kapatıldı. . âHer türlü egemenlik ilişkisinin ortak içeriği emek sömürüsüdür.â