İsmail Kaygusuz.... Alevilikte Dâr ? Dârın Pirleri Pir Sultan Abdal'dan: Hakkın kapısını ben açık buldum İptida rehberim ben anda buldum Aldım rehberimi ben dâra durdum Mürşid eyvallah babam sana eyvallah *** Mansur Hakkım dedi buldu dârını Talib burda çeker ahret zarını Cümle kazanç ile küllü varını Hak bildiği yola vermeli imiş *** Hey erenler benim yüzüm yerdedir Yüzüm yerde ise özüm dârdadir İkrar nerde ise iman ordadır Bin kânım var bir mürüvvet erenler *** İlettiler bizi Mansur dârına İman ikrar getir derler pirine Lanet olsun ikrarından dönene Seher vakti Oniki İmam sen yeri A) Dâr 1) Giriş ve Dâr Söylemleri Alevi-Bektaşi inanç ve yaşam biçiminde musahiblik kurumundan sonra en önemli toplumsal öge Dâr olayıdır. Toplumsal öge diyoruz. Çünkü Dâr kullanılış biçimine göre işlev kazanır. Alevilikte bilindiği gibi tapınç bireysellikten uzaklaştırılmıştır; yani inanan kişi, birey görünmez-mekândan münezzeh Tanrısıyla başbaşa, mırıltılar ve belirli hareketler içinde zamanını geçirmez. Mırıldandığı sözlerin anlamlarını bile bilmeden, edilgen bir gösteriş içerisinde çevresinden ilişkisini kesen insan tipine yer yoktur Alevi toplumunda. Tapınmayı toplumsallaştırmış olduklarından yeniyetmesi, kadını, erkeği birarada; yıllık kusur ve günahlarından arınmış-durunmuş ve bir can bir vücut olarak Tanrı'nın huzurundadırlar. Ama yanlarına aldıkları, yüreklerini dolduran insanlaşan, kendilerinden biri olan Tanrı'ya tapınırlar. Yanlış anlaşılmasın putunu heykelini yaparak, yani cisimleştirip yanlarına almış değillerdir! Varlık ötesi kavramsallığı içindedir; yokluğun sonsuzluğu ötesindedir Tanrı hep. Ancak Allah-Muhammed-Ali üçleminde birlenip nurlanmış ve erler-evliyalarda varlık alanına çıkıp (Epiphaneon) insanlaşmıştır. İşte Tanrı görünüşlerinin gizleri burada saklıdır. İnsanda zuhur etmeksizin, kendisine hiçbir tapınma buyuramıyacak saf bir belirsizlikten ötede birşey olamaz. Eğer bir Tanrısal görünüm olarak varlık alanına çıkmak kaçınılmazsa, zihinsel vizyona insan görünüşlü, insana dönüşerek (theophanie anthropomorphosique) girip tamamlanır. (H. Corbin: Temps cylique et gnose İsmailien, s. l88) Nesimi'den vereceğimiz iki beyitle açıklığa kavuşturmayı deneyelim: Bu belayı dilarayı temaşa eyle ey dil Acep suret acep heyet budur Tur-u kelamullah Acayip mazhar-ı Haktır Huvellah-ül ebed daim Eğer Hak'tır desem vacip budur celle celalullah Yani: Ey gönül gel de seyreyle bu belaya duçar olanı! Hem suret hem de Tur'daki Allah kelamının heyeti budur. Yüzün, ezelden ebede daim olan Tanrı'nın görünümüdür dersem vaciptir; ulu Allah'ın kendisisin! Kur'an'da, Tanrı Adem'i yaratırken, kendi özünden kattığı-ruhundan üflediği ve tüm göksel varlıkların onun önünde secde edip tapınmalarını buyurduğu yazılı değil mi? Dört büyük meleğin itaatına karşılık, Azazil (Şeytan'ın melekken çağrıldığı ad) kendini üstün tutarak bu göksel Adem'e (Theos-anthropos) secde etmemesiyle başlayan göksel dramda Şeytan yenik düşüyor. Böylece bilinemez-anlaşılamaz Tanrı (Theos agnostos), Tanrısal yüceliğine Dieu supreme (anotatos theos) olarak ve ilk yönetici (proarkhe) yaratıcı olarak Adem'le bütünleşiyor. Ve al Tavhid oluşuyor; İlk Us (pro logos, premiere intelligence, akl awwal) yüce adı (ism-i azam) ile Allah yaratılışı tamamlanıyor. Muhammed'in mirac yükselişinde; Musa'nın Tur-i Sina'da ateş parıltıları içinde, sesini duyabildiği Tanrı'yı "genç, tüysüz ve güzel bir delikanlı'' olarak gördüğü söylenmiyor mu? En kestirme deyişle bütün bunlar Alevi-Bektaşi inanç ve felsefesinde "insanlaşan, insanda tecelli eden Tanrı'' kavramına ışık tutmakta ve düşünsel köken olusturmaktadır. Öyleyse insana secde etmek, yüce buyruk olduğuna göre "İnançsızsınız, şeytandan farkınız yok!'' diye kendi dışındakileri suçlasalar da haklılıkları yok değil Nitekim Yunus Emre şöyle demektedir: Evvel benem ahir benem canlara can olan benem Azıp yolda kalmışlara Hızır medet olan benem Dost ile birliğe biten buyruğu ne ise tutan Mülk yaratıp dünya düzen ol bahçevan heman benem Halk içinde dirlik düzen dört kitabı doğru yazan Ağ üstünde kara düzen ol yazılan Kur'an benem Yunus değil bunu diyen kendiliğidir söyleyen Kâfir dürür inanmayan evvel ahir heman benem Tanrı'nın kendisi olduğunu, insanda varlık alanına çıktığını söyleyerek, inanmayanı kâfirlikle suçluyor açıkça. Şimdilik Mirati ve Türabi Sani'den birer beyit Mihrabi'den bir nefes sunarak kendi söylemleriyle kapatalım: Secde eyle âdeme, İblis gibi ar eyleme Emr-ü nehyini bil Hakkın, mekânın inkâr eyleme Sâb-ı emretde göründü Ahmed'e Rahman-ı Hak Suret-i Rahmandır Adem, secde kıl ferman-ı Hak Allah deyip bağırma Uzak sanıp çağırma Hakk'ı dilden ayırma Şeytan güler bu hale Evvel ü ahir odur Zahir ü batın odur Hazır ü nazır odur ?????... ... Men aref den al sebak Ariflere doğru bak Senden sana yakın Hak Eriş o layezale Hayali bir yerdesin Sen arada perdesin Hak sende sen nerdesin? Nedir suale cevap? Arşı rahmandır yüzün Anı şerheder yüzün Arif bilmez m'iç yüzün Açma sırrı nadana Kuranidir sözümüz Rahmanidir yüzümüz Hakkı görür gözümüz Aldanmayız hayale "El insan ü vel Kuran'' Hadisdirür bu tüman Sözün bilmezse insan Nice ersin kemale *** Baba deyip Adem'e Secdegâh ol aleme Hateme gir hateme Döndür yüzün cemale Dâr Sözcüğünün Açıklanması Sazı ve sözüyle, müziği ve dansı (semahı) ile birlik ve birliktelik içinde yeyip içerek, muhabbet ederek günahtan kusurdan soyunma ve topluma karşı görevlerini yerine getirme; iyi insan, yararlı-olgun insan olma amacına yönelik Alevi-Bektaşi toplu tapınma törenlerinin hemen her aşamasında Dâr vardır. Kullanıldığı erkânın amacına uygun olarak işlevini sürdürür. Örneğin kardaşlık tutmada musahib adayları Dârda durup "Yola girme andı (İkrar verme)'' içerler. Başokutma (Boyverme) sırasında talipler yaptıklarını-ettiklerini, kötümcül yanlarını ortaya döktükleri; ağlattıkları varsa güldürdükleri, döktükleri varsa doldurdukları yerdir Dâr. Alevi toplumunun hukuksal sorunları; şikâyet, sorgulama, yargılama ve cezalandırma-aklama Dâr olayı içindedir. Türkçede çoğunluk Alevi literatüründe kullanılan Dâr sözcüğü, hem Farsça hem de Arapçada bulunmakta ve farklı anlamlar taşımaktadır. Arapçada "yer, yurt, ev alem'' anlamlarına gelirken, İran dilinde "Dârağacı'' demektir. Osmanlıcada her iki dildeki anlamları da kullanılmıştır. Örneğin; Nabi "Dâr-i gurbette bulunsa âşinalardan biri (Yaban yerde bir dost bulunsa)'' diye yazarken, Şeyh Galib "Çıkmak ser-i dâra hem çü Mansur (Mansur gibi Dârağacının başına çıkmak)'' biçiminde dizelerinde kullanmışlardır. Yine örneğin "dâr-us Saâdet, dâr-ül mülk, dâr-ül fünun vb.'' biçiminde tamlamalar üretilerek, kurul ve kurum adları oluşturduğu gibi; Farsça "tutan, sahip, malik'' anlamında suffix (sonek) "-dâr'', Osmanlıcada da kullanılarak "âlemdâr, bayrakdar, hazinedar, mühürdar, silahdar vb.'' biçiminde çok sayıda ünvan ve meslek adları türetilmiştir. Alevi-Bektaşi inanç ve tapınma düzeninde dâr sözcüğü bir yerde "Dârağacı, yer, meydan-alan'' anlamlarını simgesel olarak taşımakla birlikte, toplumsal boyutlar içinde kavramsallaşmıştır. Dâr sözcüğünün en Dâr anlamını Cem törenlerindeki bazı söylem biçimlerinde buluruz. Aşağıda göreceğimiz gibi Dâr sözcüğü, birlikte kullanılan fiile göre anlam nüanslarıyla işlev değiştirmektedir. Bu ifade biçimleri, yani söylemleri açıklığa kavuşturduktan sonra Görgü cemlerindeki geniş uygulamalarına geçmek istiyoruz. Dâra Durma - Peymançeye Geçme Görgü cemlerinde uygulanan önemli erkânlar gereği, yani musahib tutma ve başokutma ve diğer dârlarda pir huzurunda meydana çıkıp durmaktır. Kent Bektaşilerinde peymançeye durmak adı verilmektedir. Kırsal kesim Alevilerinde daha çok Türkçe olarak ayak mühürlemek ya da ayakları mühürlü olmak adı verilir. Aşağıda tarihçesinden söz ederken açıklayacağımız gibi Dâr, bu sözcüğün aslı olan Farsça paymaçan duruşuyla Alevi törenlerine girmiştir. Yalınayak, başaçık ve Allah-Muhammed-Ali üçleminin simgesi olan üç düğümlü belbağı (kemerbest) bağlanarak dâra durulur. Sağ ayağın baş parmağını solunki üzerine koymadır, ayak mühürlemek. Ayrıca sağ kollar, sağ kol solun üzerine getirilerek çaprazlama göğüs üzerine konulur. Parmaklar kapalı olarak omuz başlarına dokunur. Ya da sol kol yana salınırken, sağ kol dirsekten bükülerek el kalbin üzerine gelecek biçimde göğse bastırılır. Çoğu kez dârda duran talibin başı sağ veya sol omuza düşükdür. Bu duruş Dârağacına çekilmiş insanın (hiç kuşkusuz Hallacı Mansur'un) görünüşünü simgeliyor olmalıdır. Kısacası ikrar verip, yani musahib olup yola giren canlar, bu ilk törenden başlayarak başokutma, görülüp sorulma ve diğer durumlarda dâra durmak zorundadır. Çünkü dâr Muhammed-Ali'nin ve dâr meydanı erler-erenler ve veliler meydanıdır. Bu inançla hareket edilir. Dâra Çekme - Dâra Çekilme Etken ve edilgen fiil kullanılarak anlamlandırılmış bu söylemde Dede (mürşit, pir)nin talibine bir yaptırımı söz konusudur. Dâra dikme, dâra dikilme biçiminde de ifade edilir. Örneğin "Dede kusurlu talibi dâra çekip sitem etti. İki sofu Dede tarafından dâra çekilip, Cemdeki canlardan ahvali soruldu, hakkı olan hakkını istesin denildi.'' şeklinde sözler edilir, konuşulur. Dâra çekmek söylemi içinde sayılabilecek, talibin kendi özüne yönelik dâr meydanına çıkma olgusu vardır. Buna "özünü dâra çekme'' denir. Kusurlu olduğundan kuşkulanılan bir talip Dede tarafından dâra çekilmesine ya da zarar görmüş canın, şikâyet etmek üzere dâr meydanına çıkmasına fırsat vermeden, kendiliğinden dâra durabilir. Yani kendi özünü dâra çeker. Talip dedikodu ve kuşkulardan yakınır. Kendisine yönelik suçlamaları reddeder. Bunu yaptıklarını öğrendikleri kişileri pir huzurunda dâra çağırarak "o sofulardan razı olmadığını, gerçeği söyleyinceğe değin ya da ıspat edinceye değin dârda bekleyeceğini ve başkesip yemin etmelerini'' ister. Dâr meydanı er meydanı olduğu kadar, bu anlamda ar meydanıdır; yalan dolan olmaz, kutsaldır. Sadece Dedenin değil toplumun huzurudur. İçinde yaşamakta olduğu toplumun insanlarıyla yüzyüze, karşıkarşıyadır. Kendini dedikodu ve suçlardan arındırır talip bu dârda. Elbetteki olayla ilgili bildiği gerçeği de açıklamak zorundadır burada. Dedeye ya da cemdeki canlara lokma vermek ve adak sunup dua almak için özünü dâra çekenler olduğu gibi, yaptığı bir hata için, örneğin komşusunun tarla sınırına tecavüz etmiş, bağına-bahçesine zarar vermiş bir talip özünü dâra çekip yaptıklarını sayar döker; yaptığı-verdiği zararları ödeyeceğini söyler, o candan razılık ister. Dede burada aracıdır. Öbür talibi de dâr meydanına çağırarak, onları barıştırıp uzlaştırır. Bu tür özünü dâra çekmelerde, kusurlarını ortaya dökerek, "malımla canımla Muhammed-Ali dârındayım. Erler evliyalar meydanındayım; haklı hakkını istesin canımla malımı ortaya koymuşum!'' diyen talipler çok saygı görür. Çok kez zarar gören onu bağışlar ve cemi-cemaatı razı etmesini ister. Böylece dârdaki talip ödemeyi kurban keserek, lokma dağıttırarak Cemin canlarına yapar. Bir diğer özünü dâra çekme türü de görevini yerine getirmiş, verilen hizmeti yerine getirmiş talibin pir huzuruna çıkıp karşılığını istemesi, yani duasını alması Dededen nefes etmesini bekleme durumudur. Demek ki dua almak, nefes edilmek hakkını kazanmış olmak gerektir bu ödül dârı için. Görgü Cemlerinde (Ayn-i Cem) Dâr Görgü cemlerinin, yani Alevi toplu tapıncının en önemli ögelerinden birinin dâr olayı olduğunu başlarda söylemiştik ama yineliyoruz. Bu çok önemli öğenin cemlerdeki kullanılışına göre göreve başlama, musahib tutma dârı, boyverme-başokutma dârı, dava görme ve düşkünlük (şikâyet-sorgulama, tanık dinleme, yargılama, aklama-düşküne çıkarma ve topluma kazandırma aşamalarını da içeren) dârları, muhabbet dârları ve yaşam sonu dârı ya da dârdan indirme olmak üzere altı türlü Dâr saptayabiliyoruz. Aslında cemlerde bu dârlar içiçe girmiş durumdadır, yani çok kalın çizgilerle birbirlerinden ayrılmazlar. Bir talip musahiblik dârına bir ya da iki kez dururken; rehberlik görevini yürüten sofu, yüzlerce kez Muhammed-Ali yoluna hazırlayıp soktuğu musahib çiftlerle birlikte bu dâra durur. Musahib olduktan sonra ise yılda en az bir kez başokutma dârına durarak yıllık kusur ve günahlarından aklanıp paklanırlar. Görgü yapılmasa bile eğer Dede köye gelmişse muhabbet dârlarına sık sık dururlar ya da çekilirler talip olanlar. Düşkünlük dârları ne taliplerin ve ne de Dedenin arzu ettiği bir uygulamadır. Yaşam sonu dârı ise ölen bir talibin yakınları tarafından onun yerine özünü dâra çekip aklanmasını talep etmektir. Böylece bu son dârla dâr meydanından inmiş olur talip. Demek ki Muhammed-Ali yoluna girmiş bir Alevi-Bektaşi ömrünün sonuna dek dâra durur, dâra çekilir ve özün dâra çeker. Kendi kendisiyle ve toplumuyla hesaplaşır ve özeleştiri içinde yaşar. Amacı toplumuna yararlı olmak, insan-ı kâmilliğe yükselmektir. Nefeslerde Genel Dâr Kavramı Ayrıca pirlerinin adıyla anılan, yani Fatıma, Hallac-ı Mansur, Fazlı ve Nesimi dârlarının herhangi bir farklılığı yoktur temelde. Duruş biçiminde bu adları simgeleştirerek, bu yüce insanlara olan saygılarını ve yollarından yürümekte olduklarını belirtmişlerdir. Genel isimlendirmede ise çoğunlukla Dâr-ı Mansur ya da Hallacı Mansur dârı diye anılır. Alevi-Bektaşi ozanları da büyük çoğunlukla bu adla anarlar, dâr Hallacı Mansur'la eşleştirilmiştir. Aşağıdaki nefeslerde ve demelerde görüleceği gibi Muhammed Ali'nin yolu, töreleri, incelikleri ve erkânlarla birlikte Dâr da işlenmiştir. Ayrıca Türk halk tasavvufu düşüncesinde Hallacı Mansur'un nasıl önemli bir yer kapladığı da ortaya çıkmaktadır. Ezeli kurdular erkânı yolu, Bu yolun sahibi Muhammed Ali Pirimi sorarsan Bektaşi Veli, Ali Veli gibi er bulunur mu Oturmuş mürşitler dolu içerler, Dillerinden dürrü gevher saçarlar Günahlının günahından geçerler Kusursuz günahsız er bulunur mu? Mürşitler oturmuş yerli yerine Kimse eremedi Ali sırrına Hep dikildik erenlerin dârına Mansur'un çektiği dâr bulunur mu? Üçler beşler o kapıyı açtılar Muhabbetle misk ü amber saçtılar Haklıyı haksızı orda seçtiler Suçlu olanlara yer bulunur mu? Onulur mu düşkünlerin yarası? Bulunur mu kalb evinin çaresi? Bin Lokman'a varsa yoktur çaresi Medet mürvet diyen can bulunur mu? Sakine hanım der varabilirsen Can gözün açıp da görebilirsen Bu sözün fahrine erebilirsen Bundan büyük sana ün bulunur mu? Akşamlar oldu gülbenk çekildi Çerağlar uyandı niyaza geldim Erenler erkânı meydan açıldı Ayn-i cem kuruldu ihsana geldim Hakikat abdestin birden aldılar Mürşidin emrine beli dediler Dâr-ı Mansur olup şunda durdular Talib-i hak olup meydana geldim Ol demde halinden sordular canın Varmıdır kusuru dediler anın Ayn-i cem gösterdi yere niyazın Üryan büryan olup didara geldim Edep erkân tamam oldu sürüldü Pervaneler geldi kısmet verildi Hatmoldu hizmetler destur verildi Şükrüya men de sultana geldim Ve Fikriya Bacı ağdalı Bektaşi diliyle de olsa yaratılışının özü dört maddenin içinde Tanrı'nın parlaklığını keşfetmiş, ona doğru koşuyor. Bu yolda Mansur gibi dâra çekilmeyi göze alıyor: Babı tevekkülde mutad-i kadim Olmuşuz bekleriz daim pür kusur Geçen serencamın vasfına mukim Olmuşuz kuyunda şule-i şuur Çar anasır içre bulduk o zatı Pertevi keşfetti bu müşkülatı Kaplamıştır nuru bu kâinatı Şahittir ol base İncil ü Zebur Dört kitabın oldu eftali Kuran Pertevi nur ile zeyn oldu cihan Nice ehli kâmil bu yolda ser can Feda kılıp dâre çekildi Mansur Pir Sultan Oniki İmama yalvarıp, onlardan yardım dilerken, yolun Mansur dârından geçtiğini itiraf ediyor: Gece gündüz yalvarırım pirime Seher vakti Oniki İmam sen yetiş Kanım kaynar imamların yoluna Seher vakti Oniki İmam sen yetiş İlettiler bizi Mansur dârına İman ikrar getir derler pirine Lanet olsun ikrarından dönene Seher vakti Oniki İmam sen yetiş Bülbül figan eder bağ-ı gülşende Mansur'un kimsesi yoktur meydanda Hak yarattı Muhammed'i nurundan İnsan olan gelir nura çevrilir Çark kurulmuş dolap daim dönende Mansur olan gelir dâra çevrilir Burada Pir Sultan, dâr çeken talibin Mansur yüceliğine erişeceğini vurguluyor. Sonra açık bulduğu hak kapısından içeri giriyor ve bakalım ne görüyor, ne görmek istiyor: Hakkın kapısını ben açık buldum İptida rehberim ben anda gördüm Aldım rehberimi ben dâra durdum Mürşid eyvallah babam sana eyvallah Uymayıgör ol İblis'in sözüne Sonra mil çekerler iki gözüne Elin ile bir sitem sür özüne Özüne bir sitem sürmeli imiş Mansur Hakkım dedi buldu dârını Talip burda çeker ahret zarını Cümle kazanç ile külli varını Hak bildiği yola vermeli imiş Karşısında cennet kapısı açılmadan önce, Pir Sultan'ın demelerinden birkaç dörtlük daha sunalım; cennet yoluda mı acaba özünü dâra çekmekten geçiyor? Hey erenler benim gözüm yerdedir Yüzüm yerde ise özüm dârdadır İkrar neredeyse iman ordadır Bin kanım var bir mürüvvet erenler Ã?şık olan âşık dârdan ayrılmaz Taki Naki seven âşık yorulmaz Talip bunalmazsa ere çağırmaz Ulaş yetiş pirim İmam Hüseyin Kırmızı gül bitişiktir har ile Mansur dârda bağlı bir ikrar ile Musahib olmayın kallaş yar ile Altın adınızı pula getirir ... Enelhak dedik de çekildik dâra Adab erkân bize doğru yol oldu Geldi zebaniler sual sormaya Yardımcımız Şah-ı Merdan Al'oldu Kıldan köprü kurmuş geç deyu Pirimden bir dolu gelmiş iç deyu Arkamdan bir elin urdu uç deyu Yurdumun üstüne tozlu yol oldu Bir kapı açıldı içeri girdim Hak didar kurmuşlar ben anda gördüm Bir ayak üstüne bin saat durdum Eridi iliğim kemik haloldu Dâra durmuş meleklerin hepisi Hakka secde eder kulun hepisi Karşımda açıldı cennet kapısı Hakkın emri ile bize gel oldu Pir Sultan'ım eydür şahların şahı Yüzüne nur doğmuş Ali'nin mahı Ben pirimi gördüm dönmem bir dahi Durağımız ab-ı kevser göl oldu Şah Hatayi ise çok çok yükseklerde uçarken, dâra gökler de duruyor. O bir şah ama kendini Mansur hissedip, dâra gereksinim duyduğunu haykırıyor: Enelhak çağırıp Mansur dâre Yine razıni pinhan eyleyen şah ... Çün tecella nurunu görmek temenna eylerem Şimdi Mansur'em meni bir dâre göndermek gerek Aşk içinde inleyen sermest ü hayrenem veli Gör neçe Mansur teki men dâre muhtaç olmuşam Şah İsmail nefeslerinde şahlığını sürdürüyor. Ancak kendisine şah diye seslenirken Tanrı'ya da Ali'ye de şah diyor. Şahları birbirine karıştırıp insana-kendisine eşleştirince, "çağırın gelsin Ali'yi'' diye buyuruyor. Sonra kusur isledigini anlıyor. Özlemini çektiği Ali için, "Ali gelir m'ola bize?'' diye figana başlıyor: Şu karşıki yüce dağlar indi şaha secdeyledi Mülkiyesi ulu hanlar indi şaha secdeyledi Benim istediğim kendi erenler ikrara kandı Muhammed miraçdan indi İndi şaha secdeyledi Benim istediğim Mansur canım kurban Hakka yesir Şirin serden Hasan Mansur indi şaha secdeyledi Ali'dir Tanrı'nın dostu hü dedi zülfikâr kesti Salman'ın hırkası postu indi şaha secdeyledi Çağırın gelsin Ali'yi erenler içti doluyu Hacı Bektaşı Veliyi indi şaha secdeyledi Müştakım yolun gözlerim Ali gelir m'ola bize Ağlar ağlar da dönerim Ali gelir m'ola bize Eyub gibi kulu ile Hakka giden yolu ile Hacı Bektaş Veli ile Ali gelir m'ola bize Salman mührü basan ile Mansur kendin asan ile İmam Hüseyin Hasan ile Ali gelir m'ola bize Şah Hatayim bir din eri vardır gerçekler hüneri Sağ elinde zülfikârı Ali gelir m'ola bize Ve Ali gelir ama Şah Hatayi'ye neler eder neler! Tutup dâra çeker onu, sorgudan sualden geçirir. Ali candır, canandır; sevgilidir ve herşeydir Hatayi için: Gel Ali'm yola gidelim Ali'm kendi yolu ile Açlar doyar susuz kanar leblerinin balı ile Ali'm bana neler etti aldı elim dâra çekti Üstüme yürüyüş etti elindeki dolu ile İçilmez dolu içilmez sevgili dosttan geçilmez İkisi birdir geçilmez has bahçenin gülü ile Aşk urur devran döner kuş budağa birdem konar Doldurmuş dolusun sunar Ali'm kendi eli ile Erenler lokması nurdur lokmaya elini sundur Şah Hatayi'im doğru yoldur Ali'm kendi yolu ile Ama Şah İsmail Hatayi en güzel erkân ve Dâr tanımlamalarını Muhammed-Ali üstüne yazdığı şu nefeste yapıyor. Şah Hatayi bu nefesinde Dârın efsanevi kökenine ışık tutarak, onu Miraç gecesindeki Kırklar cemine bağlamaktadır: Ben Ali'yi gördüm arşta durunca Yerin göğün binasını kurunca Ali'nin sırrına kimse ermedi Cebraile bir kez sual sorunca ... Ortaya aldılar imam Cafer'i Elele tuttular çekti katarı Şükreyledi iki cihan serveri Hutbe okunup da İkrar verince Muhammed miraçda burağa bindi O nasıl buraktır ünü bilindi Ay ile güneş de secdeye indi Ali'yle Muhammed dâra durunca Hakikat kapısın ol server açtı Ali'yle Muhammed erkâna düştü Bu hikmeti gören kendinden geçti Yer gök titredi Tarık gelince Cebrail erkâanı eline aldı Destur ey Şah dedi beline çaldı Selman da ol demde pür serdan oldu Doldurup kadehi ele alınca ... Kâfirler elini batırdı kana Ali'yi sevenler gelsinler ceme Bu nefes söylendi onyedi hane Ali'yle Muhammed dâra durunca Balım Sultan; Istıvayi özler gözüm Anal Hakkı söyler sözüm Sab'l matanidir yüzüm Miracımız dârdır bizim derken dâr meydanını Tanrı katı olarak görüyor. Yedi kat göklere çıkarak Tanrı cemalını aramaya ne gerek var? Tanrı yüz hatlarını oluşturan Kur'an'la insanla bütünleşmiştir. Yunus'umuza gelince; o Mansur'la dâra durduğunu ama boğulmadığını ve Tanrı'yla bütünleşip ölümsüzleştiğini ima etmekten çekinmiyor: Mansur idim ben ezelden Anın için geldim bunda Yak külümü savur göğe Ben enelhak oldum ahi Ne oda yanam dağılam Ne dâra çıkam boğulam İşim bitince yürüyem Teferrüce geldim ahi Yunus Tanrılığında öylesine iddialı ki herşeyi yapanın kendisi olduğunu; Muhammed'in kendisine miraç kıldığını söylüyor Musa ile binbir kelâm ederken, İsa'yı göğe çeken, İbrahim'e içine atıldığı ateş bağ ve bostan eden kendisi olduğu gibi, İbrahim Edhem'e tacını tahtını bıraktırıp Hak yolunda koşturtan da odur. Mansur'la dâra asılan da asan da kendisidir: Abdürrezzak ol derviş yoldaş edindi beni Hallacı Mansur ile dâra asılan benim ... Nemrud od un İbrahim'e ben bağ u bostan eyledim Küfür yüzünden doğuben gene od u yakan benim Ol Hallacı Mansur ile söyler idim enelhak Benim gen'onun boynuna dâr urganın takan benim Zaman sonsuzluğunun ötelerine geçen ve zevale ermeyendir insan. Evrenin yöneticisi süphan odur, Yunus'tur: Evvel kadim önden sona zevali yok sultan benim Yedi iklime hükmedip diri tutan süphan benim ... Mansur aydur enelhak der suretin oda yak Deynüz dâra gelsünler ben dârı kura geldim Görüldüğü gibi Dârağacı ve Hallacı Mansur, dâra durup suçlardan ve günahlardan arınıp insan-ı kâmil Tanrısal bütünlüğe ermeğe simge olmuştur. İnsan büyüyüp büyüyüp başı göğe değerek Tanrılaşmaya yönelir dârda, dâr meydanında. Oniki Hizmet Sahibi Toplu Dârı Görgü ceminin başlangıcında, cemin iyi bir biçimde yönetilmesi düzeni intizamı için yapılan geleneksel işbölümünü üstlenen 12 hizmet sahibi bu dârdan geçerek görevlerine başlar. Pir ya da mürşid Şah Hatayi'nin aşağıdaki nefesini söyleyerek onları Dâr Meydanına çağırır: Haktan bize nida geldi PİRim sana beyan olsun Şahtan bize nida geldi Pirim sana haber olsun Şahtan bize nida geldi REHBER sana haber olsun Şahtan bize nida geldi PEYİK sana haber olsun Yola giren hacıdır Güruhları nacidir Cemin kilidi kapıcıdır KAPICIya haber olsun Hak kuluna eyler nazar Dört nesneden adem düzer Kallaş gelmiş cemi bozar GÖZCÜ sana haber olsun Gelin girelim irfana Mümin ü müslim üryana Tekbir verelim kurbana KURBANCIya haber olsun Mümin müslim yakın ister Münkirlerder sakın ister Delil yanmaz yağın ister ÇERAæCIya haber olsun Müminler girdi meydana Münkir sürüldü zindana Hizmet verildi Salman'a SÜPÜRGECİye haber olsun Mümin müslim bir oturur Kurbana çomça batırır Cemaata lokma yetirir NAKİPCİye haber olsun Yola giren haslar hası Silinsin kalblerin pası Doldur ver bir engür tası SAKA sana haber olsun Zakirin zikri saziken Kara okur beyaz iken Mümin müslim niyaz iken TEZAKARa haber olsun Şah Hatayi'm varı geldi Haktan güle zarı geldi Pirden bize destur oldu İZNİKÇİye haber olsun Eğer cemi mürşid yönetiyorsa Pir de dâra durur. Nefes bittiğinde 12 hizmet sahibi tek sıra halinde, Dedenin karşısında Mansur dârındadırlar. Başlar açık, beller kemerbestli ve ayaklar mühürlüdür. Hepsi görevlerini bilmekteyseler de Dede tek tek açıklama yapar. Sorumluluklarını teker teker anımsatır. Ancak daha önce hizmet yapmaya özürlü olanlar durumu açıklayıp, yerlerine vekillerini koymuşlardır. Bu özürler fiziksel rahatsızlıklar olduğu gibi, görgüye katılamıyacak denli kabahatlılık durumları da olabilir. Örneğin, bir hizmet sahibinin taliplerden biriyle anlaşmazlığı vardır; bu anlaşmazlık ortadan kalkmadığı, yani karşılıklı barışılıp razılık alınmadığı sürece ceme giremeyeceği için hizmet göremez! Gerçi bu ilk toplu dârdan önce arıştırılıp soruşturulmuş ve gönül yıkanlar razılıklarını almışlardır. Buna rağmen Dede görev açıklaması yapıp, sorumluluklarını anlattıktan sonra cemdeki canlara sorar: "Canlar! Oniki hizmet sahibi dâr çekiyor; biz hizmetlerimizi hakkıyla yapmaya hazır ve nazırız diyorlar! Hizmete özürümüz yok, hizmette kusur da yapmayacagız demektedirler! Kimseden ağrınan incinen var mı? Razı mısınız hepsinden? Hizmetlerine başlasınlar mı?'' Hep birden: "Allah eyvallah! Şaha kadar razıyız hepsinden!'' dediklerinde, Dede: "Hepsini hizmete layık gördünüz, dârlarına ortak oldunuz edep erkân gelerek. Hizmet yapmalarına da yardımcı olacak ve zorluk çıkarmayacaksınız.'' dedikten sonra, dârdakileri Fazlı dârına ya da çengel dârına geçirtip, yani eğilmelerini söyleyip şu duayı okur: "Allah allah allah! Gördüğünüz ve göreceğiniz hizmetten hayır hasenat bulasınız! Ali mürşid, rehber Muhammed, pir Hacı Bektaş Veli, süpürgeci Salman, gözcü Karaca Ahmet Sultan ve bütün hizmet pirleri evliya-enbiya hizmetlerinizi kabul yüzünüzü ak eyleye! Hizmetlerde kuvvet ve kolaylık vere! Onikimam yardımciniz ola! Hüü gerçeğin demine!'' Bu dua üzerine hizmet sahipleri Dedenin eteğine niyaz ettikten sonra, birbirleriyle de göıüşerek görevlerinin başına giderler. Bu ilk günden sonraki Görgü gecelerinde, her hizmet sahibi canlar toplanmadan birer ikişer gelip dualarını alarak, görevlerini düzenli sürdürürler. Musahib Tutma Dârı Musahib tutmanın tüm aşamalarını, musahiblik kurumu üzerinde yaptığımız küçük çalışmada genişçe incelediğimizden, burada fazla ayrıntıya girmeyeceğiz. Ancak önce Dâr duruşuna, Dâr meydanına çıkışa, göreve inançları ve düşünceleri uğruna canlarını vermiş, egemenlerin katlettiği bazı yüce adların simgelediği Dâr çeşidine değinmek gerekiyor. Çalışmamızın ikinci bölümünü bu büyük ve devrim yaratmış insanları inceleyerek, tarihsel maddeci yorumlar üzerine oturtma denemesine ayırdık. İmam Caferi Sadık buyruğunda dört biçimsel Dâr, belki daha doğrusu Dâra duruş aşamalarından sözedilmektedir: "Ve dahi sorsalar ki Dâr kaçtır? Cevap verkim dörttür: Evveli Dâr-ı Mansur, ikinci Dâr-ı Fazlı, üçüncüsü Dâr-ı Nesimi ve dördüncüsü Dâr-ı Fatma. Evvel Dâr-ı Mansur; Dâra asılır gibi doğru pir nazarına durup, elini sallandırıp berdar (Dârağacındaymış gibi) olmaktır. Dâr-ı Fazlı; aşk ola dedikte secdeye varmaktır. Çünkü Fazlı'yı yüzüstüne bıçağa bıraktılar. Bu secdeye yatma Fazlı gibi hançer ciğerimde demektir. Doğrulup oturduğunda Dâr-ı Nesimi olur; Nesimi gibi postumu yüzdürdüm demektir... Dâr-ı Fatma ise ayağını birbirinin üstüne koymaktır... Bir sofu sıdk ile (içten inanarak) Dâra dursa bu dört Dârın piri ol mümine şefaat eder...'' Görülüyor ki Dâra durmak, geniş anlamıyla pir huzuruna varmak, meydana ve Cemi oluşturan tüm canların karşısına çıkmaktır. Ayaklar mühürlü, yani sağ ayak baş parmağı sol ayağınkinin üzerine konmuş durumda (Fatma Ana Dârı), ayakta eller yana salınmış ve baş omuzlardan birine doğru eğilmiş (ber-Dâr, Dârağacında asılı gibi, Hallacı Mansur Dârı) beklemek. Eğilip dua alarak Pir eteğine niyaza varmak Fazlı Dârı; oturup diz kurarak edep erkâna gelmek ise Nesimi Dârı olarak adlandırıyor. Bir bakıma biçim olarak Dâra çıkmanın baştan sona değin geçen evrelerinin adlarıdır bunlar. Burada önemli olan Alevi-Bektaşilerde Fatıma, Hallacı Mansur, Fazlı (Fazlullah) ve Nesimi'ye verilen değer ve duyulan saygıdır, onların önder kabul edilmesidir. Musahiblik Dârında bu biçimsel evrelerin hepsi de uygulanmakta ve sık sık özellikle Mansur'un, Fazlı ve Nesimi'nin adları geçmektedir. Musahiblik Dârına Muhammed-Ali yoluna ilk kez giren, ikrar verecek canlara yol gösteren hizmet sahibi rehberle birlikte durulur. Rehber, kardaşlık olacak canlar bekarsa iki sofunun, evlilerse bacılarla birlikte dört canın önünde bulunur. Boyunlarına geçirilmiş tığı bend ya da düğümlenmiş mendilden tutup çekmektedir. Rehber musahib çiftleri, Muhammed-Ali yoluna girebilmeleri için her bakımdan gerektiği gibi hazırlamıştır. Genellikle "ölmeden önce ölmek''i simgeleyen, akbezlere sarılıdır kefene dolanmışcasına. Ayakları yalınayak, başları açıktır. Bellerinde kemerbest (belbağı) vardır. Rehber canları eşiğe niyaz ettirir. İçeri girip, Dedenin huzurunda "Hü!'' deyip dururlar (Mansur Dârı). İmam Caferi Sadık buyruğuna göre: "Burada Pir diye ki; Niçin geldiniz? Rehber diye ki; Bugün Mansur gibi Dârı, NESİMİ gibi bıçağı, Fazlı gibi hançeri ihtiyar edip (kabullenip) tabakatı evliyaya ikrar verip, can verip canan almaya geldik! Pir diye ki; Ey talipler bu bir uzak yoldur, gelemezsiniz! Gelme gelme, dönme dönme! Gelenin canı, dönenin malı! Bu yol demirden yay oddan gömlektir giyemezsiniz, gidiniz! .. Sonra onlar geri gideler eşiğe varıp gene geleler. Pir üç kez bu minval üzere söyleye...'' Yola girerken pirin musahib olanlara söylediği "Gelenin canı, dönenin malı'' yaptırımı simgeselliği vurgulanarak bazı yorumlar getirilebilse dahi, bunun tersi biçiminde belgilenmesi Aleviliğin temel felsefesine çok daha uygun. Kaldı ki birçok kitaplarda "Gelenin malı, dönenin canı'' biçiminde geçmekte ve çoğu Dedeler böyle uygulamaktalar. Yola girerken malını-mülkünü, kendine ait olan herşeyini meydana koyup, ortaklığa sunmak değil midir musahiblik? Yoldan döndüğü takdirde, R. Yürükoğlu'nun deyişiyle, "Dükkanı kapatıp, anahtarı teslim ederek çekip gidilecek (mi?)'' yermiş ortamı seziliyor birinci belgide. Öyleyse yaşam biçimine dönüştürülmüş kutsal Muhammed-Ali yolundan dönen için, "Can pazarı'' yaptırımı konulmuş olması daha usa yatkın görünüyor. Yaptırımın zalimane eylemsel uygulamasına da gerek yok. Muhammed-Ali, erler evliyalar "canına karim'' olacak inancı ve onlardan gelecek "görünmez kaza-belalarla'' yok olacağı telkinin yarattığı ruhsal gerilimdir bu yaptırım! Belki de kasıtlı sokulmuştur "Gelenen canı...'' belgisi. Eğer gerçekten öyle olsaydı, malını dedeye dergâha bırakan döner ve yüzyıllar boyunca yapılan baskı ve zulümle Aleviliğin imi bile kalmazdı. Yine Yürükoğlu'nun söylemiyle; "Zamanın koşullarının gerektirdiği budur; dün de bugün de Gelenin malı ve Dönenin canı belgisi, doğru olanıdır.'' Kapıdan her içeri girişte, Dâr meydanına gelinceye dek dört kapının erenlerine simgesel olarak selam verir rehber. Üçüncü kez Dâra çıktığında; "Pir huzuruna bir (iki) çift koç kuzulu kurban getirdim. Al kabul et Allah eyvallah!'' diyen rehber tığıbentten çeker ve hep birlikte Dedenin önünde yere kapanırlar. Bu durumda da ayaklar mühürlü, yani Fatma Dârı vaziyeti bozulmadan Fazlı Dârına durmuşlardır. Dede eliyle ya da asasıyla rehberin omuzuna, Allah-Muhammed-Ali! diyerek üç kez dokunur ve "Hizmetlerin kabul yüzün ak olsun! Pir divanına yazılsın! Oniki imam katarından didarından ayırmasın, hüü erenler!'' diye duasını okur ve rehber kalkarak tığıbendi Dedeye verir. Dede Fazlı Dârındaki musahib canların üzerlerindeki kefeni simgeleyen akbezi kaldırır ve şu duayı okur: "Allah Allah! Geldiğiniz yoldan, durduğunuz Dârdan ve çağırdığınız pirden şefaat göresiniz! Cenabı Hak, Hünkâr Hacı Bektaş Veli Sultan Allaha kul, Muhammed'e ümmet ve Ali'ye talip eyleye! Bu yoldan, bu DârDâr ve didardan ayırmaya! Ceddi cemalımız yaramaza, uğursuza ve pirsize duş getirmeye! Şeytanın şerrinden, gafil gadadan-görünmez beladan koruya! Cenabı Allah hayırlı devlet, hayırlı evlat hayırlı rahmet ve bereketn ihsan eyleye! Dârınız niyazınız kabul ola, gerçeğee hüüü!'' Dede tövbe telkinini yaptırıp, bellerini sıvadıktan sonra doğrultur secdedeki canları, edeb-erkân otururlar. Dede cemdeki canlara dönerek "Erenler Cemine dört (iki) yeni can girdi. Bunlar artık yol kardeşlerinizdir. Onikimamların huzurunda onları candan saklayıp koruyunuz! Hüü gerçeğe, Allaheyvallah!'' dedikten sonra musahib canları yeniden rehbere teslim eder. Rehber onları meydan halkasına ve yanına oturtur. Yola girmiş, ikrar vermiş bu canlar edeb-erkân durumunda, yani Nesimi Dârındadırlar şimdi. Artık zakirlerin musahiblik üzerine söyledikleri nefes ve düvazlar dinlenir. Arkasından yeni yola girmiş canların tarık altından geçmelerinden sonra doluları içilecekve kestikleri kurban lokmaları yenilecektir.