Fazlullah'ın, şiirlerinde Naimi mahlasını kullandığı bir divançesi dışında başlıca şu yapıtları vardır 1) Cavidan-nâme; Gurgan lehçesiyle yazdığı bu yapıt, Fazlullah'ın kurduğu sistemin anahatlarını belirten düzyazı bir kitaptır. İçinde geçen yer adlarından anlaşıldığına göre Cavidan, uzun süre birçok yerlerde aklına gelen ve gerekli gördüğü tevillerin kaydedilmesinden oluşmuştur. Kızı Mahdum-Zâde Nusrat'ın bizzat kendi el yazısıyla yazdığı nüshadan 1584 yılında Vecihi adında ozan bir kişi tarafından çoğaltıldığından birçok nüsha günümüze kalmıştır. Ayrıca 17. yüzyılın başlarında Mürtaza adında bir Bektaşı dervişi, bu yapıtı kısaltarak Dürr-i Yetim adıyla Türkçeye çevirmiştir. 2) Hab-nâme'de Fazlı'nın, İzzeddün Şah Şüca (ölm. 1384) adına bir fıkıh kitabı yazmış olduğu kayıtlıysa da günümüze gelmemiştir. 3) Nawm-nâme; düş yorumlarıyla geleceğe ilişkin haberler veren ve çeşitli tarihsel olaylar anlatan düzyazı yapıt. 4) Mahabbat-nâme; Gurgan lehçesiyle yazılmış ve düzyazı. 15. yüzyıl Hurufilerinden Abdülmecid bin Feriştah İzzeddin'in Hidayet-nâme'si bu yapıtın etkisi altında kaleme alınmıştır. 5) Arş-nâme; Farsça ve mesnevi tarzında manzum bir yapıt. Diğer adı da Cavidan-ı sagir, yani Küçük Cavidan'dır. Hurufi inanç sisteminin ilkelerini şöyle özetleyebiliriz: Varlığın ortaya çıkışı, yaratılışı sesledir. Ses canlılarda eylemsel, cansız varlıklarda ise gizli güç (potansiyal) olarak mevcuttur; yani cansız birşeyi birbirine vurduğumuzda cinsine göre özündeki ses duyulur. Canlılarda irade-istemle meydana çıkan sözcükler oluşur. Bunlar da harfler aracılığıyla olur. Muhammed 28 harfle konuşmuş ve Kur'an bu harflerden ortaya çıkmıştır. Pers dilindeyse 32 harf vardır ve Fazlullah'ın Cavidan'ı 32 harfle yazılmıştır. İnsan yüzünde yedi siyah hat vardır; iki kaş, dört kirpik ve saç Bu yedi hatla anadan doğduğu için bunlara Hutut-ı Ummiya (Ana hatlar) adı verilir. Bu yedi hat Kur'an'ın ilk suresi ve özü olan Fatiha'nın yedi ayetini karşılar. Hurufi için dünya Tanrı varlığının ulu tecellisidir ve bu insan yüzünde belirmektedir. İnsan yüzü en mükemmel Kur'andır. Fazlullah Adem'e dokuz, İbrahim'e ondört, Muhammed'e yirmisekiz harf verilmiş olduğunu kendisine ise otuziki harf bağışlandığını söylemiştir. Hurufilik namazı, orucu, haccı ve zekatı, bütün şeriat hükümlerini yirmisekiz ve otuziki harfe indirgeyerek; bu harflerin insanda mevcut olduğunu kabul edip, hükümlerin uygulanması zorunluğunu ortadan kaldırır. Harf gizemciliğinde evrenin devri üç ilke üzerinde oturmaktadır; Nübüvvet, İmamet ve Uluhiyyet! Nübevvet, yani peygamberlik Adem'le başlamış, en olgun ve son çağını Muhammed'de bulmuştur. Ondan sonra Ali ile imamlık dönemi başlamış ve onbirinci imam Hasan ül Askari ile bitmiştir. Kendini Mehdi gören Fazlullah'ın ortaya çıkışıyla Uluhiyyet (Tanrısallık) dönemi başlamıştır. Bütün peygamberler Fazlı'nın tanığı ve müjdecisidirler. O son Tanrısal açınım ve ortaya çıkıştır! Hurufilik inancının aslı insanı Tanrılaştırmaktır. Evren mutlak varlığın zuhurudur. Ancak bu zuhur (gizli) güçler aleminden doğa ve nesneler alemine gelmiş; göklerle dört unsurun birleşmesinden cansızlar, bitkiler ve canlılar doğmuştur. Bu son devirdir ve insana geldiğinde tam kemalini bulmuştur. İnsan evrenin gözbebeğidir. Ancak insanların içinden biri evrenin emiri, yargıcı ve mutasarrıfıdır. Her çağda bulunan bu tek insan peygamber ve imamdır. Her peygamberin gizine ulaşmış bir vasisi vardır ve kendisinden sonra ümmetine imam olmuştur. Fazlı Muhammed'in müjdelediği Mehdi, Musevilerin beklediği Mesih ve Hıristiyanların gökten yere ineceğine inandıkları, Müslümanların da kabul ettiği İsa'dır. Abdülbaki Gölpınarlı "Böylece bütün peygamberlerin müjdeledikleri dönem başlamış, kıyamet kopmuş ve bu dünya ahirete dönüşmüştür artık!'' diye bağlayarak uluhiyyet (Tanrılık) devrini böyle değerlendiriyor. Bizce Fazlullah Hurufi kendi dönemini Uluhiyyet (Tanrısallık) olarak ilan etmesi, dünyayı artık ahiretmiş gibi görmesinden değildir. Tanrı'yı kendi içinde bulmasından ve insanı Tanrılaştırma aşamasına ulaşmış olmasındandır. Üstelik çok iyi bilindiği gibi Hurufiler, özellikle Rum ehli yani Anadolu Hurufileri ölümden sonra başka bir yaşam olmadığı ve birleşikliğin-tümelliğin basite, ayrıntıya döneceğine; aynı zamanda insanın bu dünyada otuziki harfin gizemine erdiğinde, yani gerçek Hurufi olduğunda kendisinden tüm dinsel teklifin kalkacağına inanmaktadırlar. Bağdad Hurufi dervişleri de bunu kabul etmektedirler. Ve Hurufiler "Sahib-i Tavil, yani Fazlullah, Fazl-ı Hak bizim namazımızı da kıldı, orucumuzu da tuttu; artık bize bu teklif yoktur. Dünya bize cennettir; cennette ibâdet teklifi olmaz!'' demektedirler. Harf gizemciliğindeki bu, tutum Anadolu Aleviliğinde "Bizim namazımız kılınmış, orucumuz tutulmuş!'' ilkesel söylemini doğuracak ve uygulamasını bulacaktır. Buna karşılık Hurufiler arasında tapınma, ibâdet gereği görenler olmuşsa da, Fazlullah'ı Tanrısal ortaya çıkış (zuhur) kabul ettiklerinden İslam şeriatının tapınçlarında büyük değişiklikler yapmışlardır. Örneğin kelime-i şehâdeti "Eşhedü en lailahe al Fazlullah!'' biçimine sokmuş; abdest ve namazlarda yirmisekiz ve otuziki harfi belirten Farsça beyitler eklemişlerdir namaz surelerine. Hacları Alıncak'da Maktal-gah denen Fazl'ın öldürüldüğü yerde yapmakta ve ihrama bürünmektedirler. Alevi-Bektaşi cemlerine bazan ayetlerle birlikte çoğunluk Türkçe nefesler-şiirler okunması, Hurufi tapıncından geçmiş ayrıntılar olarak değerlendirilebilir. Harfçilik gizeminde, arab alfabesinin birinci harfi olan Elif çok önemlidir. Ferideddün Attar yirmisekiz harfin, Elif'in çeşitli biçimlere dönüşmesinden meydana geldiğini uzun betimlemelerle anlatır. Bundan hareket edilerek, Kur'anın anlamı bir tek Elif harfinde aranır. Elif mutlak olanı, yani yaratılmamış varlığı Tanrı'yı simgeler mutasavvıf Ruzbihan Bakhlı'ya göre. Yunus Emre ise "Erenler ve evliyaların birer Elif olduğunu'' söylerken, Fazlullah'dan 80-90 yıl önce Tanrı'yı, harfler gizeminde insanlaştırmıştır. Hurufiliğin ya da harf simgeciliğinin bir başka yaklaşımı Alevilikteki "Hak Muhammed Ali üçü de birdir / Üçü de bir sırdır nur-u vahiddir'' inancıyla içiçedir. Bu yaklaşımı Elif harfinin arapça okunuşunda kullanılan harflerle, bu üç kutsal adın (nomina sacra) baş harflerinin sayısal değeri üzerindeki yorumlardır. Şöyleki; Allah= Elif= E (1), L (30), F (80)= 111 ve Allah, Muhammed ve Ali'nin ilk harfleri, yani Elif (E)= 1, Mim (M)= 40, Ayn (A)= 70 harflerinin sayısal değeri de 111 dir görüldüğü gibi. Böylece Allah= Allah, Muhammed ve Ali bağlamındaki, yani daha doğrusu Allah-Muhammed-Ali üçlemindeki "Birlik'' ortaya çıkıyor. Hurufilerin ana kitapları Farsça ve Türkçe olmak üzere iki bölümde zikredilebilir. Yukarıda Fazlullah'ın önemli kitaplarının adlarını vermiştik. Bunlardan en önemlisi Farsçanın Gurgan lehçesiyle yazmış olduğu Cavidan-Nâme'dir. Konu içinde bazılarının adlarını verdiğimiz öbür yapıtlara gelince: Fazlullah'ın ileri gelen halifelerinden Emir Seyyid Ali, diğer adıyla Aliyy-i Ala'nın Tevhid-Nâme ve Kıyamat-Nâme'si; Mir Şerif'in Hace-Nâme, Mahşer-Nâme, İsm-ü Müsamma ve Beyan-ül Waki adlı yapıtları; Emir İshak'ın Hab-nâme, İşarat-nâme, Mahram-Nâme ve Turab-Nâme'si; Emir Gıyaseddin'in Istiva-Nâme'si ve diğer bir halifesi Abul Hasan'ın Başarat-Name ve Zubdat-un Necat gibi daha bir çok halifeler ve onların ardıllarının yazdıkları Farsça yapıtlar. Azerbeycan'dan İran'a ve Anadolu'ya yayılan Hurufilik, 15. yüzyıldan itibaren Farsçayı bırakıp Türkçenin etki alanına girmiş ve Türkçe yapıtlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Fazlullah'ın önemli halifelerinden Nesimi bir büyük Divan oluşturacak kadar Türkçe şiirler yazmış ve Mukaddimat-ul Hakaik (Gerçeklerin başlangıcı) adlı risalesini Türkçe düzenlemiştir. Başarat-Nâme ve Genç-Nâme adlı mesnevileri, Nesimi'nin ardılı (Halifesi) Rafii Türkçeye uyarlamıştır. Bugün türbesi Preveze'de bulunan bu büyük Hurufi babası Rafii, Abdülmecid bin Feriştah İzzeddin'in Aşk-nâme ve Ahiret-nâme'sini ve Emir İshak'ın Hab-nâme'sini de Farsçadan Türkçeye çevirmiştir. 1495-96 yılında doğmuş olduğu bilinen Akyazılı İbrahim-i Sani'ye mensup Yemini Fazilat-Nâme'sini Türkçe yazmıştır. Bundan önce Wilayet-nâme-i Şahi adı verilen Otman Baba Vilayet-nâme'si, dervişlerinden Küçük Abdal tarafından yazılmıştı. Aynı koldan gelen Muhiddin Abdal ve Kasımi Hurufi inançlarını heceyle yazdıkları mani tarzındaki dörtlüklerle yaymaya başlamışlardır. 16 ve 17. yüzyıllarda yaşamış Derviş Mürtaza adındaki bir Bektaşi dervişi Cavidan-Nâme'yi Türkçeleştirmiştir. Bu bölümün girişinde verdiğimiz nefeslerde görüldüğü gibi, 14. yüzyılın sonlarında Nesimi'den başlayarak 20. yüzyılda yaşamış Türabi Sani'ye kadar Alevi-Bektaşi ozanlarının bir çoğu harf simgeciliği ve bu akımın gizemciliğini şiir ve nefeslerinde işlemişlerdir. Hurufiliğin inanç ilkeleri, tapınçları ve felsefesiyle, dünyasal yaşam biçimiyle büyük çapta Alevi-Bektaşiliğin içine girmiş onun potasında erimiştir. Nefeslerde şiirlerde işlenen harf gizemciliğinin ilkeleri, aynı zamanda resmedilmiş ve seslendirilmiştir; "İnsan ve evren, İnsan-ı Kâmil, pençei-i Ali Aba ve Allah-Muhammed-Ali birliği'' tabloları vücuda getirilmiş 32 harfin mucizeleriyle! Ve müzik makamları oluşturulmuştur. Hurufilik konusunda verdiğimiz özeti sonlandırmadan önce, harf simgeciliği ya da gizemciliği inancının 14. yüzyılın sonlarına doğru Fazlullah Hurufi ile başlamadığını belirtelim. Astrabadlı Fazlullah, en az bin yıllık geçmişi bulunan ve çok çeşitli uygarlıklar ve dinlerin harf ve sayı simgeciliği üzerine Hurufilik binasını kurmuş ve çok farklı yorumla bir inanç sistemi ve sosyal yaşam biçimi oluşturmuş. Sistemin özü harf ve yazıya dayandığından doğal olarak çok sayıda yapıtlar ve yazınsal ürünler ortaya çıkmıştır. Şimdi harf ve sayı simgeciliğinin bin yıllık geçmişinin çok kısa bir özetini verek konuyu bağlamayı deneyelim. Ancak eğer kökenine ineceksek simge, yani sembol (grekçe symbolon sözcüğünden batı dillerine geçmiştir) sözcüğünden başlamak gerekecek. Sözcük eski Yunan mitolojisiyle ilişkilidir. Ölüm Tanrıçası Ker ve ölüm cinleri Keres, Anadolu ana-bereket Tanrıçası Kybele ve ayrıca Mithra gizemlerini ifade eden sözcüklerin ilk harflerine Grekler symbolon (sembol, işaret simge) adını takmışlar ve harfler gizemleri ifade eder olmuş çok eski çağlarda bile. Hıristiyanlık aynı anlayış içerisinde simgeciliği Credo (inanç, dinsel metinler)ya ekledi. Üç kısıma ayırmak uygun olur: 1) 2. yüzyıl apotre (havari, aziz)larının simgeciliği 2) 325 yılındaki Nikaia (İznik) konsilinde Baba-oğul özbirliği, yani monophysizme (tek cevherdan olma) kararından sonraki harf simgeciliği 3) 380 yılındaki İstanbul konsilinde alınan kararlarla Kutsal Ruh (Saint-Esprit)un doğasının sınırlandırılmasıyla başlayan harf simgeceliği. Hıristiyanlıkta Nomina Sacra (Kutsal adlar)nın harf ve rakamlarla ifadesi yukarıda söylediğimiz gibi daha ikinci yüzyılda başlamış bulunuyordu. Bizans epigrafisi (yazıtbilim) pek çok örneklerle doludur. Bu mistik yöntem, yani harfler ve harflerin karşılığı olan sayılarla sözcük ve cümle türetmek ve kutsal anlamlar üretmek önceler Doğu'da yaygınlaşmış ve sonra Batı'ya geçmiştir. Görülüyor ki arap harflerinin sayısal karşılıklarından yaratılan Jafr tekniği (Ebced hesabı!) grek alfabesi kullanmakta doğu Hıristiyan dünyası tarafından biliniyordu. Kaldı ki Hıristiyanlıktan çok önce Greklerde sayılar alfabenin harfleriyle yazılıyordu. Örneğin; alfa=1, beta=2, gamma=3, delta=4, epsilon=5 biçiminde harfler sayı olarak günlük sosyal yaşamda kullanılıyordu. Hıristiyanlık nomina sacra'sında kısaltmaları, harflerle simgesel biçimde gösterildiği gibi, sayısal değerleriyle (İsopsophisme) daha da gizemli duruma sokmuşlardır. Bazı örnekler: Alfabenin ilk harfi Alfa ile son harfi omega; başlangıçtan sona, ezelden ebede! Bu iki harfin arasındaki 24 harfle tüm yaratılışın gizeminin ifade edilebileceği inancı vardır. KE=IEI= 25 = Kürios, dominus (Hz İsa); XMF= He Hagia trias Theos (Kutsal üçlü Tanrı); H0OWA= 888= İesus HNA= 8051= Kürios phülakse ten eisodon sou kai eksodon apo nün kai heos aionon amen! (Ey büyük efendi, şu andan sonsuza kadar sana inanan ve yüzçeviren herkesi koru!) Ayrıca Hıristiyanlık esoterique (batıni) simgeciliğinde birinci planda rol oynayan eşkenar üçgendir. "Olmaklığın ve varlık-var oluş''un simgesi bu geometrik figür; esetorisme'in tepedeki ve dipteki, yukarıdaki ve aşağıdaki sınırlarını tayin eder. Bu eşkenar üçgen aynı zamanda Delta harfidir. Bu şekil mistik merdivenin tepesini oluşturur ve ortadaki ışık saçan göz tarafından tamamlanır. Bu göz Kutsal Üçlü'nün simgesi "Herşeyi gören''dir. Bir daire içine çizilmiş olan eşkenar üçgen, daire çevresini 120 derecelik üç parçaya böler. Hıristiyanlık esoterizminin simgecilik temelinde ikinci figür, daire çevresini 90 derecelik dört kısma bölen Kare çizimidir. Bu içine kare ve eşkenar üçgen çizilmiş daire çok önemli bir esoterik simgeyi vurgular. Anlamı şudur: Daire = L'esprit= pnevma = Akıl, düşünce Üçgen = L'ame =Psykhe = Can Kare = le corps = hyle = vücut, beden Simgesel olarak temsil edilen, insan doğasının içsel bağımsızlığıdır. Saint Jean'a göre; buradaki bilgelik, sayı ile hesap yapacak akıla sahip olmaktır. Zira insanın da bir sayısı vardır, 666! Simgesel görünüşlerden biri, insan ve ortaklığıdır. Objektif bir olgu vardır burada; gerçek neden doğal nedendir, yani şeylerin doğasından akıp gelen ve gerçek başlangıcının gizemlerinin gizeminden çıkan doğal neden! Esoterique grafik simgelerinin sistem bütünselleği, bu poligonların sayısal sınırıdır;eşkenar üçgenle başlatılan 22 sayısı! 5 kollu üç yıldızla beşgen, 6 kollu üç yıldızla altıgen ve 8 kollu üç yıldızla sekizgen üretebiliriz. Böylece Evrenin yapısını, yani mikrokosmosdan makrokosmosa kadar her şeyi, yaşayan her canlıyı kapsayan 5 geometrik simgeyle sistem tamamlanabilir. Üç oktavlık kosmik sistem bütün kısımları, fizik organları, vücudu, ruhu ve aklını oluşturan fiziksel ve ruhsal bölümleriyle evrenin tamamını kucaklar. İmamoloji, bütün belirleyici belgeleriyle khristioloji gnostisizmini bir benzeri olarak ortaya çıkıyor; özellikle harfler mistik anlayışının jafr tekniği, Markos gnostik okulunun etkisindedir. Örneğin; beşler kümesi Pentadisme, yani Manicheizm'in çok açık izlerinin bulunduğu bir kosmogoniaya (Evrenin oluşumu) hükmeder. Burada en son Tanrısal uc kathenotheisme ayrımını çözümleyen pentadisme'dir. Caferi Sadık'ın öğrencisi Jabir ibn-i Hayyan'da harf simgeciliği çok önemli bir biçimde sürecek ve büyük değer kazanacaktır. Markos için de Aletheia (gerçeklik) bilgisi harflerden düzenlenir. Şii irfancılığının, yani gnostizminin belki de en eski kurucusu ve savunucusu olan Moghira (737 yılları) için bile harfler Tanrı'nın bünyesini oluşturan ögelerdir. Az yukarıda sözünü ettiğimiz Jabir'in "Harfler dengesi ya da terazisi'' isimli yapıtı ilke olarak, bir başka görünüm altında, dil felsefesinin ana ögesine sahip olmasından gelen etkilenmeyle kendini gösterir. Bu başka görünüş, Jabir harf gizemciliği öğretisi yoluyla, İslam gnostik geleneğine sızma olmasıdır. Jabir öğretisi çok kere antik gnostisizm ve yeni pythagorasçı geleneğinden ödünç aldıklarıyla bunu yapmıştır. Moghira'nın Şii gnostisizmi öğretisinin Markos'unkine ne denli yakın olduğundan söz etmiştik; yani gerçekliğin (Aletheia) bünyesinin harflerle düzenlenebileceği öğretisi! En eski Farsça Umm-al kitab risalesindeki rakamlar ve harfler inancı, şii imamlarının ve göksel varlıklar hiyerarşisinin ilk belirlemeleri görünümündedir. Bir anlamda Kur'anın bazı surelerinin anahtarı gibi olan, bilmece zırhına büründürülmüş harflere yaklaştırmaydı. Henry Corbin, Paul Kraus ve İvanof gibi Şii gnostisizmi ve özellikle İsmailizmi çok iyi bilen büyük araştırmacı bilim adamlarının hemfikir olduğu, harf ve sayı gizemciliği geleneğinin, jafr yöntemi olarak VI. imam Jafr al Sadık (Caferi Sadık) ile İslamiyete girdiğidir. Çok sonraları Buni (1225 yılları) şu düşünceleri ileri sürüyordu: "Biliniz ki Tanrısal gizler ve bilimsel nesneler; zayıf ve yoğun gerçekler veya en üstteki ve en alttaki şeyler olarak iki kategoride toplanır. Harflerin gizleri sayıların içinde ve sayıların açınımı (zuhuru) harflerin içinde bulunur. Sayılar ruhsal nitelemeleri kapsayan en yüksekteki gerçeklerdir. Harfler ise maddi gerçekleri ve oluşumları birbirine birleştiren bağları açıklamaktadır.'' Felsefe dili olarak Jabir'in harfler dengesi (terazisi) öğretisi, bizi gramerci bilgelerin ilgi alanlarına, önçalışmalarına götürmektedir. Paul Kraus, bir yandan dilin sözcüklerinin ayrışımını içeren Jabir'in öğretisi ve öbür yandan Platon'un Sokrates tarafından sergilenmiş, Jabir'inkine benzer ilkeler üzerine yerleştirilmiş dil felsefesi ve Timeon - fiziksel ögeleri harfler ve hecelerle kıyaslayarak- arasında ortaklık bulunduğunu gösterdi. Jabir'in Platon'a yakınlığı ve ondan etkilenmesine karşın, harf simgeciliğinde 10. yüzyılın ilk yarısında İslam dünyasında isim yapmış İbn Masarra antik dönem bilgelerinden Empedokles'in öğretisinden etkilenmiştir. 883 yılında doğmuş olan İbn-i Masarra Cordou'ludur ve Arab kökenli değildir. Cordou Sierra'da çekildiği çileci yaşamında İÖ 5. yüzyılda yaşamış Empedokles'in kosmogoniasını tanıdıktan sonra ortaya çıkıp yükseldi. Sicilya'nın Agrigentum kentinde yaşamını geçirmiş antik bilge Empedokles, aynı zamanda kentdevletinin demokrat parti başkanıydı. Toprak, hava, su ve ateş gibi dört öznesne üzerine kurduğu kosmogoniada (Yaratılış öğretisi) evrensel yaratılış, Eros (aşk, sevgi) ve polemos (nefret, düşmanlık) adlarında iki zıt temel direkle desteklenmiştir. Yaratılış ve doğanın gizlerini araştırma uğruna Etna yanardağının lavlarında yanarak ölmüştür Empedokles. Cordou'da çok sayıda olmayan müridleriyle ortaya çıkmış olan İbn-i Masarra, öğretisini harf simgeciliğiyle yayma yolunu tuttu. Tam bir felsefe ve manevi yaşam yöntemi düzenlemişti. Ama ne yazıkki, ne yapıtlarının gerçek sayısını ve ne de isimlerini tam biliyoruz. Ancak iki tanesi kesin olarak tanınmaktadır: 1) Kendi batıni inanç ve anlayışının anahtar ilkelerini içeren Kitab al-tabsia, yani İçe işleyen Açıklamalar Kitabı! 2) Kitab al-Huruf, yani Harfler, harf gizemciliği kitabı İbn-i Masarra'nın bu kitapları Fıkıhçıların dikkatini çekmekten ve yönetimin öfkesinden sakınarak elden ele dolaştırılarak okunuyordu. Bu şekilde gizli yollarla İslam imparatorluğunun doğusuna kadar girmiş olduğundan orthodoks mutasavvıflardan (Sunni tasavvufçulardan) bazıları bu yapıtlara reddiyeler yazmışlardır. Görülüyor ki Hurufiliğin, yani harf gizemciliğinin geçmişi çok çok eskilere inmektedir. Ama bin yıl sonra Fazlullah Hurufi, onu tam bir inanç ve düşünce biçimine sokarak, maddi yaşama geçirmiştir. Deyim yerindeyse gizemciliğini ortadan kaldırmıştır, simgeleri insan ve maddeyle özleştirerek! Ve 2500 yıllık yoldan gelip Alevi-Bektaşi ozanı Mihrabi'nin şu küçücük dörtlüğünde somut gerçekliğini kazanmıştır: Kur'anidir sözümüz Rahmanidir yüzümüz Hakkı görür gözümüz Aldanmayız hayale ECCE DEUS= ECCE HOMO (işte Tanrı= işte insan) Sonuna yine "İmam Caferi Sadık Buyruğu'"ndan Fazlı Dârına ilişkin bir yaptırım ekleyerek bu bölüme son verelim: "İmdi bir talib yılbaşı gelip de Pir nazarına geçtiği zaman, Pir olan 'Aşk ola!' diye. Talip Fazlı Dârına ine. Pir diyeki; Ey Talip! Cesedine can verdi. Kalbine iman verdi. Söylemeye dil ve tutmaya el verdi! Ne gördün? Ne işittin? Aldığın varsa ver! Ağlattığın varsa güldür! Döktüğün varsa doldur! Yıktığın varsa yaptır Nesimi Dârı ve Seyyid İmaddeddin Nesimi Alevi-Bektaşi toplu tapıncında en önemli kurum olup, baştan beri açıklamaya çalıştığımız gibi çok çeşitli işlevleri olan Dârın üçüncü piri Seyyid Nesimi'dir. Dâra duran, özünü Dâra çeken ya da Dâra çekilmiş olan bir talib meydanda pir huzurunda, cemdeki canların huzurunda Nesimi gibi derisi yüzülmeye hazırdır; kusur ve kabahatlarını ortaya dökecek ve verilecek ceza ne olursa olsun onu göğüsleyecektir. Musahib Dârına durmuşsa, derisini yüzseler ikrarından artık dönmeyecektir. Nesimi Alevilikte ikrarından-imanından dönmemenin, acı ve işkencede büyük direncin simgesidir. Mazlum bir velidir, erdir evliyadır. Hallacı Mansur'la birlikte en çok adı anılan Nesimi'dir. İkrar verirken musahiblik Dârlarında ya da boyverme sırasında "Şah Nesimi, Can Nesimi, Seyyid Nesimi'' diye adı dilden düşmez. Nesimi üzerinde çok sayıda lejandlar (söylenceler) anlatılır. Bir çeşit vaizdir cemlerde erlerin evliyaların öykülerini anlatmak. Bu söylenceler değerlendirilir, yorumlanır dersler çıkarılır; onların davranışları ahlak ve erdem ölçütleridir, bunlara yaklaşma çabaları gösterilir. "Son Görgü Cemi" romanında Nesimi'ye ilişkin söylencelerden en tanınmış bir çeşitleme anlatılmıştır. Onu kısaca geçelim. Kamber Mılla İsmail Dârda boyvermekte olan canları sorgularken önce Hallacı Mansur'dan biraz söz ettikten sonra Nesimi'nin Dârda çektiği büyük ölüm işkencesini şöyle anlatır: "Mansur 'Ben Tanrı gerçeğinin kendisiyim!' diye Dârağacında bile bağırırken Abbasi halifesinin tahtı sarsılıyordu. Şeriat softaları, din alimleri sarayın ve emirlerin çevresinde çöplendikleri için düzenlerinin yıkılmasını istemiyorlardı; bu yüzden ölüm fetvası verdiler. Aslında Şah Nesim'inin derisi de bu nedenlerden yüzüldü. Küfür saydılar onun söylediklerini de! "Ah Nesimi! Can Nesimi! Derisinden tulum çıkardılar, çarık yaptılar! Öylece bağladılar güneşin karşısında direğe. Sonra emir verdi karayezitlerin başı; Bağdat (Halep denmiyor, Hallacı Mansur'un öldürülmesi olayıyla içiçeleştirilmiş toplum belleğinde.) halkı kırbaçla zorlanarak sıraya sokulup, ellerine sivri küçük taş parçaları verildi. Nesimi'nin önünden geçerken, derisi yüzülmüş vücuduna bu taşlarla vurdular. Arılar ve sinekler üşüşmüştü kızılkan bedeninin her noktasına; sokuyor, kanını ve yağını emiyorlardı.'' "Can Nesimi'nin dostlarından biri, kendisine verilen taşı cebine saklayıp, bir gül goncasıyla dokunarak geçmek istedi. Dost Nesimi Can Nesimi kan içindeki göz kapaklarını zorla aralayıp şu dörtlüğü söyledi: Nesimi coşur geldi Haktan bir çığır geldi Düşmanın taşı değil Dost gülü ağır geldi "... Kamber baba biraz soluklandı. Sakallarına aşağı gözyaşlarını sildikten sonra; Bacılar, sofular, canlar! Bu Dâr Mansur'un Dârı, Can Nesimi'nin Dârı! Dârdaki canlar Mansur gibi asıldı, Nesimi gibi yüzüldüler; yani onların çilelerine, çektiklerine bir nebzecik ortak oldular; boyverdiler, dökülüp saçılarak kuş gibi hafiflediler! Huzur dolsun içlerine, söyleyin oturan canlar; eğer razıysanız bunlar da otursunlar artık gediklerine!'' Görüldüğü gibi Dâr meydanında Nesimi gibi yüzülmeye hazır ve çektiği acıya simgesel de olsa ortak olma düşüncesi vardır. Bu Nesimi'ye büyük sevgi ve saygıyı gösterdiği gibi, onun yolundan gitmeye ve onu örnek almaya yönelik düşünce ve istektir. Alevi ozanlarının nefeslerinde Nesimi'nin adı yüzülen derisi, dayanılmaz işkence ve acısıyla birlikte geçer. Bazan kendilerini onun yerine korlar. Aşağıda örnek olarak, 17. yüzyılda yaşamış Kul Nesimi'nin Dâr meydanında pir huzurunda nasıl Seyyid Nesimi gibi yüzülmek istediğini gösteren, daha önce vermiş olduğumuz nefesinden birkaç dörtlüğü yeniden geçelim: Bugün erenlere kurban Serim meydanda meydanda İkrarımla canım feda Canım meydanda meydanda Kellemi koltuğuma aldım Kanettim kapına geldim Ettiğime pişman oldum Tenim meydanda meydanda Mümin olan olur veli Veli olan olur gani Nesimi'yim üzün beni Derim meydanda meydanda Alevi-Bektaşiler Seyyid Nesimi'yi Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Şah Hatayi, Pir Sultan, Kul Himmet ve Virani Abdal gibi büyük ermiş ve veli ozanların arasında sayarlar. Ancak, özellikle kırsal kesim Alevileri arasında dili daha yalın ve ezberlenmesi kolay olan, örnekte görülen Kul Nesimi'nin nefesleriyle karıştırılır çoğu kere. Seyyid Nesimi daha çok, yukarıda belirtmeye çalıştığımız gibi Dâr simgesi bir ermiş olarak yüceltilmiş. Onun inanç ve ikrarından dönmemesi, bu uğurda canını vermiş olması ve şeriata şeriat düzenine karşı olması, yani muhalefeti ve büyük direnci Alevilere bayrak olmuştur. Ne sıradan bir dede ve ne de bir talib Nesimi'nin Hurufilik öğretisinin ozanı olduğunu bilir! Zaten bu öğretinin ne olduğunu da bilen az çıkar. Kaldı ki Seyyid Nesimi herşeyden önce batıni-Alevi ozanıdır. Aleviler arasında onun hakkındaki bilgiler de, Alevi olduğu için zulme uğramış ve yezitler, yani bağnaz Sünniler tarafından derisi yüzülerek Dârağacına çekmiş olduğu türündendir. Nesimi'nin yaşamı, inancı ve mücadelesine geçmeden önce onun trajik sonunu anlatan ve Nesimi divanı'na girmiş divan tarzındaki bir şiiri vermek istiyoruz. Onun mesnevi ve gazel tarzındaki şiirlerini toplayan ya da kopya eden bir elyazmacı, onun şiirlerine öykünerek bu gazeli tertiplemiş. Bir adı Hüseyin olan Nesimi'nin, kendi ağzından nasıl ve nerede öldürüldüğünü anlatıyor. Bu gazel işimize yaramasına rağmen, Divan'daki bazı şiirlerin Nesimi'ye ait olmaması ihtimalini de anımsatmış oluyor ayrıca Ehl-i iman ısları ol demde inkar ettiler Çün Hüseynini Haleb şehrinde ber-Dâr ettiler Seyyide cevreyleyip zulm ile Hakkı bastılar Ahsen-i takvime gör kim neçe inkar ettiler Kadılar fetva verüben Hakka batıl dediler Küfr olup imana gelmez gelmeye ar dediler Bileyip bıçakların çün kıydılar bu tenime Sağ iken ben miskini gör neçe bimar ettiler Hak bana söyle deyü emretti ben söyledim Sözümü destan edüp alemde tekrar ettiler Yüzdüler çıkardılar çün kim Nesimi'nin tenin Yas edüp gökte melekler cümlesi zar ettiler Ey Nesimi vasıl oldun Halik-i rahmana sen Cennet ül- me'va bulup yerini gülzar ettiler Peki niçin şeriat kadıları Hakka batıl deyip, Nesimi'nin ölümüne fetva verdiler? Niçin zalimler bileyip bıçaklarını kıydılar canına ve neden yüzdüler çıkardılar derisini? Çünkü Seyyid Nesimi: Ey beni na-hak diyenler kandedir bes yaradan Gel getir isbatın et kimdir bu şey'ni yaradan Yel ü su toprak u oddan böyle suret bağlayan Böyle dükkanı düzen kendi çıkar mı aradan Gel beru söyle bana kimdir senin nutkundaki Söyleyen işittiren hem gösteren her yaradan Çünkü bir şehrin içinde mescid ü meyhane var Ehl-i dil farketmedi mescidleri meyhaneden Aşkımız yolunda akl u din ü dünya mahvolur Sormagıl eşkın hadisin sufi-i biçareden Çünkü girdim oynarım çengü def ü tambur ile Bilki bende şeş cihat var dönmezem çarpareden Ey Nesimi on sekiz bin alemin mevcudusun Kim ki bu devre irişmez koy gide devvareden diye kendisine haksız diyenlere soruyordu; "Eğer on sekiz bin alemin mevcudu ben değilsem, öyleyse yaratan nerededir? Getir isbatını! Hava su toprak ve ateşten bu dünyayı yaratıp bu düzeni kuran, ne diye gözden kaybolmuş ve aradan çıkıp gitmiş? Gel beri söyle kimdir?'' Ve yine kendisi yanıtlıyor: Benim ol tılsım-ı pinhan ki bugün cihana geldim Ezeli nişanı bozdum ebedi nişana geldim Bu tılsımı çünkü açtım zulümata nuru saçtım Bu neçe makamı geçtim ki bu cism ü cana geldim Okudum bir ism-ü azam vücuda geldi Adem Koyuban adımı Adem uş bugün cihana geldim Görünen benim yüzümdür gözeten benim gözümdür Denilen benim sözümdür benim uş lisana geldim Kamu yerlere bölündüm kamu sözlere bölündüm Kamu oda çün çalındım bu eve beyana geldim Beni çün bakıp görerler dün ü gün ü gezerler Varıp ayruğa süzerler bana da mekâna geldim Ne kişi durur Nesimi ki ayan eder bu razı Düzüben bu söze sazı benim uş zebana geldim Aşağıdaki dörtlükler (tuyuğ) ise ince bir alay ve ustalıkla örgülenmiş. Ve aranılan yanıtları ve dolayısıyla can Nesimi'ye reva görülmüş, tarihte eşi az bulunan ölüm cezasının nedenleri (!) daha yalın ve belirgin veriyor: Hak taala varlığı Adem'dedir Ev anundur ol bu evde demdedir Bildi Şeytan bu sırrı gamdadır Ol sebepten ta ebed matemdedir Her ne yerde var Adem'de var Her ne ki yılda ayda var Adem'de var Ne ki elde yüzde var kademde var Bu sözü fehmetmeyen Adem davar Ey gönül Hak sendedir Hak sendedir Söyle Hakkı ki enel-Hak sendedir Hakkı mutlak zatı mutlak sendedir Mushafın hattı muhakkak sendedir Seyyid Nesimi'nin yaşamı nerede ve nasıl yetiştiği, doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin ve sağlıklı bilgi bulunmamaktadır. Eski yazarların çoğu birbirlerinden kopya ettikleri gibi, Nesimi üzerinde anlattıkları olaylar da çoğu kez birbilerini tutmaz. Toplum belleğinde yansıyan onun trajik sonu çevresinde örülmüş söylencelerde; aralarında yüzyıllarca uzaklık bulunan kişilerle birlikte gösterilmiş ve aynı dönemlerde yaşatılmışlardır! Örneğin Nesimi, 9. ve 10. yüzyılın başında yaşamış Hallacı Mansur'la birlikte 13. yüzyıl mutasavvıflarından ve Mevlana ile ilişkisi bulunan ve ayrıca Hacı Bektaş Velayetnamesinde de geçen Seyyid Mahmut Hayrani'nin öğrencisi gösterilir. Nasreddin Hoca da arkadaşları olmak üzere, yaptıkları bir kabahat yüzünden şeyhleri: "Asılasın, yüzülesin ve dünya durdukça gülünesin!'' diye kendilerine ilendiği için başlarına bunlar gelmiştir! Kastomonulu Latifi de "Tezkire-i Latifi" adlı yapıtında benzer bir öykü daha anlatır: Nesimi Şeyh Sultan Şüca tekkesinde Kemal Ümmi ile Baba Sultan'ın koçunu kesip yerler. Baba da bir kerametle yaşamlarının sonunu kendilerine gösterir. Nesimi'nin önüne bir ustura koyarak yüzüleceğini, Kemal Ümmi'nin önüne bir kemend koyup asılacağını ima etmiştir. Seyyid İmadüddin Nesimi'nin ölüm yılını yazanlar, 1404 den 1460'a değin değişmekte olan çeşitli tarihler (1418, 1433, 1436, 1460) vermektedirler. Nesimi üzerinde yaptığı doktora çalışmasını (Nesimi Divanı) yirmi yıl sonra -ama yeniden gözden geçirdiği şüpheli görülen- yayınlatabilen Dr. Hüseyin Ayan'ın kaynaklardan yaptığı açıklamaları özetleyelim: Kaynaklardaki bilgilere göre Seyyid Nesimi'nin yaşamı hakkında bilinenleri şöyle toparlayabiliriz; Nesimi'nin doğum yeri, tarihi kesin olarak belli değildir. Var olan kaynaklardan hiç biri onun doğum yılı hakkında bir fikir bile ortaya atmamamaktadır. Sadece M. Kuluzade "Azerbaycan Edebiyat Tarihi'"nde kaynak göstermeden "Tahminen 1369-70 de Samahı'da doğmuştur.'' Selman Mümtaz ise, "Sekizinci asrı hicrinin son yarısında doğduğu yurt olan Azerbaycan'da sakin idi'' demektedirler. Böylece her ikisi de Nesimi'nin Azerbeycanlı olduğuna işaret etmektedirler. Bunlara karşılık İranlı kaynaklar, Şiraz kentinden olduğunu söylerken; Ã?şık Çelebi Diyarbakırlı olduğunu, Latifi ise Nesimi'nin Bağdat yakınlarında Nesimi adını taşıyan bir yerde doğmuş bulunduğunu ileri sürmektedirler. İbn-i Hacer'e göre ise Tebrizlidir. Seyyid Nesimi Azerbaycanlı ve Türkmen olduğunu bir tuyug ve iki gazelinde söylemektedir. Bu şiirlerinde kendisini "Azeri, Türk, Türkmen'' sözleriyle tanıtmaktadır. Bir gazelinde din ve şeriat ilkeleriyle Kur'an ve Hadis'e ilişkin Yunuslayın düşünce ve batıni yorumlar geçerken, Türk olduğunu söyleyip evine buyur ediyor gazelinde hitap ettiği kişiyi. Öbür gazelinde ise arapça konuşurken nutku tutulduğunda, kim olduğunu soranlara "Türkmen'' diye yanıtladını söylemekte. Bu şiirlerden örneklemeler yapıp, kendi söylemlerine kulak verelim Nesimi'nin: Adımı Haktan Nesimi yazarım Bil bu ma'den ne sinem ya zerim Hem hidayet eylerim hem azarım Hem büt ü uşatıcı hem Azeri'm Din ü iman ü namaz ü hac ü erkân-ı zekat Bahs ü da'vi-i şeriat kamu güftar nedir İlm-i Kur'an hadis ü haber va'z ile ders Cümle bir ma'ni imiş bunca tekrar nedir İlm-i tevhid okuyan medrese ilmün okumaz Görki bu ravzada ol sırrı esrar nedir Yel ü su toprak u od adı nedendir Adem Ana secde ne için İblis'i inkar nedir Gel gel ey dost kamu müddeinin körlüğüne Sana asan kılayım bunca bu düşvar nedir Sözlerim cümle hakikattır özün anlayana Özün bilmeyene cümle bu güftar nedir Kim ki bilmez özünü bilmeye pirler sözünü Ol ni bilsin yine bir tayyib ü murDâr nedir Türk evine gelesin hem çü Nesimi olasın Bir gün ola diyesin cübbe vü destar nedir ... Neçe gizli diyem benden seni kim Neye kim bakarım anda ayansın Arab nutku tutulmuştur dilinden Seni kimdir diyen kim Türkmensin Bir başka gazelinin bir beyitinde, "Aynın hatasız ey büt-i Çin döktü kanımı / Türki Hıta'dır aslına varır hatası yok'' diyerek Hıtay Türkü kökenli olduğunu açıklıyor Nesimi. İranlı ozanların ve yazarların Nesimi'yi Şirazlı ya da Tebrizli yaparak onu Pers soylu göstermeleri, bizim Mevlana'yı Türk ozanı ve mutasavvıfı olarak sunmamıza benzemektedir! Ã?şık Paşa'nın Diyarbakırlı olduğunu yazmasından destek alarak, Nesimi'yi kürt asıllı ozan göstermek de aynı Dâr görüşlülükle açıklanabilir. Eski kaynaklar Nesimi için şunları söylemektedirler: Nesimi nessebi doğru olan yüksek dereceli seyyidlerdendir. İyi tahsil görmüş ve zamanının medreselerinde okutulan bilimleri öğrenmiştir. Tarikat ve meşayih, yani şeyhlerin gizemlerine iyi aşinalığı vardır (Tezkire-i Latifi ve Meclisü'l Uşşak). Yine Latifi ile Hasan Çelebi onun için; "Aşk meydanının korkusuz eri ve muhabbet kabesinin büyük fedaisi!'' anlamına gelecek sözler söyleyerek Nesimi'ye övgüler yağdırırlar; "garip ve acayip bir âşıktır. Ama kamil, arif ve nüktedan biri, erdemli bir kişidir...'' Nesimi Fazlullah'ın halifesi olduktan sonra, davasına inanmış büyük azizlere yaraşır biçimde geziler yaparak harf gizemciliğini, yani Hurufiliği yaymaya uğraştı tüm gücüyle. Bu son cümleler Rafi'nindir ve Beşaret-nâme'sinde geçer. Rafi bu kitabını 1408 yılında yazdığına ve Nesimi'nin öldürüldüğünden sözettiğine göre, onun ölüm tarihini 1404 verenler yanlış yazmamaktadırlar. Ama kesin olan, Nesimi'nin bu iki tarih arasındaki yıllarda öldürülmüş olmasıdır. Fazlullah Hurufi'nin 1394 de Timur'un oğlu Miranşah'ın verdiği güvenceye sığınmak üzere Şirvan'a geldiği ve yine bizzat Miranşah tarafından yakalattırılıp Alıncak kalesine hapsedildiği bilinmektedir. Aynı yıl içerisinde Timur'un buyruğuyla Fazlı'nın öldürülmesi üzerine, büyük Hurufi kırımı başladı. Bu sırada tutuklamadan kurtulmuş olan Fazlullah'ın önemli ardılları, yani halifeleri sığınmak için Anadolu'ya kaçmışlardı. Nesimi'nin Osmanlı beyliği başkenti Bursa'da ve Ankara'da da iyi karşılanmadığı doğru olmalıdır. Bursa'nın, Doğuda büyük bir tehdit unsuru olarak büyümekte olan Timur'un elinden kaçmış olan Hurufilere kucak açması onun düşmanlığını artırmaktan başka bir işe yaramıyacağı gibi, kendi inancına da aykırı düşmektedir. Bir Sünni mutasavvıf olarak bilinen ve kendi adına tarikat geliştirmiş olan Hacı Bayram Veli'nin, zındık sayılıp koğuşturulmakta olan Nesimi'yi kabul etmesi zaten düşünülemez. Kaldı ki ileri sürüldüğü gibi Nesimi ona sığınmak için gitme arzusunu göstermiş olduğunu sanmıyoruz. Ayrıca yine Hacı Bayram Veli' nin onu, kendisini allahlık davası gördüğü için kabul etmediği, "Biz burada eşek başı mıyız?'' diyerek Nesimi'ye yüz vermediğini yazmak, safdillik değilse kasıtlı. Eğer gerçekten demişse, H. Ayan ve alıntı yapmış olduğu A. Gölpınarlı'nın şeriatçı yorumları yanlış. Bilindiği gibi Halvetilikten türemiş olan Bayramilik de bir Melameti tarikatıdır. Hacı Bayram Veli'nin Türkçe olarak formüle ettiği "Bilmek, bulmak ve olmak!'' aşamalarından sonra, Tanrı'yla bütünleşmek söz konusudur. Kısacası Bayramilik de enel-hakcı ve vahdet-i vücutçudur. Ama egemen Sünni inancın tarikatıdır ve de şeriatı eksiksiz yerine getirmektedir. Yönetimle bütünleşmiş ve yanındadır. Bize göre eğer bir Melameti ağzıyla o sözü söylemişse, buraların Allah'ı benim Nesimi de kim oluyormuş? demektir! Gerçekte Nesimi onu etkilemek ve belki batıniliğe, yani Aleviliğe çekmek için görüşmek istemiş olabilir! Hacı Bayram Veli ise, Nesimi'nin ününü duymuş olduğundan, müridleri arasında yapacağı etkilemeyi hesaplamış olmalıdır. Hele hele, Nesimi Hacı Bayram'dan yüz bulmadığı için çekip Haleb'e gitmek zorunda kalmıştır, türünden görüşler çok çocukça ve sadece gülünür! Seyyid Nesimi Küçük Asya'da en az on yıl, belki daha fazla kalmış ve soydaşları Alevi türkmen halkın arasına karışarak yaşamıştır. Alevi-Bektaşi tekkeleriyle ilişkisini sürdürerek Hurufiliği, kurumlarını yaratma sürecini yaşamakta olan Anadolu Aleviliği içinde eritmenin öncülüğünü yapmış görünmektedir. Böylelikle Alevi inanç ve düşüncesine yeni felsefi boyutlar eklemiştir. Alevi-Bektaşi şiir ve edebiyatına; insan yüzünde yansıyan Tanrısal güzellik ve sevgilinin saçının tellerinde asılı kutsal sözler sokarak büyük coşku, yüce duygular ve estetik değerler yüklemiştir. Öyle ki çok kısa bir sürede Hurufi-Bektaşi sentezi oluşup Balkanlara değin yayılmıştır. Nesimi'nin ardılı Rafi ve daha sonraları Akyazılı, Otman Baba ve Yemini gibi Alevi-Bektaşi ozan ve Veliler yetişmişlerdir. Elbetteki Fazlullah1ın ardıllarından sadece Nesimi değildi Anadolu'ya gelen. Diğer birçok ardılları da bu harf gizemciliğini yayarken, aynı siyaseti uygulamışlardır. Örneğin Fazlullah'ın başardılı Aliyül-Ala'nın Hacı Bektaş tekkesinde, Hacı Bektaş halifesi olarak oturduğu söylentisinin yaratılmış olması bunu doğrular. Onun kırsal kesim Alevi Türkmen halkının arasında kalmış olmasının özel bir yeri bulunsa gerektir. Nesimi'nin Anadolu Aleviliğinde yedi büyük ozan arasında sayılmasına büyük önem vermek durumundayız. Çünkü Seyyid Nesimi'de de bir Şah Hatayi, bir Pir Sultan ve Kul Himmet kadar ehli beyt, Oniki İmam ve Ali sevgisi, coşkusu vardır. Bu şiirlerinde açık seçik görülür. Aşağıda örneklerini veriyoruz Aşk ile yandı vücudum ya Ali senden meded Bir fakiri derd mendim ya Ali senden meded Sen bana lütf ü keremden derdime çare kıl Şah sensin ben gedayım ya Ali senden meded Kim Muhammedi Ali'den ayırır lanet ana Lahmike lahmi değil mi ya Ali senden meded Hak teala öz nurundan hoş yaratmış şahımı Kudret ü sırr-ı Hudasın ya Ali senden meded Çün Hatice Fatima hayrun-nisa bintü'n Nebi Maden dürr-i hakikat ya Ali senden meded Bende-i hulk-ı Hasan oldum ezelden ta ebed Nur-ı ayn-ı Mustafasın ya Ali senden meded Her recep ayında her yıl neçe muciz gösterir Şah Hüseynin sandığıdan ya Ali senden meded Cümle evlad-ı nebi senden zuhur oldu imam Adı Zeynel Abidindir ya Ali senden meded Bakır u Sadık yolunda canımı ben oynarım Musı-i Kazım inayet ya Ali senden meded Bir tavaf-ı kabe-i Şah-ı Horasan eyle bil Hacc-ı ekber hac yazıldı ya Ali senden meded Ol Taki vü ba-Naki an varis-i din-i nebi Adem ü nesl-i Abasın ya Ali senden meded Ol Hasandır Askeri İbnü Ali şahım imam Gönlüm andan şad oluptur ya Ali senden meded Ey Muhammed Mehdi-i sahib zaman etgil zuhur Alemi küffar tuttu ya Ali senden meded Ey Nesimi sen şikeste Haktan istersen murad Cura-i tevhidi içgil ya Ali senden meded ... Gözünü aç gör kim ey talib Alidir her kan- ı kevser Muhammed aşk ile derya Alidir kıymeti gevher Muhammed ilme kan oldu Ali nutk-ı beyan oldu Ana her sır ayan oldu Alidir hace-i kanber Ali'dir cümlenin canı Muhammeddir Ali kanı Hakikattır Ali şanı Alidir yar-ı peygamber Hezaran türlü cünbüşler Ali emri ile işler Varır yazlar gelir kışlar Alidir cisme can perver Ne bilsin cahil-i nadan Muhammed ya Ali kimdir Muhammed server-i dindir Alidir cümleye rehber Ali evvel Ali ahir Ali zahir Ali batın Ali şems-i münevverdir Alidir nur ilen enver Alidir herşey için can Alidir yar ile mihman Ali rahim Ali rahman Alidir cümleye server Ali vahid Ali ehad Ali ferd ü Ali samed Alidir cümleye rahmet Alidir şafi-i mahşer Ali sultan Ali sübhan Ali cennet Ali Rıdvan Ali dindir Ali iman Alidir sakı-i Kevser Alidir ol veliyullah Alidir mazhar-ı Allah Ali nurundan eyvallah münevverdir yedi kişver Alidir HayDâr-ı Kerrar ol aldı kala-i Hayber Alidir katil-i küffar Alidir mir-i her leşker Nesiminin dil ü canı münevverdir Ali nuru Ali vala Ali ala Alidir serveri safder ... Şahı Merdana kul olgıl gönülden Ki o sultan imam u pişuvadır Aliyi bilmeyen nefsini bilmez Lain ü müşrik ü katli revadır Veliyullahdır ol Kur'an-ı natık Anı Hak bilmeyen işi hatadır Hasandır varisi ilm-i nübüvvet Hüseyin şah-ı şehidi Kerbeladır Çü Zeynel Abidindir mir-i kevneyn Anın çün adem-i Al- i abadır İmam-ı Bakır salar-ı Sadık Şehimdir Kazım u canım Rızadır Taki vü ba-Naki sırrı velayet Velikın Askeri sahib-i livadır İmam Mehdi vü Hadi uş olkim Çerağ-i çeşmi cümle evliyadır Bu sırrı bilmeyen oldu münafık Ki anun taatı külli hebadır ... Ezelden kul olan Al-i abaya Nesimi tek geda-yı bi-nevadır