Bunları kullandığı tahmin ediliyor. Böylece dostu düşmanı birbirine karıştırdığını ve tehlikeli bir biçimde siyasetin içine girdiğini hisseden Hallac, özgürlüğünü korumak için bir süre doğduğu ülkede saklanmak zorunluğunda kaldı. İşte bu sırada iktidar değişimi olmuş ve çocuk Halife Muktadir i veziri, iyi bir maliyeci olan İbn al-Furat etkisi altına almıştır. Hallac ve yandaşları yeniden takıbe başlandı. Hallac Karnabai lerle birlikte Akhwaz bölgesinde, Hambeliler kenti Susa gitti. Abbasi polisi üç yıllık bir aramadan sonra, bir ihbar üzerine yakalanıp Bağdad'a getirildi. Mahkemesi görülmeye başladı ve 9 yıl sürdü.' "Şimdi de olayların dış gelişmelerine göz atalım: Yukarıda anlatıldığı gibi şafii kadı İbn Surayj'ın karşı fetvası üzerine vezir İbn İsa ikna olmuş ve ölüm hükmü kaldırılmıştır. Müridlerinin hepsi de salınıverdi. Ancak Hallac'ın düşmanları çok istedikleri için onun üç gün tomruğa bağlanıp teşhirde kalmasını sağladılar. Bağdad güvenlik müdürü hem yönetime hem de Hallac'ın düşmanlarına yaranmak işgüzarlığı ile göğsüne 'Karmati casusu' yaftası astırdı.'' "Hallac'ın 915 de başlayan hapislik yılları boyunca hapishanede tutuklulara vaiz vermesine izin verildi. Bu arada Halife'nin huzuruna çıkarak, onun bir humma krizini iyileştirdi. Prens Radi'nin Umman papağanını cana getirdi tedavi ederek. Kıskanç Muttazililer mahkemeyi muhasara altına alıp, bu şarlatanlığını (!) kınadılar. 917 de ikinci vezirlik döneminde İbn al Furat, halifenin annesinin korkusundan yeniden Hallac'ı mahkeme önüne çıkarmaktan çekindi. Böylece Hallac hapishanede son yapıtlarını bitirme fırsatı bulmuş oldu. Bunlardan Ta sin al-Azal'ı İbn Ata kurtardı. Bu yapıt Hallac'ın son düşünce durumunu göstermesi bakımından önemlidir.'' Hallac bu kitabında Şii Salmaghani'nin İblis'in işlevi üzerindeki ikilik kökenine dayanan tezini reddetmektedir. Bunu Muhammed ile İblisi karşılaştırarak yapmaktaydı. Mahkemede Hallac'a karşı bu yüzden tavır alıp, onu suçlayan Salmaghani'nin kendisi de aşırı düşünce ve inançlarından dolayı 924 yılında öldürülmüştür. Bağdad zamanın en büyük başkentlerinden biriydi. Abbasi mahkemesinde debdebeli bir görünüm bir dekor içinde 921 den 922 ye kadar bir yıl boyunca Tanrısal aşkın davası görüldü; Tanrısal sevgi yargılandı. Ama gerçek bu muydu? Yani Hallac "Ben Hakkım, Tanrı gerçeğinin kendisiyim! diye haykırmaktan, Onun uğruna beni öldürünüz dostlarım! Benim ölümüm yaşamam demektir!'' dediğinden mi yargılanmış ve onca yıl hapis yattıktan sonra feci bir şekilde öldürülmüştür? Elbetteki hayır! 919-20 yıllarının büyük ekonomik ve mali krizini unutturmak ve vezirler arasındaki rekabetin doğurduğu sosyal karışıklığın yönünü değiştirmek için, hapiste yattığı sürece ünü Bağdad'ın surlarını aşıp dünyanın dört bucağına yayılmış olan Hallac kurban edilmiştir. L. Massignon'un o yılların ekonomik ve mali bunalımına ilişkin görüşlerini özetleyerek konuyu biraz açarsak bu daha iyi anlaşılacaktır: 919 yılında utanmaz derecede hırslı bir maliyeci olan vezir Hamid bir Sünni koalisyonu oluşturmuştu. Bu koalisyonda Hamid'le serbest ticaret yandaşı ve az çok erdemli sayılabilecek vezir İbn-i İsa arasında koltuk kavgası başladı. Başlangıçta yengin görününen İbn-i İsa imparatorluğun bütçesini sıkı bir denetim ve vergilemeyle denkleştirdiği için üstün getirtilmişti. Ancak Hamid karşı saldırıya geçerek Halifeyi, buğday tekeli depoları üzerinde çirkin bir spekülasyon ve fiat artışı önerisiyle baştan çıkarıp kendine çekti. İbn-i İsa, bu açlık paktına (yani Halkı aç bırakma uzlaşması) karşı imparatorluk halklarını kışkırtarak çok sert bir karşılık verdi. Nasr da hanbelileri, tepki göstermesi için serbest bıraktı. Elsanatları ve küçük esnaf birlikleri Basra'da, Mekke ve daha sonra Musul'da olduğu gibi Bağdad'da da halktan katılanlarla depolara ve antrepolara saldırdılar. Hapishanelerin kapılarını açıp boşalttılar. Hallac kendisini kaçırmak isteyenleri reddetmiş tir. Çünkü yandaşı olduğunu sandığı vezirlere güveniyordu! Bu sırada Hamid çok zor durumda kalmış olduğundan bir önlem olarak Wasit'e çekildi. Birkaç hafta sonra ordu başkomutanı Munis'in dönüşünden yararlanarak Bağdad'a geri geldi. Munis Mısır'daki batı Fatımi saldırılarından imparatorluğu, onları sindirerek kurtarmış ama İran'ın Ray bölgesindeki feodal beylerin topraklarını ellerine geçirip, aralarında paylaşmış olan Doğu Fatımiler, yani Daylamilere karşı savunma hazırlıklarını tamamlama evresindeydi. Olaylar, Nasr ve İbn-i İsa tarafından daima desteklenmiş olan Munis'in eski yardımcısı vali Akh Suluk'un çekilmesi yüzünden meydana gelmişti. Hamid, başkomutan Munis'e Akh Suluk'un ortadan kaldırılması gerektiğini salık verdi. Komutanı kandırmak için verdiği örnek doğrudan Hallac'ı da ilgilendiriyordu. Hallac yandaşı olan bir Samani veziri Balami ile bir Samani emirinin kenndisi gibi bağları kopardığını anımsatmıştır. Böyle bir politik değişim vergi reformu ya da mali yasaların uygulanımını dondurmayı gerektirir; böylece Halifenin Nasr ve İbn-i İsa'ya duyduğu güveni kaybettirmeyi başarmış olurdu. Her iki veziri yıpratmak ve hedeflerine ulaşmak için Hamid, onların korumalığındaki Hallac'ı yeniden yargılatmaya karar verdi. Rakiplerini devirmek için Hamid Hallac'a yeni suçlar yükleyerek, yargılamaya çıkarırken öbür vezirleri de bu suçlara ortak etmiş oluyordu. Halkın açlık ve büyük sıkıntılarını Hallac başta olmak üzere vali Akh Suluk ve onu tutan vezirlere yüklemiş olacaktı. Vezir Hamid düşündüklerinin üçte birini başardı. Bu sırada Kur'an okuyucuları birliği başkanı A. B. İbn Mücahid (sofi İbn-i Selim ve Shibli'nin arkadaşı ve Hallac'a karşıydı) Velilerin Tanrısallaştırılması öğretisinin, çoktanrıcılık olarak değerlendirdiğini görüyoruz. İlk aşamada Hallac'ı korumaması için İbn-i İsa'ya yönetimden el çektirildi. Böylece dava ile ilşkisi koparıldı. İbn İsa ve Nasr yenildiklerini anlayınca Hamid'in tarafına geçmekten geri kalmadılar. İşin farkına varmamış olan halk, arkadaşı İbn-i Ata'nın ajitasyonuyla, Hallac'ı kurtarmak için gösteri yürüyüşüne geçtiler. Tedbirsizce Hamid'e karşı ayaklanmışlardı. Bağdad caddelerinde toplu halde duayla başlayan yürüyüş, Hamid'in mali politikasına karşı saldırı mitingine dönüştü. İbn-i İsa ve arkadaşı tarihçi Tabari başkaldırıya katılmayı reddedince, Hanbeliler evini kuşatarak Tabari'yi rehin aldılar. Hamid'in ilk işi Maliki mezhebinden kadı Abu Omar Hammadi ile işbirliği yapmak oldu. Ve Hallac'ı ölüme götüren senaryoyu hazırladılar. Hallacı Mansur'un Shakir'e yazdığı mektubunda geçen "Yıkın Kabeyi, melekler arasında yaşarken dualar ederek yeniden kurmak için!'' cümlesini Karmatilerin Kabe'yi yıkma girişimleriyle eşleştirip, vaktiyle Bagdad güvenlik müdürünün işgüzarlık olarak göğsüne astırdığı yaftada yazılı olan "Karmati casusu'' suçlamasını gerçeğe dönüştürdüler. Hanefi kadı İbn Behlul bu karara katılmadıysa da yardımcısının katılmasını önlemedi. Duruşma esnasında vezir Hamid'in baskısı ile Abul Omar "Kanının akıtılması helaldır!'' fetvasını verdi. Duruşmaya hiçbir Şafii katılmadı. "Tanıklar mesleği birliği'' adındaki tanık bulma örgütünden A. A. İbn-i Mukram 84 imzacı ayarladı. Her türlü hileye başvurarak bu mahkeme heyetini oluşturan İbn-i Mukram, kısa bir süre sonra Kahire mahkemesi kararlarına katılan yüksek kazançlı jüri üyeliğine (Judicatura in partibus) atandı. Kararı izleyen ikinci gün Nasr ile ana Kraliçe Halifenin katına çıkıp, ondan uygulamanın geri alınmasını talep ettiler. Hamid o zaman, Muktadır'ın ellerinde, Hallac'dan kaynaklanan sosyal bir ihtilal sopası tuttuğu, yani Hallac'ın toplumsal bir devrim simgesi olduğu biçiminde tepki göstererek Hallac'ı koruyanlara karşı çıktı. Daha sonra başkomutan Munis'i dinleyen Halife ertesi gün Hallac'ın ve Ray valisi Akh Suluk'un azli ve ölüm fermanları ve Emir Yusuf İbn-i Ab'il in yerine atanma buyruğunu birlikte imzalayıp onayladı. 26 Mart 922 günü Hallac önce kırbaçlanmış. Sonra elleri ve ayakları kesilmiş ve daha sonra Dârağacına çekilmiştir. Ertesi gün kafası kesilmiş, vücudu yakılıp külleri Dicle ırmağına savrulmuştur. (Halk arasında buradan su içenlerin kutsandığı, hatta bakire kızların bile içtiğinde gebe kaldığı, çocuksuz kadınların çocuk sahibi olduğu inançları yaygındır Dicle boyunda. Ayrıca Yezidi inançlı Kürdler arasında, büyük bir dava şehidi, azizi olarak saygı görür Hallacı Mansur. Genç bakirelere Hallac'ın kızkardeşi derler.) "Tüm hayatının kendisine hazırladığı ölüm bu olmuştur. Allaha kavuşabilsin diye kaç kez kendini öldürsünler diye Bağdatlıları kışkırtmıştır. Böylece onlar da basit ve içten inançlarının ecirlerini görmüş oluyorlardı. Onun, Öldürün beni sadık dostlarım; hayatım öldürülmemdedir! demesi (Konunun başındaki şiirin ilk dizesi), düşüncelerinin temeli olarak mutasavvıflarca çağlar boyu söylenip durmuştur.'' diyen A. M. Schimmel basit düzeyde almışsa da burada, Hallac'ın teolojisi ve inançlarına değinirken, daha olumlu görünmekte ve açıklık getirmektedir: Hallac'ın teolojisi (dinbilimi)nin bir bölümü, çağının tasavvufi din anlayışı konusunda ileri gelen yetkililerden biri olan Sulemi (ölm. l021)'nin Tefsirine aktarmış olduğu Hallac'ın Kur'an yorumundan kalma parçalardan rahat anlaşılabilir. Ayrıca 12. yüzyılın sonlarında Ruzbihan Bakhlı tarafından toplanan Rivayat (Söylentiler) Hallac'ın zihninin nasıl işlediğine ışık tutar. Bunlar hemen hemen hadis olarak bilinen ve sözcüğü sözcüğüne benzeyen anlatımlardır. Ama bunlar Hadis toplayıcıların yaptığı gibi 'Nakil' yoluyla değil kozmik güçlere, yıldızlara, güneşe, meleklere ve ruhlara uzanmakta, onlardan esinlenmektedir. Hallac bunların gerçekliğini kozmik yollarla kanıtlamaktadır. Dinsel gerçekçiliğin bu kişisel kalıcılığı ve bilincine varılması, İslamdaki manevi yaşama yapılan özgün katkılardan biridir. Bu Hallac'ı iskat al faraid öğretisine götürmüştür; kimi dinsel görevler daha yararlı olan başka eylemlere yerini verebilir öğretisidir bu. Örneğin Hallac halka, hacca gideceklerine öksüz ve yetimleri çağırıp, onları giydirip yedirmeleri ve bayram günlerinde bu gibi insanları mutlu kılmaları için öğütler veriyordu. Bu düşünceler elbetteki şeriatçılar tarafından kabul edilecek türden değildi... Bırakalım şimdi 10. yüzyıl şeriatçılarını A. M. Schimmel'in sözünü ettiği. Yine kendi kitabında "Yorulmaz Türk bilgini'' diye nitelediği A. Gölpınarlı gibi bağnaz şeriatçılar tam bin yıl sonra Hallac'ın üzerine öfkelerini kusmaktan geri kalmıyorlar. Hallac'ı tarihde eşine az rastlanır bir vahşetle katletmiş olanlarla onur paylaşıyor Gölpınarlı; "Oniki İmam" adlı kitabının sonlarında geçtiği Hallac'a ilişkin paragraflarda öldürülmesini ayrıntılarken büyük zevk alıyordu anlaşılan: "Mansur sonraları daha ileri gitmiş, Tanrılık davasına girişmişti (20. yüzyılın İslam bilgini nasıl da bir cahil cami imamı ağzıyla konuşuyor! ). Sözlerinde, şiirleri ve yazılarında şeriata aykırı şeyler görüldüğünden öldürülmesine hükmedilmiş; verilen bu hükmü 84 bilgin (Nasıl da gerçeği çarptırıyor; bilgin değil tümü tanıklar birliği örgütünden parayla tutulmuş, herşey yapmaya hazır iş bekleyen insanlar. Günümüzün deyimiyle yalancı tanıklar!) imzalamıştır. 309 yılı 24 Zilkade (26 Mart 922) ayında Bağdad'da halkın gözleri önünde kendisine 1000 sopa vurulmuştur. "Sonra elleri ayakları kesilip, Dârağacına asılarak öldürülmüştür. Asılmasından sonra başı kesilerek Bağdad köprüsü üzerinde teşhir edilmiş. Daha sonra da yakılarak külü Dicle'ye savrulmuştur...'' Hallacı Mansur'un iskat al faraid öğretisine ilişkin düşüncelerini Alevilerin yaşama uyguladıkları bir gerçektir. Hacca gitmektense, yakınında ve çevresindekilerine yardım ederek onların gönlünü yapmayı tercih ederler. "Bir gönül yapmak, bin kez hacca gitmekten hayırlıdır!'' ilkesine, şeriatçıların hoşgörülü davranma insanseverliği göstermeleri olası mıdır? Anne-Marie Schimmel, "Hallac'a göre Allahın niteliğinde insanın niteliği bulunduğunu unutmamalıyız; onun insan niteliği Adem'in yaratılışına yansımış ve Adem huva huva (Adem ta kendisi!) olmuştur. Bu kuram birçok eleştiriciyi Hulul ilkesinin, yani Tanrısal ve insansal yaratılışın İsa'da birleşmesi Hıristiyanlık inancının Hallac'ı etkilemiş olacağı varsayımına götürmüştür. Tanrısal nitelik Lahut ve insansal nitelik Nasut deyimlerini kullanmasının bunu desteklediği ileri sürülmüştür. Gerçekte ise kuramları karmâşıktır...'' demektedir. Acaba o denli karmâşık mıdır? "Anal-Hak!'' diye çığlık atarken Hallac, Tanrı-insan gerçeğini yakalamıştır: Tanrı gerçeği bir keşif kolu öncüsü gibi, kesin bir olayın muştulayıcısı olan tehlike çığlığı atmasını bilir! Tanrı gerçeğinin artık örtüsü kaldırılmıştır Ama bu gerçeği arayanın yazgısı çiledir dayanılmaz acı çekerek yaşamaktır "(Mukattaa 17)" Ve Hallac'ın dayanılmaz acıları tarihte eşi az yaşan mış bir sonla noktalandı. Onun bu sonunu betimlerken Emile Dermenghem Hallac'ı, gerçek Müslüman velisi olarak canlandırıp, duygusal ama gerçekçi satırlarda şöyle yansıtıyor: "Veli ol kişidir ki halkın günahlarını ve acısını üstlenir. Hak edilmeyen ölüm onun için kendini gerçekleştirme arenalarından biridir. Veli, halkın imdadına yetişen avuntusudur; dünya için canlı bir suçlamadır. Varlığı zorbalara hakarettir. Ölümü bile onu katledenleri titretir; veliliğe yükseltilmesi inanç, sevgi ve umudun zaferidir!'' Alevi-Bektaşilikte de o bir büyük velidir, evliyadır; hem sevgi hem de başkaldırının kaynağıdır. Dârı Mansur ile Hallac geleneği tapınma törenlerinde en önemli bir simge olarak sürmektedir. k kurumu üzerinde yaptığımız küçük çalışmada genişçe incelediğimizden, burada fazla ayrıntıya girmeyeceğiz. Ancak önce Dâr duruşuna, Dâr meydanına çıkışa, göreve inançları ve düşünceleri uğruna canlarını vermiş, egemenlerin katlettiği bazı yüce adların simgelediği Dâr çeşidine değinmek gerekiyor. Çalışmamızın ikinci bölümünü bu büyük ve devrim yaratmış insanları inceleyerek, tarihsel maddeci yorumlar üzerine oturtma denemesine ayırdık. İmam Caferi Sadık buyruğunda dört biçimsel Dâr, belki daha doğrusu Dâra duruş aşamalarından sözedilmektedir: "Ve dahi sorsalar ki Dâr kaçtır? Cevap verkim dörttür: Evveli Dâr-ı Mansur, ikinci Dâr-ı Fazlı, üçüncüsü Dâr-ı Nesimi ve dördüncüsü Dâr-ı Fatma. Evvel Dâr-ı Mansur; Dâra asılır gibi doğru pir nazarına durup, elini sallandırıp berdar (Dârağacındaymış gibi) olmaktır. Dâr-ı Fazlı; aşk ola dedikte secdeye varmaktır. Çünkü Fazlı'yı yüzüstüne bıçağa bıraktılar. Bu secdeye yatma Fazlı gibi hançer ciğerimde demektir. Doğrulup oturduğunda Dâr-ı Nesimi olur; Nesimi gibi postumu yüzdürdüm demektir... Dâr-ı Fatma ise ayağını birbirinin üstüne koymaktır... Bir sofu sıdk ile (içten inanarak) Dâra dursa bu dört Dârın piri ol mümine şefaat eder...'' Görülüyor ki Dâra durmak, geniş anlamıyla pir huzuruna varmak, meydana ve Cemi oluşturan tüm canların karşısına çıkmaktır. Ayaklar mühürlü, yani sağ ayak baş parmağı sol ayağınkinin üzerine konmuş durumda (Fatma Ana Dârı), ayakta eller yana salınmış ve baş omuzlardan birine doğru eğilmiş (ber-Dâr, Dârağacında asılı gibi, Hallacı Mansur Dârı) beklemek. Eğilip dua alarak Pir eteğine niyaza varmak Fazlı Dârı; oturup diz kurarak edep erkâna gelmek ise Nesimi Dârı olarak adlandırıyor. Bir bakıma biçim olarak Dâra çıkmanın baştan sona değin geçen evrelerinin adlarıdır bunlar. Burada önemli olan Alevi-Bektaşilerde Fatıma, Hallacı Mansur, Fazlı (Fazlullah) ve Nesimi'ye verilen değer ve duyulan saygıdır, onların önder kabul edilmesidir. Musahiblik Dârında bu biçimsel evrelerin hepsi de uygulanmakta ve sık sık özellikle Mansur'un, Fazlı ve Nesimi'nin adları geçmektedir. Musahiblik Dârına Muhammed-Ali yoluna ilk kez giren, ikrar verecek canlara yol gösteren hizmet sahibi rehberle birlikte durulur. Rehber, kardaşlık olacak canlar bekarsa iki sofunun, evlilerse bacılarla birlikte dört canın önünde bulunur. Boyunlarına geçirilmiş tığı bend ya da düğümlenmiş mendilden tutup çekmektedir. Rehber musahib çiftleri, Muhammed-Ali yoluna girebilmeleri için her bakımdan gerektiği gibi hazırlamıştır. Genellikle "ölmeden önce ölmek''i simgeleyen, akbezlere sarılıdır kefene dolanmışcasına. Ayakları yalınayak, başları açıktır. Bellerinde kemerbest (belbağı) vardır. Rehber canları eşiğe niyaz ettirir. İçeri girip, Dedenin huzurunda "Hü!'' deyip dururlar (Mansur Dârı). İmam Caferi Sadık buyruğuna göre: "Burada Pir diye ki; Niçin geldiniz? Rehber diye ki; Bugün Mansur gibi Dârı, NESİMİ gibi bıçağı, Fazlı gibi hançeri ihtiyar edip (kabullenip) tabakatı evliyaya ikrar verip, can verip canan almaya geldik! Pir diye ki; Ey talipler bu bir uzak yoldur, gelemezsiniz! Gelme gelme, dönme dönme! Gelenin canı, dönenin malı! Bu yol demirden yay oddan gömlektir giyemezsiniz, gidiniz! .. Sonra onlar geri gideler eşiğe varıp gene geleler. Pir üç kez bu minval üzere söyleye...'' Yola girerken pirin musahib olanlara söylediği "Gelenin canı, dönenin malı'' yaptırımı simgeselliği vurgulanarak bazı yorumlar getirilebilse dahi, bunun tersi biçiminde belgilenmesi Aleviliğin temel felsefesine çok daha uygun. Kaldı ki birçok kitaplarda "Gelenin malı, dönenin canı'' biçiminde geçmekte ve çoğu Dedeler böyle uygulamaktalar. Yola girerken malını-mülkünü, kendine ait olan herşeyini meydana koyup, ortaklığa sunmak değil midir musahiblik? Yoldan döndüğü takdirde, R. Yürükoğlu'nun deyişiyle, "Dükkanı kapatıp, anahtarı teslim ederek çekip gidilecek (mi?)'' yermiş ortamı seziliyor birinci belgide. Öyleyse yaşam biçimine dönüştürülmüş kutsal Muhammed-Ali yolundan dönen için, "Can pazarı'' yaptırımı konulmuş olması daha usa yatkın görünüyor. Yaptırımın zalimane eylemsel uygulamasına da gerek yok. Muhammed-Ali, erler evliyalar "canına karim'' olacak inancı ve onlardan gelecek "görünmez kaza-belalarla'' yok olacağı telkinin yarattığı ruhsal gerilimdir bu yaptırım! Belki de kasıtlı sokulmuştur "Gelenen canı...'' belgisi. Eğer gerçekten öyle olsaydı, malını dedeye dergâha bırakan döner ve yüzyıllar boyunca yapılan baskı ve zulümle Aleviliğin imi bile kalmazdı. Yine Yürükoğlu'nun söylemiyle; "Zamanın koşullarının gerektirdiği budur; dün de bugün de Gelenin malı ve Dönenin canı belgisi, doğru olanıdır.'' Kapıdan her içeri girişte, Dâr meydanına gelinceye dek dört kapının erenlerine simgesel olarak selam verir rehber. Üçüncü kez Dâra çıktığında; "Pir huzuruna bir (iki) çift koç kuzulu kurban getirdim. Al kabul et Allah eyvallah!'' diyen rehber tığıbentten çeker ve hep birlikte Dedenin önünde yere kapanırlar. Bu durumda da ayaklar mühürlü, yani Fatma Dârı vaziyeti bozulmadan Fazlı Dârına durmuşlardır. Dede eliyle ya da asasıyla rehberin omuzuna, Allah-Muhammed-Ali! diyerek üç kez dokunur ve "Hizmetlerin kabul yüzün ak olsun! Pir divanına yazılsın! Oniki imam katarından didarından ayırmasın, hüü erenler!'' diye duasını okur ve rehber kalkarak tığıbendi Dedeye verir. Dede Fazlı Dârındaki musahib canların üzerlerindeki kefeni simgeleyen akbezi kaldırır ve şu duayı okur: "Allah Allah! Geldiğiniz yoldan, durduğunuz Dârdan ve çağırdığınız pirden şefaat göresiniz! Cenabı Hak, Hünkâr Hacı Bektaş Veli Sultan Allaha kul, Muhammed'e ümmet ve Ali'ye talip eyleye! Bu yoldan, bu DârDâr ve didardan ayırmaya! Ceddi cemalımız yaramaza, uğursuza ve pirsize duş getirmeye! Şeytanın şerrinden, gafil gadadan-görünmez beladan koruya! Cenabı Allah hayırlı devlet, hayırlı evlat hayırlı rahmet ve bereketn ihsan eyleye! Dârınız niyazınız kabul ola, gerçeğee hüüü!'' Dede tövbe telkinini yaptırıp, bellerini sıvadıktan sonra doğrultur secdedeki canları, edeb-erkân otururlar. Dede cemdeki canlara dönerek "Erenler Cemine dört (iki) yeni can girdi. Bunlar artık yol kardeşlerinizdir. Onikimamların huzurunda onları candan saklayıp koruyunuz! Hüü gerçeğe, Allaheyvallah!'' dedikten sonra musahib canları yeniden rehbere teslim eder. Rehber onları meydan halkasına ve yanına oturtur. Yola girmiş, ikrar vermiş bu canlar edeb-erkân durumunda, yani Nesimi Dârındadırlar şimdi. Artık zakirlerin musahiblik üzerine söyledikleri nefes ve düvazlar dinlenir. Arkasından yeni yola girmiş canların tarık altından geçmelerinden sonra doluları içilecekve kestikleri kurban lokmaları yenilecektir. Dâr-ı Fazlı, Fazlullah ve Hurufilik "Sorsalar ki Dâr kaç çeşittir? Cevap verkim dörttür; Evveli Dâr-ı Mansur, ikinci Dâr-ı Fazlı... Dâr-ı Fazlı aşk ola dedikte secdeye varmaktır. Zira Fazlı'yı yüzüstüne secde bıraktılar. Fazlı gibi hançer ciğerimde demektir... Nazarda durmakta dört erkân vardır; ... Üçüncüsü (talip) tarık altından geçtikde ve zülfikar çalınıp kalktıkda Fazlı olur.'' İmam Cafer Sadık Buyruğu Anonim İmam Cafer Sadık Buyruğu'na göre Dâr çeşidinde ikinci sırada görünmektedir Fazlı Dârı. Araştırmamızın başlarında da verdiğimiz gibi biçim olarak Dâra çeşitlilik kazandırır. Türkçede Fazıl, Fazlı, Fazıla (fazilet, erdem sahibi) sözcükleri özel ad olarak kullanılmaktadır; Arapça fazl (üstünlük, yüksek ahlak, erdem) dan çekilmiştir. Bir Dâr çeşidine ad olan Fazlı, Hurufiliğin kurucusu Fazlullah'dır (Fadl al-lah). Görgü cemlerinde Fazlı adının Dâr dışında nefeslerde ve dualarda sık geçmesine rağmen, kim olduğu pek bilinmez. Hallacı Mansur için düşünüldüğü gibi Fazlı da "Erdir, evliyadır, insan-ı kâmil''dir! Fazlullah'ı Hurufilik (harf gizemciliği) ile birlikte kısaca anlatmaya geçmeden önce Alevi-Bektaşi ozanlarının nefes lerinde nasıl yansıdıklarını örnekleriyle geçmek, Hurufiliğin bir tür ön açıklaması olacaktır. İlk örnek olarak bu akımın ikinci büyük temsilcisi olarak bilinen ve araştırmamızın son bölümünü oluşturacak olan Seyyid Nesimi'den, bu inancın özellikleri ve niteliğini belirleyen bir nefesini verelim. Ancak divan şiiri tarzında olduğundan, düzyazıya çevirerek açıklamak gerekecek. Yüzün harfinden ey dilber açıldı cümle babullah Okur anı müderrisler beyan-ı küntü kenzullah Kaşınla kirpiğin zülfün beyanın eyleyen arif Bilübtür ebcedin sırrı anın adıdır ehlullah Yüzün elhamdülillahdır anın çündür yedi ayet Yazılmış nakşile görkim, acep satri kelamullah Tamamı mushafı gördüm okudum harf be harfi Görünmez gözüme billah, gayri ez summe vechullah Bu belayı dilarayı temaşa eyle gel ey dil Acep suret acep heyet budur tur-u kelamullah Acaip mazhar-ı Hakdır Huvellahül ebed daim Eğer Hakdır desem vacip budur celle Celalullah Ali ferzendisin Şaha ki sensin ba-i Bismillah Ali sensin Veli sensin vasıyy ül Hak Nebi sensin Veli gerçeklerin şahı ki sensin sırr-ı Fazlullah Melaik Adem ü Havva anın nutku ile güyadır Nesimi hastaya Hakdan demidir nefh-i ruhullah Açıklaması: Ey güzel! Yüzünde okunan harflerle Tanrı kapısı açıldı ve bunu medrese hocaları, varoluşun gizli hazinesinin beyanı olarak okur dururlar. Arif kaşının, kirpiğinin ve zülfünün ne anlama geldiğini biliyorsa; harflerin sayısal değerlerinin gizemine ermiştir ve o artık Tanrı'nın adamı (ehlullah) dır. Yüzündeki yedi hat, Fatihanın yedi ayeti olarak yazılmış Tanrı sözlerinin satırlarıdır iyi gör ve anla! Kur'an'ın tamamını yüzünde görüp okudum harf be harf; görünmez gözüme Allahın yüzünden gayrısı. Ey gönül gel de seyreyle bu belaya duçar olanı! Hem sureti hem de Tur dağındaki Tanrı sözlerinin heyeti budur. (Yüzün) başlangıçtan sona sürekliliği olan Tanrı'nın şaşırtıcı açınımı (mazharı)dır, onun yüzü desem vacipdir; ulu Tanrı'nın kendisisin sen! Başlangıç ve sonuç ya da Mehdi hep sensin; Ali oğlusun ve Tanrı'ya kadar ulaştığına kanıt, onun adının (Bismillah) ilk harfi olmandır. Ali sensin, (Hacı Bektaş) Veli sensin, Peygamberin vasisi de sen! Gerçeklerin şahı söyleminde saklı Fazlullah'ın gizemi de sensin. Melekler, Adem ve Havva onun sözüyledir denir ya! Nesimi'nin isteğiyle Tanrı'dan üflenmiş kendi soluğudur. Şimdi de Şah Hatayi'den dinleyelim Fazlullah'ı ve Hurufiliği: Gel temaşa eylegil zahid cemalullaha bak Perde-i pinDârı kaldır summe vechullaha bak Kaşif-i levhi hakayik sırrı subhanellezi Nur-i keremna ile ayine-i Allaha bak Ra ü mim za ile idrak kıl mahiyetin Mazhar-ı Kur'an-ı Hak esrar-ı Fazlullah'a bak Sahib-i tabir-i mana alim-i ilm-i Ledün Feyz-i piri manevi kesb eyle ruhullaha bak Bist ü heşt ü si vü dü rür nokta-i bismillah Saye-i ruh-ül Kudüs ayn-ı Kelamullaha bak Fatih-i müftah-ı ebvab-ı tılsımat-ı Huda Nazır-i mirat-ı Allah olan ehlullaha bak Ey Hatayi alem-i zahir vücud-i mutlakı Görmek istersen cemal-ı nur-u zatullaha bak Şah Hatayi'nin bu şiiri de Osmanlıca ağırlıklı ve divan tarzında olduğundan aşağıda açıklamasını veriyoruz: Gel seyreyle ey şeriat yobazı, Allahın cemalına bak! Yüzünü örten benlik perdesini kaldırırsan Tanrı'nın gerçek yüzüne bakmış olacaksın; gerçeklerin kayıtlı olduğu levhanın yaratıcısı ve bağışlayıcı makamın ışığıyla Tanrı'nın aynasına bak! Ra (R), Mim (M) ve Zad (Z) harfleriyle kendi durumunu anlayabilmen için; Tanrı'nın Kur'an'ının yeniden ortaya çıkışı olan Fazlullah'ın sırlarını öğren! O gizli bilimlerin bilgini; içanlamlarını yorumlayan ve açıklamalarını yapan ulu kişidir. Bu manevi üstadın üstünlüğünü kavrayarak öğren dersini; onda Tanrı'nın ruhunu göreceksin. Yirmisekiz ve otuziki harftir Allah adını açıklayan; Ruh-ül Kudüs'ün, yani Cebrail'in sayesinde inen Tanrı'nın sözlerinin yansıması olan Kur'an'a iyi bak göreceksin. Hudanın tılsımlarının gizli kapılarını açanların efendisi ve onun aynasına bakan Tanrı'nın adamını (Fazlullahı) iyi tanı! Ey Hatayi! Vücud-u Mutlak olan Tanrı'yı görmek istiyorsan, Tanrı zatının nuru olan kendi cemaline bak! 16. yüzyıl Bektaşi ozanı Yemini'den iki dörtlük: Limeallahın makamı vech-i Fazlullah imiş Limen-ül mülkün lisanı nutk-ı Fazlullah imiş Kaf ü Nun'un natıkı hem kainatın halıki Künt ü Kenzin âşık ü maşuku Fazlullah imiş Suretin nakşında gördüm fazl-ı ismi azamı Zülf ü kaş ü kirpiğindedir Süleyman hatemi Limeallahın hayalidir yüzün vech-i ilah Gösterir mirat-i mümin onsekiz bin alemi Yemini bu dizelerde insanın yüzünde Tanrı'nın göründüğü ve adının yüz hatlarında okunduğunu ve ayrıca insanın onsekiz bin varlık evrenini yansıttığını söylüyor. Tüm bu gizemleri öğrenmiş olduğu Fazlullah'a peygamber derecesinde övgüler sunuyor. 19 ve 20. yüzyıl ozanlarından birkaç örnek daha örnek vererek, Hurufiliğin Alevi-Bektaşi şiir ve nefeslerinde nasıl hala yankılanmakta olduğunu görmeye çalışalım. Önce Sırrı ile Mihrabi'den: Her ne okursan otuz ikidir Her ne görürsen otuz ikidir Vechin kitabı arşın tınabı Haccın sevabı otuz ikidir Derdin devası aşkın sefası Hakkın rızası otuz ikidir Çak eyle yüzün pak eyle özün Ne görse gözün otuz ikidir Belki her işin kirpikle kaşın Lebinle dişin otuz ikidir Söylemiş Kur'an bu söze gel kan Vechinde ayan otuz ikidir ... Sırrı virandır genc-i nihandır Sanma yalandır otuz ikidir ... Allah deyüp bağırma uzak sanıp çağırma Hakkı dilden ayırma şeytan güler bu hale Hayali bir yerdesin sen arada perdesin Hak sende sen nerdesin nedir cevap suale El insan ü vel Kur'an Hadistürür bu tüman Sözün bilmezse insan nice ersin kemale Altısıdır muteber şeş cihetten al haber Mafsallardan kıl güzar derecat-hilale Evvel ü ahir odur zahir ü batın odur Hazır ü nazır odur kulak tut bu meale Arş-ı rahmandır yüzün anı şerheder yüzün Arif bilmezm'iç yüzün açma sırrı nadana Kaşın kirpiğin hattın yedi hat olmuş niçin Manada ebced için kaf ü lam düştü dala Baba deyüp Ademe secdegah ol aleme Hateme ir hateme döndür yüzün cemale Men arefden al sebak arifane doğru bak Senden sana yakın Hak eriş ol layezale Kur'anidir sözümüz rahmanidir yüzümüz Hakkı görür gözümüz aldanmayız hayale Böyle yazmış yaradan zat evinden anadan Yedi hat var babadan erişirsen visale Mihrabi cümle ayat müteşabih muhkemat İşte destimde berat sun ey saki piyale M. Teyfi Oytan'ın kitabında, son zamanların Hurufi ozanı olarak sunduğu Kulalı Türabi Sani'nin divan tarzı bir şiirini geçip onu açıkladıktan sonra, konuya gerçek girişimizi yapacağız: Şabb-i emredde göründü Ahmed'e rahman-ı Hak Suret-i rahmandır Adem secde kıl ferman-ı Hak Ahsen-i takvimi inkar eyleyen İblis olur Bilmedi seb-ül mesani etmedi iz'an-ı Hak Kevni cami sırr-ı Adem hem muhit-i küll-i şey Hem kelamullah-ı natık kıl nazar iman-ı Hak Kainat mirat-ı haktır gel bu sırra mahrem ol Hakka mirat oldu Adem küllü yevmin şan-ı Hak İsm-i adem ism-i Hak oldu sıfatullah yüzü Zat-ı Haktır zat-ı Adem nahn ü akreb can-ı Hak Kaş ü göz hem kirpik işte fatiha ümm-ül kitab Bilmeyenler ademi oldu Şeytan-ı Hak Mısr-ı cami mazhar-ı zat ü sıfat sırr-ı Hüda Allem el esmay-ı natık nefhay-ı yezdanı Hak Ademi manada Allah zatın ilan eyledi El veled sırr-ı ebih'dir arif-i irfan-ı Hak Nefsini arif olanlar Hakka arif oldular Okuyan kendi kitabın oldular Kur'an-ı Hak Hab-ı gafletten uyan ilm-ü ledün dersini al İlm-i zahirle bilinmez sendeki umran-ı Hak Fazl-ı Yezdan'dan hidayet ermeyince bir kula Bilemez kendi vücudunda nedir sultan-ı Hak Kaal ile bilinmez Allah himmet-i piran gerek Ben Türabi Sani'yem münkir bana berran-ı Hak Açıklaması: Tanrı Muhammed'e yeniyetme bir delikanlı olarak göründü. Adem Tanrı'nın suretindedir; ona secde kılınız Tanrı buyuruğudur. Bu güzel olayı yadsıyan İblis olur. Çünkü o tanımadı yedi ayetli fatiha suresini ve Tanrı'ya itaat etmedi. Canlı ve cansız tüm varlıklar evreni insan gizinde saklıdır; eğer ona inancın varsa, Tanrı'nın sözü olarak anla bunu! Gel bu sırları iyi sakla; evren Tanrı'nın aynası ve Tanrı'yı ise Adem ayna olmuş yansıtmaktadır. Tanrı'nın adı Adem oldu; çünkü Tanrı'nın yüzünü taşımaktadır ve Ademin özü onun özüdür, can içre candır! Kaş, göz ve kirpiğiyle insan yüzü, kitabın anası Fatiha suresi! Ademi böyle bilmeyenler bugün şeytandan farksızdırlar. Hüdanın sıfatlarının gizemi ve özvarlığının mazharı (açınımı) Mısır ülkesini kapsar; soluğu, sözleri, adı ve sıfatlarıyla. Tanrı özünü adem anlamında, yani insan olarak ilan etti. Tanrı'nın bu irfanını arifler, bir çocuğun sırrını ise babası bilir. Nefsini bilenler, yani kendini tanıyanlar Hakkı buldular. İnsan kendi kitabını okursa, Tanrı'nın Kur'anını tanımış olur. Uyan derin uykulardan, gizli bilimlerin dersini al! Öyle dıştan bakmakla, şeriat ilmiyle sendeki Tanrısal yapıyı kavrayamazsın. Fazlullah bir kimseye yol göstermeyince, kendi vücudunda Tanrı'nın sultanı bulunduğunu hiç anlayamaz. Boş sözlerle Tanrı bilinmez, pirlerin yardımı gerek! Türabi Sani için böyle bilmeye çalışanlar görünüşte inananlardır; Tanrı'nın haricindedirler. Harfçilik ya da daha kapsamlı harf gizemciliği inancı anlamını verebileceğimiz Hurufiliğin kurucusu Fazlullah (Fadl-allah)ın yaşamına ilişkin saptayabildiğimiz bilgileri özetleyelim. Abdülbaki Gölpınarlı'nın Hurufilik Metinleri Kataloğu adlı yapıtında, o çok iyi bilinen kendine özgü yanlı ve suçlayıcı yorumlarıyla da olsa, Fazlullah hakkında geniş denebilecek bilgiler mevcut bulunmaktadır. Yapıt onun Hurufilik üzerinde çok eski çalışmalarının bir devamı niteliği göstermekte. Ancak kataloğunu yapmış olduğu hurifilik metinlerinden, Farsça bilmeyen Türk araştırmacılarının yararlanmasına olanak tanınmamış. Metinler Türkçeye çevirilmediğinden üzerindeki yorumları gönlünce yapmış ve onları arzu ettiği biçimde değerlenmiştir. Oysa Fazlullah'ın yaşamı, düşünce ve inanç mücadalesi hakkında ardılları (halifeleri) ve gizemli harfçilik bilimiyle ilgilenen ozanlar Pers ve Türk dilinde geniş bilgi vermişlerdir. A. Gölpınarlı Fazl hakkında şöyle bir özet geçmektedir, önce onu verelim: Fazlullah, batınilerin yöntemlerini benimsemişti; genç yaşta özenerek süluk ettiği (girdiği) yol Batıni inançları telkin eden bir yoldu. Harflere verilen anlamlar ve sayısal karşılıklarıyla uğraşmıştı. Batınilerin tevil (farklı, değişik yorumlama) yöntemlerini benimseyerek, özellikle harflerin önemi ve gerekli gördükçe harflerin sayılarla ilişkilerini ele almış; dini buyrukları ve hükümleri arapçadaki 28 ve Farsçadaki 32 harfe indirgeme yolunu tutmuş. Tam ve amacı belli bir yöntem halinde bulunmayan ve daha çok gelecekteki olayları keşfetmek için kullanılan Hurufilik bilgisini devrine göre çok ilginç bir biçime sokmuştur. Kendisini Mehdi, Mesih ya da Tanrı görünümünde tanımış ve tanıtmış ve böylece gerçek Hurufiliği kurmuştur. Hurufilik harfler ve hatlarla dinsel buyrukları değiştirme ve bu inancı hazırlamak için kurulmuş bir yöntemdir. Bu inancın esası, insanı Tanrılaştırmaktır. Fazlullah bu temel üzerinde eski dinlerden ve tasavvuftan fazlasıyla yararlanmıştır. A. Gölpınarlı İslamiyete Sünni ya da Şii şeriatı gözlükleriyle baktığı için, ehli sünnet yorumcuları dışındaki, değişik yorum ve yaklaşımlardan doğan birçok inanç biçimlerini (yöntemlerini) İslamlık dışı saydığı gibi Hurufiliği de ayrı bir din görüyor: "Hurufi mezhebinin, daha doğrusu dininin kurucusu Fazlullah'ın yaşamı hakkında, devrine en yakın tarih kitaplarıyla onlara kaynaklık eden eski eserlerin verdikleri bilgi, Fazlullah'ın çağdaşı ve onun kurduğu dine uyanların verdiklerine uymamaktadır'' diyor. Bunda şaşılacak hiçbir neden yok; çünkü tarih kitaplarının dayandığı eski elyazmaları eserler, Fazlullah'ı katlettiren egemen yönetim ve inançların yandaşları tarafından yazılmıştır.'' Yukarıda ozanlardan verdiğimiz örnek divan şiirleri açıklamalarında ve nefeslerde görüldüğü gibi Hurufilik en basit tanımıyla otuziki harf üzerine oturtulmuş Kur'an'ın ve İslamiyetin ehli sünnet dışı batıni yorumundan çıkmış bir inanç kurumudur. İ. Zeki Eyuboğlu'nun dediği gibi felsefi düşünce olarak var oluşu, canlı ve cansız varlıkların oluşumunu hanflere dayandırırken Tanrı-İnsan-Evren üçlüsünü bire indirip, insanda birleştirir. Gerçekte alfabe ve hesap bilgeliği, yani arithmosophie çok eskilerden beri mevcuttu. Hurufilik, Kabbalizmden tanıdığımız yöntemlerle ve kavramların aynı olduğu ve bir metaphizik bir sayısal sistem olarak değerlendirebiliriz, diyen Henry Corbin, İslam felsefesi tarihi adlı yapıtında sadece birkaç paragraf ayırmıştır bu konuya. Ona göre: "İslamiyete bu geleneği 6. imam Caferi Sadık'ın (ölm. 765) soktuğu bilinmektedir. Ancak Hurufilik mezhebinden konuşacak olursak, kökenini Astrabadlı Fazlullah'a borçlu olan özel Hurufilik okulunu gözönünde tutmak zorundayız. Çok acıklı bir yazgıya sahip olan Fazlullah Timur döneminde 1401-1402'de öldürülmüştür.'' Astrabadlı Emir Gıyaseddin Muhammed'in Istiva-Name'si ve Fazlullah'ın halifelerinden yine Astrabadlı Seyyid İshak'ın Mahrem-Name'si Fazlullah Hurufi'nin yaşamının ayrıntılarını veren iki önemli kaynaktır. Istiva Nâme'ye göre hicri 740, yani 1339-40 doğmuş; kurduğu inanç yöntemini 1386'larda yaymaya başlamış ve 1394'de öldürülmüştür. Astrabad'da doğmuş olan Fazıl'ın kendisi 1370-71 de 32 yaşlarında Isfahan'da çileye girdiğini söylemektedir Nawm-Nâme'sinde. Fazlullah'ın halifelerinden Mir Şerif'in Beyanat-ul Nak'ında, onun Seyyid olduğu bildirilmekte ve soyağacı verilmektedir. Değişik ardıllarının verdikleri bu secerelerde Fazl ile Ali arasında 20 ya da 22 kuşak vardır; özellikle 8 ya da 9. atası Yemenli Muhammed oluşu dikkati çeken bir olay olarak görülebilir. Çünkü 9. yüzyıldan itibaren Yemen ülkesi Batınilerin en önemli merkezlerinden biridir. Demek ki Fazlullah batıni inanç geleneğini sürdüren bir aileden gelmektedir aynı zamanda. Fazlullah onsekiz yaşlarında Hasan adında bir şeyhe bağlanarak tasavvuf yoluna girmiştir Nesimi Divanı'nda geçtiğine göre. Bu kişi "Kutb-ı alem, Merd-i mana'' gibi sıfatlarla övülmektedir. Bir mutasavvıf, büyük olasılıkla batıni olduğu düşünülebilir. Nesimi divanının ilgili beyitlerinde, bu kişinin Fazl'ı yola götürdüğü ve hatta onun tevil bilgisine sahibolduğu ve bunu yayacağını haber verdiğini görmekteyiz. Seyyid İshak'ın Hab-Name'sinde verdiği bilgilere göre Fazlullah, Harezm ve Yezd'de bulunmuş ve oradan Isfahan'a bağlı Tohçı denen yere geçerek bir süre kalmıştır. Sonra Tebriz'e gelmiştir. Celayirli Hasan oğlu Sultan Üveys'in (ölm. 1374-5) Fazl'ın meclislerinde bulunduğu ve bu yüzden veziri Zekerriya ve Sahib-ül sadr Şeyh Hacci'nin kendisini eleştirdiklerini Hab-Name'den öğreniyoruz. Sultan'a şer'i hükümleri tevil bilgisi veriyor Fazlı. Kesinlikle artık şeriatın dışına çıkmıştır ve Sünni İslamın dinsel buyrukları onu bağlamıyordu. Yapıtları Cavidan-Nâme, Mahabbat-Nâme ve Arş-Nâme'de inançları ve yöntemini dile getirmiş, bunları yaymaya başlamıştır. Tebriz'de ortaya çıkmış, ancak Isfahan'da geniş propagandasını yapma ortamı bulmuştur. Musafir diye çağırdığı Şeyh Hasan ona artık zuhur zamanının geldiğini haberlemiş olduğundan, ilk kendisine inanan yedi (dokuz) kişiyle inanç yayma; mevcut hükümlere buyruklara, elbetteki şeriatın egemen olduğu yönetimlere karşı başkaldıran propaganda gezilerine başlıyor. Tebriz, Tohçı, Isfahan, Şiraz, Giylan ve Damgan'ı dolaşıyor. Önce halka kendini sevdirip saydırıyor, düş yorumlarıyla ve gelecekten haberler vererek. Yani birçok Veli'nin yaptığı gibi olağanüstülükler gösterisiyle çıkıyor siyaset meydanına. Ünü yayıldıkça yayılmış ve aşağıda özetleyeceğimiz inanç sistemiyle, şeriatın egemen olduğu düzeni sarsmaya başlamıştır. Bakü'de bulunduğu sırada Şamahı kadısı Bayazıd'ın bir düşünü yorumlarken, kendisinin öldürüleceğini de haber vermiş. Bu kişinin evinden kalkıp hücresine gederken, Astrabad'dan gelen bir hükümle tutuklanmış ve Alıncak kalesine götürülmüştür. Miranşah tarafından hapse atılmıştır. Fazlullah'ın Muhabbet-Nâme adlı yapıtının içinde bulunan iki vasiyetnamesinde, çocuklarından ve dostlarından ayrılmaktan başka birşeye önem vermediğini bildirmekte; Şirvan'ı Kerbela'ya, bütün günlerini aşure-matem gününe; ehil olmayanları Şimr ve Yezid'e ve kendisine Hüseyin'e benzetmektedir. Gerçekten de onu İmam Hüseyin gibi öldürmüşlerdi. 1393-4 yılında bir cuma günü, Şeyh İbrahim adlı birinin fetvasından sonra bir hançerle onu katletmişler. Sonra ayağına ip bağlayarak cesedi çarşı-pazar yerlerde sürükleyip teşhir edilmiş ve halka gözdağı verilmiştir. Sonra bir kenara atılmış olan cesedi, inananları tarafından alınarak Alıncak'da gömülmüştür. Rafi'nin 1408 de yazmış olduğu Başarat-Nâme'nin sonunda Fazlullah'ın "mugayyabatı Hams'i (Beş duyu ile anlaşılmaz gizli hikmetler: Kur'an XXXI, 34) bildiğini ve bu cümleden olarak öleceği zamanı ve kendisine saplanacak kılıcın renginin kırmızı olup, üzerinde Ayet ül kürsü yazılı olacağını, vasiyetinde belirtmiş olduğu bildirilmektedir. Fazlullah Hurufi'nin ölüm tarihinin 796 hicri'de (1393-4 miladi) ölmüş olduğunu ispatlamak için (çünkü 1398, 1402, 1404 gibi çeşitli tarihler ileri sürülmektedir) çeşitli kanıtlarla çok fakat dağınık bilgiler sunan Abdülbaki Gölpınarlı bir yerde şöyle diyor: "Ta'wil dediği yeni dini yedi kişiyle yaymaya başla yan Fazlullah'ın fikirlerinin az zamanda taraftar bulduğunu, kendisine bilginlerden, sadat (Seyyidler) tan ve hatta beylerden birçok kişinin mürid olduğunu ve müridlerine; Dervişan-ı Halalhor u rast- guy, yani Helal yiyen ve doğru söylüyen dervişler, dendiğini Hab-Name'den ögrenmekteyiz.'' Bize göre gerçek işte bu paragrafta yatmaktadır; yönetimleri hakanları, sultanları ve beyleri korkutan buydu. Fazlullah, Fazl-ı Hak (Tanrı'nın erdemi) olarak ortaya çıkıyor; şeriatın tüm kurallarını altüst eden değişimleri olan inançlarını yaymaya başlıyor yedi adamıyla. Helal yiyen, doğru söyleyen ve kimselerin hakkına tecavüz etmeyen insanların yaşayacağı bir toplum düzeni yaratmak mücadadelesinde yandaşları giderek çoğalmaktadır. Halifelerinden Mir Şerif Beyan-ül Vaki adlı yapıtında, halifelerinin dörtyüz seyyid olup, gece ve gündüz Fazlullahla birlikte bulundukları ve gittiği yerlere birlikte gittiklerini söylemektedir. Bunlardan biri de Emir Seyyid Nesimi'dir; Istiva-Nâme'de adı üçüncü halife olarak geçmektedir. Hallacı Mansur'un da dörtyüz yandaşıyla son haccını yaptığı ve gezilere çıktığını biliyoruz. Bu bir tasavvufi gelenek olarak mı Fazlullah'a değin ulaşmıştır? Bir büyük Veli yetiştirdiği dörtyüz müridiyle mi inancının siyasetini yapacak ve sosyal değişimi sağlayacaktır? Sanki bir toplumsal dönüşüm böyle dört yüz halifeyle, yani kendilerine candan inanmış bu sayıda bir kadro ile yapılabilirmiş gibi Anadolu'da da büyük halk hareketinin ilk başında bunu görüyoruz. 1225'lerde Dede Garkın da 400 halifesini Elbistan Ovasında toplamış ve kırk gün boyunca Dâr didar yapıp, yani tümünü Dâra çekip görgü-sorgudan geçirdikten sonra aralarından Baba İlyas'ı seçiyorlar hep birlikte. Ve Rum ülkesini değiştirmek yönetimi ele geçirmek için görevlendirmişti. Onbeş-onaltı yıl sonra kitleleri peşinden sürükleyecek ermişliğe-liderliğe Baba Resul olarak ulaşan Şeyh İlyas başladığı büyük eyleminde boğulmuştu. Fazlullah da 1376-7 de "zuhur edip'' onbeş-onaltı yıl sonra, çok farklı koşullarda bile olsa, eyleminde korkunç biçimde parçalanıp ortadan kaldırıldı. Fazlullah durmadan yazıyordu. Şeriatın kötülük ve hasızlıklarını, onun üzerine kurulmuş yönetimlerin acımasızlığını dile getirmektedir. Çok ileri görüşlü ve bilgili olduğundan İran, Azerbeycan ve Anadolu'da geçen olayları izliyor ve nelerin olabileceğini kestirebiliyordu. Yıkılan eski İlhanlıların yerine Azerbeycan topraklarında ortaya çıkan Celayiroğulları ve Karakoyunlu feodalların koğuşturmasına uğrayan Fazlullah, daha sonra Timur'un hışmına uğrayacaktır, niçin? Çünkü halkı peşinde sürükleyen ve giderek ünü artan bir lider olarak sultanları ve beyleri korkutan adamdır. Fazlullah, Farsçanın Gurcan lehçesiyle yazmış olduğu, belli yıllarda ya da belirsiz zamanlarda kendi gördüğü düşleri veya başkalarınkini yorumladığı Nawm-Nâme adlı kitabında geleceğe ilişkin birçok olayları önceden haber vermiştir. Örneğin 1384 yılanda Tebriz'in alınıp, Celayioğullarına son verileceği, gibi tarihsel olaylar! Bu kitapta Celayiroğlu sultan Üveys, Toktamış Han ve son olarak Timurlenk'in adları geçmektedir; son tarih 796 (1393-4)dır. Öyle anlaşılıyor ki 1384'de Tebriz, 1386'da Nahcevan'ı alarak Azerbeycan'ı baştanbaşa ele geçiren Timur, Alıncak'da Hurufiler tarafından epeyce direnme görmüştür. Devlet divanında hem hanlık buyruklarını temsil eden yargıcın, hem de şeriat yasalarının büyük kadısı olan Timur bir Sünni devletin hanı idi. Büyük bir İslam bilgini ve fıkıhçısı olarak Timur tarafından saygı gördüğü söylenen Şeyh Bedreddin'in Fazlullah'la görüşmüş ve etkilenmiş olması söz konusu olabilir ve bu araştırılıp incelenmelidir. Fazlullah Hurufi'nin güçlenmiş olması ve dörtyüz halifesiyle ülkenin dörtbir yanına dağılıp, ezilen halkları rahatça kendine çekebilen, yönetime başkaldırıcı şeriat dışı düşüncelere izin vermezdi. Direnen Alıncak kalesini yerle bir etti. Torunu Miranşah tarafından yakalanmış olan Fazlullah'ı da diğer birçok Hurufi şeyhlerle birlikte öldürttü. Aynı kıyımı bir süre sonra Anadolu'da sürdürecektir!