"8. Burç: Kuran'ın ayetlerini değiştirenler, yanlış yorumlayanlar (!) peygambere ve ehlibeytine dil uzatanlar, ehlibeytin buyruklarını inkar edenler çok büyük günah işlemiş suçlulardır. 12 yıl pir huzuruna çıkamaz ve görgüye alınmazlar. Ölürlerse ölüsüne gidip cenaze namazını kılmazlar. Ekmeği aşı yenilmez ve evine ayak basılmaz ve hiç bir şekilde konuşulup yardımda bulunulmaz. "12 yıl sonra rehbere gidip, yaptıklar fenalıklardan kurtulmuş olduğunu tövbeler ederek bildirir. Rehber onu ceme ulaştırmadan önce vücudunun üst yanını soyurtup pislik sürer; boynuna da pisliğe batılmış ip bağlayarak pir huzuruna çıkartır. Buraya getirilişinde havlatarak, anırtarak ve domuz gibi burnu yere sürtülerek hakaret edilir. "Suçlu içeri girip, bu hakaretlere uğradığında, cemdeki canlar onun yüzünü görmemek için ağlayıp sızlayarak toptan yere kapanırlar. Allaha, peygambere, ehlibeyte yalvarırlar. Suçlu üç kez kovulur. Her gelişinde aynı davranışlar içinde getirilir. Üçüncü gelişinde herkesten ayrı ve tek başına oturmak üzere kabul edilir. Ancak ayrı pişirilip dağıtılması koşuluyla iki kurban kesmesi gerekmektedir. Bu geliş sadece cem törenlerini seyretmek içindir, görgüye sorguya katılamaz. "Ertesi yıl üç kurbanla meydan açılır. Kurbanlardan biri köpeklere atılır; diğeri öksüzlere, kimsesiz ve yoksullara dağıtılır, üçüncüsü cemaata getirilir. "Pir ve cemaaten önünda boynuna onbeş hokka (19, 245 kg.) ağırlığında bir cisim asılarak bir saat bekletilir. Arkasından 90 sopa vurulur, kızgın demirle elleri ayakları ve dili dağlanır. 100 akça mürşid, 130 akça pir ve 30 akça rehber hakkı olmak üzere para cezası kesilir. Bunlar da yeterli değildir görgüye girmesi için. Yine yeri cemaatın en arkasıdır. Üçüncü yıl bir kurbanla gelip, görülür. "9. Burç: Nefsine ve hırsına uyarak veya kin ve öc almak amacıyla insan öldürenler en büyük suçludur. Böylesi bir suç işleyenler 30 yıl pir ve görgü yüzü göremezler. "Bütün komşular ve akrabaları ondan ilişkilerini kesecek! Onu gören sofular ve bacılar, ağlayarak yüzlerini çevirecekler. 30 yıl ekmeği yemeği yenilmeyecek. Arkadaşlık edilmeyecek ve selam verip selam alınmaya cak. Hiç bir surette yardım edilmeyecek. "30 yıl sonra rehbere götürülecek. Rehber onu alıp pir ve cemaatın huzuruna getirecek. Pir oradaki canların önünde kendisine şöyle diyecek: "'Bir kurban getireceksin. Kurban kesilecek ve kazanda kaynayacak. Kurban etinin kaynamakta olduğu ocağın bacasının içine seni başaşağı gelmek üzere asacağız. Kurbanın pişinceye dek bu durumda kalacaksın. Eğer ölürsen şehitsin, kurtulursan gerçek sofusun. Kabul ediyor musun etmiyor musun?' "Suçlu kabul ederse bu işlem yapalacak. Kabul etmiyorsa ölünceye dek her türlü akrabalık ve komşuluk ilişkisi kesilip, köyden kovulacak. Öldürdüğü adam aynı evin içinde zina suçuyla öldürülmüşse ve tanıkları bile varsa bu suç sayılmayacak! "10. Burç: Bakire bir kızı zorla ya da kandırarak iğfal etmiş ama evlenmemiş ve geleceğini karartmış olanlar gaddardır, kâfirdir, münafıktır. Böylelerinin derdine derman bulunmaz. Lanetli şeytandırlar. Kazandıkları haramdır. Komşuluk haramdır ve ölünceye dek düşkündürler. "Hiç bir pir, mürşid, rehber, talip, komşu ve akrabasını görmeyecektir. Herhangi bir pir veya mürşid onu ceme alır, bağışlayıp görürse, o pir veya mürşid de ebediyen suçlu olur. Yıkadığı, pakladığı talip asla temiz olamaz. Hiçbir makama oturup, karar veremezler. "Herkim ki o suçluyla ilişki kurarsa, yardım ederse o kimseler de suçlu olurlar. Birkimse, zorla iğfal edilmiş o kızı kendine eş olarak alırsa, kazanacağı sevap yer ile gök arasını dolduracak kadar büyük olur. Bu evliliğe bütün melekler imrenirler, sevinir ve tanıkları olurlar. "11. Burç: Musahibinin, pirin, mürşidin, rehberin ve kirvesinin karısıyla zina edenler, kızlarını almış olanlar veya nikahlı ve sözlü kadınlara tecavüz edenler, ırz düşmanları büyük suçludurlar. Böylesi suçluların derdine derman olunmaz. Böyleleri kâfirdir, gadDârdır, münafıktır ve şeytanı laindir. "Bunlar yezit lanetullahtırlar. Nemrud'un ve Firavun'unun sıfatından olup, hiçbir surette ehli beyt ve ehli müslim tarikatına alınamazlar. Böyleleriyle hertürlü ilişki kesilir ve sürdürenler de suçludur. Bu ebedi düşkünlerin bağışlanması mümkün değildir. "12. Burç: Mürşidini, pirini, rehberini, musahibini ve kirvesini öldürenler, livata yapanlar (erkeklere tecavüz edenler) veya tüm bu suçları işleyenlere yardım edenler en büyük suçludurlar. Hiçbir din ve mezhebe ve ne de tarikata alınamazlar. Komşulukları kabul edilmez; kapısının önünden dahi geçilmez. Kesinlikle her türlü ilişkiler ve yardım kesilir. Böyleleri cehennemliktir ve cenaze namazları kılınmaz. Bunlara yardım edenler, yolda görüp yüzünü çevirmeyenler, selam verip alanlar dahi suçludur...'' Hangi tarihte hazırlanmış olduğunu ve neden 12 Burç adı verildiğini - belki suçların giderek ağırlaşması ve cezaların yükselmesi neden gösterilebilir! - kesin olarak bilemediğimiz, 12 madde halinde tertiplenmiş "Alevilikte suçlar ve cezalar''ın, Şeyh Safi Buyruğu'ndan alınarak değiştirilmiş olduğu düşünülebilir. Laik ve çağdaş devlet ve toplumun gelişmiş adalet sisteminde elbetteki bu tür cezlandırmalara yer yoktur. Ancak ilk bakışta ağırmış gibi görünen cezaların, verilen ayrıntılar dikkatle okunduğunda, gerçekte caydırıcı niteliklerinin ağır bastığı anlaşılır. Şeriat hukukunda çeşitli suçlara verilen; "Göze göz, dişe diş!'' cinsinden, Vendetta (lat. Vindicta, yani bireysel intikamla cezasını verme!) ilkel hukuku çerçevesi içerisinde, "El ayak kesme, dil koparma vb.'' cezalarının yanında, caydırıcı düşkünlük cezaları çok hafif kalmaktadır. Burada ayrıntılı karşılaştırmalara girmeğe de gerek bulunmamaktadır. Muhabbet Dârı "Sevme, sevgi, sevmek; dostluk ve dostça içten konuşmak'' gibi anlamlarda kullanılan muhabbet sözcüğü Alevi-Bektaşi felsefesinin özyapısındaki temel taşlardan en önemlisidir. Genci divan tarzındaki bir nefesinde şöyle söylüyor: Muhabbettir eya dader rumuz-u sırrı vechullah Muhabbetle küşad oldu kitab-ı küntü kenzullah ... Muhabbetle silindi perde-i zulmet eya sadık Muhabbetle bulur tahkik gönül rah-i visalullah Muhabbetle derunun varını âşık mutahhar kıldı Muhabbetle erer menziline abd-i atiullah Muhabbetle müzeyyen kıl vücud-i kisverin ancak Muhabbetle olur labud sana esrar-i keşfullah Açıklamaya çalışalım: Ey kardeş Tanrı'nın yüzünün gizemi, muhabbetle bütünlendi... Tanrı'nın küntü kenzen (gizli hazine) kitabı bu sevgiyle açıldı. Ey sadık dost! Karanlığın perdesi muhabbetle yırtıldı. Gönül Allah'a varmanın yolunu ancak sevgiyle, yani muhabbetle bulabilir. Ey âşık içinde varolan benliği muhabbetle pakla. Çünkü Tanrı'ya bağlı olanlar ancak muhabbetle menzile ulaşırlar. Vücut ülkesini ancak sevgiyle donatabilirsin. İşte o zaman Tanrı'nın gizi sana birden açılıverir. Küntü kenzen (gizli hazine) gizemine gelince: Mutasavvıflara göre Davut peygamber Tanrı'ya; "Ya rab bu dünyayı ve bu dünyadaki herşeyi yaratmana neden ne olaki?'' diye sorunca Tanrı; "Ben bir gizli hazineydim, bilinmekliğimi istedim. Kendi kendimi sevdim, muhabbet ettim. Ve bu sayede şu eflakı (felekler) yarattım. Böylece gizli hazinemi ortaya döktüm!" der. Kur'an deki "Levlake levlak, lemme Halektul Eflak'' ayetini Alevi-Bektaşiler; ya Muhammed ya Ali! eğer siz olmasaydınız, bu evreni yaratmazdım. Sizin aşkınıza dayanamadım biçiminde yorumlarlar. Böylece evrenin ve insanın yaratılışını muhabbete bağlarlar. Muhabbetten Muhammed oldu hasıl Muhabbetsiz Muhammedden ne hasıl? diyerek en güzel özdeyişi yaratmışlardır. Muhabbet üzerine sayısız nefesler vardır. Çeşitli ozanlardan bazı örnekler geçerek Muhabbad ya da Muhabbet, yani sevgi, sevme ve sevilmenin Alevi inanç ve tapıncındaki yerini görelim. İlk örnekteki gibi açıklama yapmaya da gerek kalmayacak; öztürçe, açık ve yalın anlaşılması kolay: Muhabbet nidügün bileyim dersen Erenler ceminde birdir Muhabbet Bu aşkın sırrına ereyım dersen Gönül deryasında dürdür muhabbet Muhabbet bağında münafık kalmaz Öter bülbülleri gülleri solmaz Bu bir sırullahtır aşikar olmaz Kudret haznesinde sırdır muhabbet Hadis-i kudside buyurdu Mevla Muhabbet hilatın giydi Mustafa Melekler miraçta kıldılar nida Hassolan ruhlara surdur muhabbet Muhammed Aliden sakın çekme baş Ne derlerse sana desinler kardaş Niyaz-ı Musa'dır fehmeyle sırdaş Bosnavi ednaya Tur'dur Muhabbet Ta kalu beladan sevdik seviştik Ezel bizim yardır muhabbet Muhabbet eyleyip birliğe yettik Cesedin içinde birdir muhabbet Can cana muhabbet verse erkândır Zira muhabbetin arzusu candır Kırklar makamına varsa civandır Rızanın yurdunda birdir muhabbet Muhabbettir yerin göğün direği Muhabbet edenin yanar çırağı Ã?şıkın beytullah maşuk durağı Hak nazar ettiği yerdir muhabbet Bizim yerde bahar olur kış olmaz Öter bülbülleri dilleri durmaz Kokusu kesilmez rengi de solmaz Necef bağı gülizardır muhabbet Muhabbettir lailahe illallah Muhabbettir Muhammed resulullah Muhabbettir Aliyyü Veliyullah Üçü de manada birdir muhabbet Hak Muhammed Ali'dir ötesinde Beytullah içinde hak haznesinde Rıza yurdunda ve aşk deryasında Cibrilin gördüğü nurdur muhabbet Hakikat kitabın okur cebrail Marifet lokmasın sunar muhabbet Canı hakka teslim eder azrail İsrafil dilin sırdır muhabbet Hatayi bu makam özge makamdır Makamın mührü Oniki İmamdır Şeyh Safi'nin buyruğunda tamamdır Zira can arzusu didar muhabbet Batınımda dedi bana bir aziz Muhabbetten geçen Haktan da geçer Vermen nasibini kesin gıdasın Muhabbetten geçen Hak'tan da geçer Muhabbet adem-i Hakka yaradır Muhabbet etmeyen can muDâradır Dünya ve ahrette yüzü karadır Muhabbetten geçen Hak'tan da geçer Gerçek olan bir nefese inana Canımız veririz kurban canana Lanet olsun ikrarından dönene Muhabbetten geçen Hak'tan da geçer Muhabbeten hasıl oldu Muhammed Aliye verildi cümle velayet Oniki imamın erkânı şefaat Muhabbetten geçen Hak'tan da geçer Dört kapı kırk makam yetmiş iki kat Muhabbet dedikleri tecelliy-i zat Mümüne müslüme hayır nasihat Muhabbetten geçen Hak'tan da geçer Muhabbet dediğin haslar başıdır Muhabbet etmeyen Hak'kın nesidir Dost Hatayi'min hak nefesidir Muhabbetten geçen Hak'tan da geçer Kul Himmet'in genel anlamda hem Dârdan hem muhabbetten betimler geçen nefesine de bir göz atıp, muhabbet Dârını açıklamayı deneyelim. Ozanın bu şiiri, Şah Hatayi'nin yukarıdaki nefesinde geçen dizelerden de yararlanarak ve onların üzerine oturtarak yazdığını görüyoruz: Muhabbetten geçen Hak'tan da geçer Muhammed de muhabbetten hasıldır Arifler boyuna bir kaftan biçer Neslin yitirmeyen yine hasıldır Amel olmayınca Hak'ka varılmaz Mürvet demeyince Dâra durulmaz Şimdiki insana öğüt verilmez Arif isen eğer hemen usul dur Cehdeyle kendine eyidir dedir Özünün karasın mürşide yudur Hemen sofuluktan menfaat budur Garazdan buğzdan kinden kesil dur Derviş olup meydan açayım dersen Sırat-ı mizanı geçeyim dersen Ahrete imanla göçeyim dersen Günah bendedir de Dârda asıldır Kul Himmet'im saklı nefes tutulmaz Burda kalbe giren orda atılmaz Türap olmayınca Hak'ka yetilmez Türap gibi ayaklara basıl dur Muhabbet Dârları, görgü ceminin eksiksiz yürütüldüğü, yani musahib tutmadan tarık altından geçmeye ve cem birlemeye kadar tüm törenlerin yapıldığı cemlerde uygulandığı gibi; yeniyetmeleri, gençleri, musahib adaylarını bir çeşit bilgilendirme ve eğitme toplantıları olan Koldan Kopan erkânlarında (Muhabbet meydanı açma da denir) sıkça uygulanır. Ayrıca Dedenin talipleri arasında bulunduğu her zaman cem dışı, erkân dışı Muhabbet Dârına durulabilir. Bu Dâr adından da anlaşıldığı gibi muhabbet, sevgi, yarenlik ve dostluk içindir. Bir takım şakadan nedenler üretilerek sofular birbirlerini Dâra çektirebilirler. Cemde musahib tutma, boyverme ya da tevhit çekme sırasında tüm canlar diz kurmuş oturmaktadır. Gözcü babanın desturu olmadan dizlerini bükemezler. Destur verilmeden bu oturuşu bozmuş, destur verilmeden lokma yemeğe başlamış sofuları farkeden gözcü ya da aşçı-lokmacı baba Dâra çektirir. Bu hatayı çok kez kasıtlı işlemişlerdir. Çünkü içlerinden Dedeye ya da hizmet sahiplerine, cemdeki canlara birşeyler sunmak geçmiştir. Açıktan çıkıp söylemez böyle yarenlik cinsinden hatalarla kendini Dâra çektirip, vermeyi içinden geçirdiği lokmasını sunar. Dârda şikâyet, savunma yargı cezalandırma evreleri şakalaşarak gülüşerek sürdürülür. Ama ceza kesildiğinde ciddi bir biçimde duasını alıp oturur, cemaatın kestiği cezayı da öder. Ya da bir bakarsınız kalkıp dedenin önüne gelmiş bacının biri indirdi başörtüsünü omuzlarına, kelle keserek (yere niyaz etme) özünü Dâra çeker. "Dedem der, filan, filan ve filanca sofulardan razı değilim. Biz üç bacı yolaktan geçerken, ak çarşaflara dolanmış karşımıza çıktılar; ödümüz kopayazdı, ya yüreğimiz yarılsa da düşüp ölseydik!'' diye şikâyetini söyler. O kişiler Dâra durur ve kendilerini bir süre yalancıktan savunur. Daha sonra yaptıkları şakanın hata olduğunu kabul ederek "Haklı hakkını istesin!'' derler. Muhabbet Dârlarında Dâra çektirenler "Cemaatı razı ederse, ben razı gelirim!'' diyerek, Dâra çekilmiş olanları cemdeki canlara "birkaç tepsi helva, iki sacarası kömbe, cızlama ve katmer gibi yiyecekler hazırlayıp dağıtmaya'' mahküm ettirir! Samahlar bitmiş lokmalar dağıtılırken ya da bir ara dinlenme sırasında bir sofunun Dâr meydanına çıktığını görürsünüz. Adlarını çağırarak onlardan davacı olduğunu söyleyip sekiz-on canı Dâra çektirir. Onlara uyduruk hatalar yükler ve cemaatı arkasına alarak herbirinden Dede'ye ya da hizmet sahiplerine verilmek üzere bir çuval buğday, arpa veya un-bulgur sözü aldırır. Topluca Dede tarafından duaları verilir ve Dârdan inerler. Sonuç olarak muhabbet Dârları bir çeşit yarenlik ve eğlenme için Dede'ye, hizmet sahiplerine ve cemaata bir şeyler adamak ve lokma sunmaktır. Her talip için bu Dârda son yargı "verme, sunma ve adak adama''dır. Ancak biçimsel olarak en ciddi Dârların durumu uygulanır; başaçık, ayak yalınayak ve mühürlü ve bel kemerbestlidir! Muhabbet Dârının uygulandığı Koldan Kopan erkânı ise yukarıda belirttiğimiz gibi gençleri alıştırma ve bilgilendirmedir. Tevfik Oytan şöyle tanımlıyor Muhabbet meydanı açmayı, yani Koldan kopan erkânını: "Bu erkâna gerçekte bir ayin gözüyle bakılamaz. Gençleri toplantıya alıştırma, onlara adap erkân hakkında bilgi vermek. Yol ve sürek sevgisi aşılamak için hazırlanan bir muhabbet meclisidir. Toplantıya canlar elleri boş gelmezler. Erkekler demleri kadınlar ise meze ve yiyecekleriyle gelirler Bu koldan kopan meclisinde ayni cemin erkânları ve kurallar hakkında bilgi verilir. Rehber, Dede vekili kamber ve gözcü bir çeşit gösteri biçiminde Görgü ceminden önemli törenleri öykünme yoluyla geçerler. Elbetteki sazcılar, yani zakirler nefesler okur ve düvaz imamlar söylerler. Ve yeni yetişmekte olan zakirler denenir, alıştırılır. Samahlar dönülerek gençlere alıştırılır. Gerçek cem olmadığı için sofra yerden kalkmaz, yenilir içilir demlenilir. Buradaki Dâra çekilme ve Dâra durmalar da taklitten ve yaparak yaşayarak öğrenmekten öteye gitmeyen Muhabbet Dârlarıdır. Muhabbet Dârı uygulanımına bir örnek: 27 Temmuz 1992 tarihli Milliyet gazetesinin "Basından Seçmeler'' sütununda çıkan, Sabah gazetesinden bir köşe yazısı alıntısında anlatılan acılı bir Alevi Cemi anısı, Muhabbet Dârlarından ilginç bir örnek taşımaktadır. Zülfü Livaneli'nin, yazar ve oyuncu Yavuzer Çetinkaya'nın zamansız acı ölümü üzerine yazmış olduğu bu anlatıyı kısaltarak vermek istiyoruz: 1987 kışında Erzincan'ın Keşiş dağları üstünde karlarla kaplı bir köyde, "Yer Demir Gök Bakır' filmini çekiyorduk... . Dervişi Rutkay Aziz, muhtarı ise Yavuzer Çetinkaya oynuyordu... Köylüler herkese ismiyle sesleniyor, Yavuzer'e ise "Muhtar efendi' diyorlardı. Bir gün köylülerin "Cem Ayini'' yapacaklarını duyduk. Bu geleneksel törene katılmak için izin istedik. Bizi kırmadılar ve sonunda bir gece, kendimizi Cem ayininde bulduk. Kadınlar da aynı yere oturtuldu. Halıların üstüne bağdaş kurduk. Dede çekti kucağına curasını ve gülbenk okudu. Daha sonra dualar ve semahlar başladı. Ayinin bir bölümünde "Lokma'' yenilecekti. Köylüler güçlerine göre çeşitli yiyecekler getirmişler ve ortaya tepeleme yığmışlardı. Ancak Dede niyaz verilene kadar bu yiyeceklere el sürülmesi yasaktı. Semahlar bitti ve Dede niyaz vermeden önce şikâyet bölümü başladı. "Özünü Dâra çekmek'' dedikleri bu törende herkes ya kendisinin ya da bir tanıdığının kusurunu, yanlışını söylüyordu. Böylece topluluk o kişiye, suçunun ağırlığına göre ceza veriyordu. Ufak tefek bir köylü dizleri üstünde ilerledi, ortaya çıktı ve "Dedem'' dedi, "Benim muhtardan şikâyetim var.'' "Anlat oğlum!'' Muhtar kıyafetiyle oturan Yavuzer şaşırmıştı. Acaba şikâyet kendi hakkında mı yoksa köyün gerçek muhtarı hakkında mıydı? Köylü anlattıkça Yavuzer'i kastettiği ortaya çıktı. Muhtar, Dede niyaz (destur, izin denmek isteniyor, İ. K.) vermeden önce küçük bir çörek atmıştı ağzına. Köylü bunun cezalandırılmasını istiyordu. Yavuzer'in hesap vermek üzere ortaya gelmesini istediler. Hepimiz şaşkınlık içindeydik. İşin ne kadarı oyun, ne kadarı ciddiydi kestiremiyorduk. Yavuzer dizleri üstünde ortaya geldi ve "Evet yedim'', dedi. "Ben bu âdeti bilmiyordum.'' Dede bir süre düşündü sonra bir... hakim ifadesiyle kararını açıkladı: "Bu hatayı basit bir köylü yapsa, affederdik'' dedi. "Ama koskoca bir muhtarın âdetleri bilmemesi mümkün değildir. Muhtar bir koyun kesip, cemaata yedirecek.'' Zülfü Livaneli ve film ikibini şaşkınlığa düşüren şikâyet, suçlama ve cezalandırma olayı bir Muhabbet Dâr'ından başka birşey değildir. Anlatılan Cem Ayini de yukarıda sözünü ettiğimiz Koldan Kopan (Muhabbet Meydanı) Erkânı'ndan ibarettir. Yaşam Sonu Dârı ya da Dârdan İndirme Görülüyor ki Dâr Alevi-Bektaşi inanç sisteminin her aşamasında görülür. Günlük yaşama değin inmiş sosyal hukuki, eğitimsel ve ekonomik özellikler içeren çok önemli bir ögedir. Dâr olayı Alevi bireyini, her talibi yaşam boyu adım adım izleyen ve onun dörtbaşı mamur bir kişilik kazanması için kutsallık kılığına büründürülmüş kaçınılmaz toplumsal uygulanımdır ve aynı zamanda töre ve ahlaki yaptırımlar güldestesidir. Bu güldeste bireyin ölümüyle çözülür, solar. Ama son bir uygulanımla talibin ötedünyasını da buradan güvenceye (!) alır. Bu Dârdan indirme erkânıyla sağlanır. Bedri Noyan kitabında "Ölüm ve ölüm halinde erkân'' başlığı altında yirmi sayfadan fazla yer ayırmıştır; Alevi-Bektaşilerde ölüm olayına ilişkin gelenekler incelenmektedir, çeşitli halkbilimsel araştırmalardan alıntılar ve gözlemlerden yararlanılarak. Biz burada bu çeşit ayrıntılara girmeden, M. Teyfik Oytan'ın erkâna ilişkin açıklamalarını özetleyerek bölüme son vermeyi düşünüyoruz: Dârdan indirme erkânı ölen bir talibin eş ve dostlarıyla, her türlü ilişkide bulunduğu toplumunun bireyleriyle gıyaben helallaşmasıdır. Bir talip nasıl ki sağlığında her yıl bir kez de olsa boyverme-başokutma Dârına durup görülüp soruluyorsa, hakka yürüyüşünü, yani ölümünü izleyen günler içinde ya da kış aylarında genel görgü cemi kurulduğu zaman, varisleri tarafından onun adına Dârdan indirme erkânı açtırılır. Eğer durumları iyi ise özel bir yaşamsonu Dâr meydanı açar ve cemin tüm harcamalarını üstlenirler. Ölü can adına kurban kesilir, beşikteki çocuğun kursağına bile düşürmek ilkesi içerisinde lokma dağıtılır. Erkânın açılış biçimi tıpkı başokutmada olduğu gibidir. Ölen canın yerine onun veli ya da vasisi Dâra durur. Eğer yaşıyorsa kardaşlığı bacılığı da onlarla birliktedir. Dârda ölmüş talib adına; "Ağrınmış incinmiş ve gücenmiş kimseler varsa dile gelsin! Bile gelsin ve hakkını talep eylesin!'' tercümanını okurlar. Elbetteki Hakka yürümüş talibin bir kusurunu bilen, birine zarar-ziyan verdiğinden haberli olan varsa onu önceden açıklamış ve o candan razılık almıştır. Eğer ölü canın ödenmemiş borçları var ve alacaklısı çıkarsa, incinen birileri varsa varisler ödemeyi üstlenir. Alacaklı verecekli, ağrınmış incinmiş kimseler yoksa cemdeki canlar: "Hepimiz razıyız, Allah da razı olsun! Gönül birliğiyle biz bağışladık, Tanrı da bağışlasın! Ruhu şad olsun ve Hak erenler yardımcısı olsun!'' deyip yere niyaz ederler. Mürşid başokutmada olduğu gibi canların dualarını verip, onları Dârdan indirir. Sonra hepsini tarıktan geçirir. Sonra zakirler ağır dokunaklı hüseyni makamında, ölünün ruhunu kutlu kılmak için aşağıdaki türden nefesler ve bir düvazimam okurlar: İşte geldim işte gittim Yaz çiçeği gibi bittim Şu dünyada ne iş ettim Ömürcüğüm geldi geçti Çağırdılar imam geldi Herbiri bir işe yeldi Azrail pençesin saldı Can kafesten uçtu gitti İşte geldi yuyucular Tenime su koyucular Kefenim elinde hoca Kefenciğim biçti gitti Ayırdılar ilimizden İp attılar belimizden Pek tuttular kolumuzdan Can cesetten uçtu gitti İlettiler mezarıma Sığındım gani Kerime Toprak attılar serime Gözüm yaşı taştı gitti İmam telkine başladı Bir sevapçık iş işledi Komşular bizi boşladı Geri dönüp kaçtı gitti Kabrime bir melek geldi Bana bir sualcik sordu Hışmedip bir topuz vurdu Tebdilciğim şaşıp gitti Teslim Abdal oldu tamam İşte geldi ahir zaman Yardımcımız Oniki İmam Ten türaba karş'tı gitti Vardım ki yurduna ayak göçürmüş Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş Sakiler meclisten çekmiş ayağı Laleyi sümbülü gülü har almış Süleyman tahtını sanki mar almış Zevk ü şevk ehlini ahu zar almış Game tebdil olmuş ülfetin çağı Zihni dert elinden her zaman ağlar Vardım ki bağ ağlar bağıban ağlar Goncalar perişan güller kan ağlar Şeyda bülbül terkeylemiş o bağı Yar yanına giden ey bad-ı Saba Şimdi yarim beni ansın ağlasın O da benim gibi hasret mi eya Mahşerecek bana yansın ağlasın Bu gönül aşkıyla yaktı cismini Vahdette görürse yarin resmini Gece gündüz virdeylemiş ismini Hab-ı gafletten uyansun ağlasun Elemde kederde kaldım naçarım Vaslına ermeğe yok iktidarım Diyarı gurbette o nazlı yarim Hüsnü geda oldu sansun ağlasun Düvazimam: Muhammed Mustafa ey Şahı Merdan Aliyyel Mürteza sana sığındım Hatice Fatıma Hasan Mücteba Hüseyni Kerbela sana sığındım İmam Zeynel ile Muhammed Bakır Cennet bahçesinde bülbüller şakır Cafer-i Sadık'a erdik çok şükür Musa Kazım Rıza sana sığındım Muhammed Taki'ye verdim salavat Aliyyün Naki'den isterim imdat Hasan-ül Askeri eleman mürvet Mehti sahip liva sana sığındım Ondört masum-u Pak güruhu naci Onyedi kemerbest derdin ilacı Pirim Hacı Bektaş serimin tacı Hünkârı evliya sana sığındım Virdi Derviş senin kulun kurbanın Yarın arasatta ulu divanın Senin mücrimlere çoktur ihsanın PirimŞüca Baba sana sığındım Dârın Pirleri ya da Dârda Simgeleşenler "... İmdi malum oldu ki Pirin huzuruna varmakta üç erkân vardır: Birincisi eli kuru-boş varmaya, ikincisi abdestsiz ve taharetsiz bedhuy varmaya! Üçüncüsü Pirin yanında şeriat ehli oldukta ellerini bağlayıp nazarda duralar! Yanında tarikat ehli var ise sufi olan ellerini yanına salıp Dârı Mansur dura! Mürşid gülbenk edip ve talip secde edip şeytan aleyhun laineden kurtula ve ulu Ademe secde etmiş ola! "Amma nazarda durmakta dört erkân vardır; Birincisi, Talip Dâra geçip durdukta Mansur olur İkincisi, talip Dâra geçip durdukta Nesimi olur Üçüncüsü, tarık altından geçtikte ve zülfikar çalınıp kalktıkta Fazlı olur. Dördüncü erkân, talip gülbenk alıp gidince günahından azat olur ve masum pak olur! Ve dahi sorsalar ki Dâr kaçtır? Cevap verkim dörttür: Evvelki Dâr-ı Mansur, ikinci Dâr-ı Fazlı, üçüncü Dâr-ı Nesimi, dördüncü Dâr-ı Fatıma... Bir talip hangi Dâra dursa, o Dârın Piri ol mümine şefaat eder! " (İmam Caferi Sadık Buyruğu'"ndan) Dârın Tarihçesine İlişkin Yorumlar Daha önce yeri geldikte, duruş biçimine göre adlandırılmış dört Dâr çeşidinden söz etmiştik. Alevi-Bektaşi Dâr kavramında simgeleşen bu dört ulu kişinin yaşamlarını kısaca incelemek ve düzene başkaldırmış düşünce ve inançları uğruna canlarını vermiş bu uluların mücadelelerinden kesitler vermek istiyoruz. Böylece gerici ve baskıcı yönetimlerin toplumsal muhalefetini oluşturmuş kırılmış, sürülmüş ve oluk oluk kan akıtmış olan Alevi toplumunun sosyal yaşamına düzen veren Dâr olayında yaşamaları ve Dâr kavramında simgeleşmelerinin anlamına varmak kolaylaşacaktır sanıyoruz. Peygamberin kızı ve Ali'nin karısı Fatıma'yı anlatmaya geçmeden önce, bir duruş biçimi olan bu Dâr dolayısıyla tarihçesinden söz etmek yerinde olacaktır. Saptayabildiğimiz bilgileri yorumlayarak açıklamayı deneyeceğiz. İmam Caferi Sadık Buyruğunda şöyle geçmektedir: "Dâr-ı Fatıma, ayağını birbirinin üstüne koymaktır. Bu da imam Hüseyin'den kaldı. Birgün Hasan ile Hüseyin otururken Sultan-ı Enbiya bir su istedi. İmam Hüseyin çabuk idi; daha önce davranınca sol ayağının baş parmağını taşa vurup kanattı. Efendimize su verirken haya ettiğinden sağ ayağını sol ayağı üzerine koydu...'' Doğrusu "ayak mühürlemek'' diye adlandırılan bu duruşun İmam Hüseyin'den kaldığı açıklandığı halde, niçin Fatma Ana Dârı denildiğini anlamak güç. Hiçbir açıklama yok sadece kısaca bir Dâr-ı Fatma tanımlaması var. Ayak mühürlemenin böyle bir söylentiyle kaynağının İmam Hüseyin olması, anası Fatıma'nın eğitim ve terbiyesine bu sonucu bağlamak belki bir yaklaşım olabilir. Bu Dâr duruşunu kent Alevilerinde (Bektaşiler) peymançeye geçmek olarak adlandırılmasından yola çıkarak, Anadolu Aleviliğinde Dâra durmanın kökenini saptamayı deneyeceğiz. Peymançe'yi Abdülbaki Gölpınarlı, "ahitçik'' anlamında Farsça bir sözcük olarak görüyorsa da "Pay-maçan''dan bozulma olması daha güçlüdür, sonra kendisinin de kabul ettiği gibi. Pay-maçan bir odanın, özellikle dinsel törenler yapılan yerin papuçluk denen ve eşik çevresinin adıdır. Dervişlerden biri, yoldan dışarı bir harekette bulunursa oraya gidip ayağını mühürleyerek niyaz durumunda bekler. Kalenderilerde sağ ve sol kol çaprazlama göğüs üzerine konularak ayak mühürleyip, sağ elle sol kulak ve sol elle sağı tutmak erkândandır. Daha sonraları ise bu gelenek kaldırılmıştır. Tanımını "Elim ayağım yok, başım kesik erenlere teslim olmuşum'' diye yaptığı ayak mühürleme halinde bu duruşun töre durumu alması üzerindeki söylentileri şöyle sıralamaktadır A. Gölpınarlı: 1) Salman-ı Farisi'nin sol ayağının başparmağı yokmuş, bunu göstermemek için böyle dururmuş. 2) Ali'nin ölüm öyküsünde (Tabuttaki ölü ve üzerine yüklendiği deveyi yeden kişinin de kendisi olduğu anlatılır) cenazesini götürmek için gelen, yüzü örtülü arabın kim olduğunu anlamak için oğulları Hasan'la Hüseyin peşine giderlerken, İmam Hasan'ın sol ayağının başparmağına bir taş dokunup kanatmış. Araba yetişip kim olduğunu sormuşlar. Arab geri dönüp yüzündeki örtüyü kaldırınca, babalarının kendisi olduğunu görmüşler. İşte bu sırada İmam Hasan, sağ ayağının baş parmağını, kanayan parmağı üzerine koyarak, kanı babasına göstermek istememiş. 3) Bir de Mevlevi versiyonu: Birgün Ateş baz-ı Veli Mevlana'ya, aşevinde kazan kaynatmak için odun kalmadığını söyler. O da "Var ayaklarını sok kazanın altına!'' diye buyurmuş. Ateşbaz (ateşle oynayan hokkabaz) buyruğa uyup, sokmuş ayaklarını kazanın altına. Ama içinden "ya ayaklarım yanarsa!'' diye işkillenmiş. Bu yüzden sol ayağının baş parmağı yanmış. Bunu Mevlana'ya anlattıklarında kalkıp aşevine gitmiş ve "vay seni ateşbaz vay!'' diye paylamış. Ateşbaz-ı Veli kalkıp niyaza durmuş Mevlana'nın huzurunda. Yanan parmağını ona göstermemek için bu durumu almış. Yine A. Gölpınarlı'nın dediğine göre peymançeye durmak, yani ayak mühürlemek Nakşibendilerin Halidi kolu dışında bütün tarikatlarda vardır. Eflaki'nin "Ariflerin Menkıbeleri"'nin eleştirel ve açıklamalı çevirisini Türkçeye kazandırmış olan Tahsin Yazıcı, kitapta geçen pay-maçan sözcüğünün "Papuçluk'' anlamına geldiğini söylemektedir. Duruş biçimini belirledikten sonra, Mevlevilerde kusur işleyen dervişlerin paymaçan'a çekildiklerini söylüyor. Onun da vermiş olduğu Ateşbaz olayına peymançeye geçmeyi, geniş anlamda Dâr olayını bağlamak doğru olamaz. Çünkü Mevlevilerde, baştan beri anlatmaya çalıştığımız Dâr yoktur. Velayetnâme'ye göre Hacı Bektaş Veli'nin meclislerinde de peymançeye durmak vardır. Alevi-Bektaşilerde ayak mühürlemek Dâr olayının içinde değerlendirilen bir duruş biçimidir o kadar! Biz daha önce ve Hacı Bektaş Veli'nin mensup olduğu Babailer çevresi, yani Alevi Türkmenlerde Cem olayının toplu tapınç biçiminde geliştiğini ve Pay-maçan adıyla da olsa Dârın sosyal yargılama ve toplumsal kararlar alma işlevini yerine getirmekte olduğu kanısındayız. Suç işlemiş dervişi papuçlukta ayakta durdurup cezalandırmaktan çok uzakta bir gelişim ve yapılanma bu. Baba İlyas'ın torununun oğlu Elvan Çelebi'nin "Menakıb-ül Kudsiyye'"sinde bu olguya tanık olabiliyoruz. Duvarlara binip yürüttüğü anlatılan Dede Garkın (gerçekçi bir yaklaşımla 1221-26 yılları arasına denk düşebilir) Elbistan ovasında dörtyüz Türkmen obasının 400 şeyhini, bir mürşid ve büyük Şeyh olarak topladığını ve kırk gün CEM sürdürdüklerini ve bunca gün Paymaçan verdiklerini anlatan beyitlere bir gözatalım dilerseniz: 134- Ata binmez Dede divara binur Divar altında at gibi atılur 135- Dede Garkın kerametin görür bir Bir divara biner yürir ol şir 145- Şia şia güruh güruh gelir Halisan muhlisan mürid olur 169- Dörtyüz ol kim halife vardı benam Herbiri ehl-i keşf ü hal ü makam 175- Dört yüzün bir nefeste cem kılur Birbiri üzre bıragur oturur 177- Terk-i evtan kıldılar cümle Yüz urup şeyha geldiler cümle 179- Ön ü son kırk gün içre cem oldı Paymaçan yerinde hep durdu 180- Paymaçan virür bu miskinler Yol içünde kemine elginler 181- Diledun çün vazife-i taat Gele yerine geçmeye sa-at 183- Ol sebepten sürindük uş geldük Suçluyuz suçumuz kamu bildük 184- Dede aydur bu iş-i hayrünnas İşlemişdür meger ki Şeyh İlyas Görüldüğü gibi yurtlarını terketmiş dörtyüz halife, Pirlerinin bir nefesiyle gelir cem olurlar. Bu cem tam kırk gün sürer. Paymaçan bu süre boyunca işlevini görür; yol içinde eksiklikleri olanlar paymaçana, yani Dâra durarak, eksikliklerini ve noksanlarını dile getirip mürüvvet dilemektedirler. "Sürünerek huzurunuza geldik, suçluyuz suçumuzu kabul ettik!'' demektedirler. Eğer Elvan Çelebi'nin bu betimlemesi (tasviri) doğruysa; Dâra çekilmek ya da Dâra durmak, Farsça söylenişiyle "paymaçan virmek'' Anadolu Aleviliğinde 13. yüzyılın ilk çeyreğinden beri uygulanmakta olduğunu söylemek olasıdır. Hacı Bektaş Veli'den sonra ikinci büyük pir bilinen Şah Abdal Musa (14. yüzyılın ikinci yarısı) ve onun ünlü talibi Kaygusuz Abdal'a atfedilen iki nefeste geçen Dâr ve Dâr meydanı, incelemekte olduğumuz paymaçan virme-peymançeye durmanın karşılığındaki Dâr sözcüğünün ilk kullanılışı gibi görülmektedir. Yine Kaygusuz'un bir nefesinden anlaşıldığına göre, Görgü cemi (ayn-i cem) erkânları çok büyük olasılıkla Abdal Musa ya da ondan önce düzenlenmiştir. Sözünü ettiğimiz nefesleri buraya koyarak, Dâr sözcüğünün Alevi literatüründeki anlamında kullanılışını görelim: Muhammed Ali'nin kıldığı dava Yok meydanı değil var meydanıdır Muhammed kırklara niyaz eyledi Ar meydanı değil er meydanıdır Kırklar özün biraraya kodular Anlar cenazesin susuz yudular Deveyi gördünmü gördüm dediler Ört elin eteğin sırdır dediler Ne diyeyim şu erkânı kurana Yuf çekerler bu meydanda yalana Üçyüz altmış merdiveni bilene Kör meydanı değil gör meydanıdır Abdal Musa Sultan gerçek er ise Ali'yi sevenler muhib yar ise Hakkın maksuduna irem der ise Urganı boynunda Dâr meydanıdır. Beylerimiz elvan gülün üstüne Ağlar gelir şahım Abdal Musa'ya Urum abdalları postun eğnine Bağlar gelir şahım Abdal Musa'ya Urum abdalları gelir dost deyi Eğnimizde aba hırka post deyü Hastaları gelür derman isteyü Sağlar gelir şahım Abdal Musa'ya Hindden bezirganlar gelir yayınır Pişer lokmaları açlar doyunur Ã?şıkları gelir bunda soyunur Erler gelir şahım Abdal Musa'ya Her matem ayında kanlar saçarlar Uyandırıb Hak çerağın yakarlar Demine hü deyip gülbang çekerler Nurlar gelir şahım Abdal Musa'ya Meydanında Dâra durmuş köçekler Çalınır koç kurbanlara bıçaklar Döğülür kudümler açılır sancaklar Tuğlar gelir şahım Abdal Musa'ya İkrarıdır koç yiğidin yuları Muannidi çeksem gelmez ileri Akpınarın yeşil gölün suları Çağlar gelir şahım Abdal Musa'ya Ali'm zülfikarı almış destine Sallar durur yezitlerin kastına Tümen tümen Gencali'nin üstüne Sırlar gelir şahım Abdal Musa'ya Benim bir isteğim vardır Kerim'den Münkir bilmez evliyanın halinden Kaygusuz'am ayrı düştüm Pirimden Ağlar gelir Şahım Abdal Musa'ya Dârı-ı Fatıma ve Fatıma Ana Yukarıda Dâr-ı Fatıma'nın tanımlamasından yola çıkılarak Dârın tarihçesi üzerinde yorumlar verdik. Daha önce de bu Dâr hakkında açıklamalar yaptığımızdan dolayı, burada yinelemeğe gerek kaldığını sanmıyoruz. Şimdi Alevi Dâr olayında simgeleşen ve Dârın pirlerinden biri olarak kabul gören Fatıma Anayı ve onun mücadeleli yaşantısını anlatmayı deneyelim. Ama incelemizin başından beri koyduğumuz ilkeye sadık kalarak, yine çeşitli ozanların nefeslerine göz atacağız. Saptayabildiğimiz nefeslerin hemen tümünde "Fatıma veya Fatma Ana'' olarak hitap edilmektedir. Genellikle Muhammed-Ali, İmam Ali ve İmam Hüseyin üzerine yazılmış nefeslerde ve pek az olarak düvazimamlarda adı geçmektedir: Ali'nin sadık eşidir ve hep düldül, Kamber, zülfikarla yanyanadır Fatıma Ana. Hüseyin'in sevgili annesi olarak öte dünyadan gelip, göklerden kanlı yaşlar akıtır; saçını başını yolar. Muhammed ve Ali'nin gözbebeği ve cennet kadınıdır Fatıma. Bazan annesi Hatice ile birlikte "Mihr-i Muhabbet (sevgi güneşi)''. Bazan al-yeşil bezenmiş cennette, saçları nurlara gark olmuş oturmaktadır. Ali'nin yari ve cihanın gülüdür. Aşağıda birkaç ozandan vereceğimiz nefeslerin sadece Fatıma'nın adının geçtiği kıtaları okuyalım: Nura garkolmuş Fatma Ananın saçı Al yeşil bezenmiş cennetin içi Sevdiğini almış çekiyor göçü Muhammed Alinin göçü geliyor Ya ilahi sen bilirsin halimi Muhammed Mustafa'ya bağışla bizi Ferzendi ol hatemi nur nübüvvet Fatıma Hayrünissa için bağışla Elinde zülfikar altında düldül Önünce Kamberi dilleri bülbül Hazreti Fatıma cennette bir gül Onu sevin dedi Hak Habibullah (Hadis) Fatma Ana oturur muhkem yurduna Yüzün gören yanmaz tamu oduna (Hadis) İmamda okunan hutbe adına Ben seni Ali'nin yoluna saldım Serime bir sevda geldi Muhammed Ali'den beri Yandı vücudum kül oldu Ta kalu beladan beri Ali'nin Fatma Kamberi Hırka tutunur önleri Seven onkimamları Atası Pirimden beri Kerbelanın yazıları Şehit düştü gazileri Fatma Ana kuzuları Ah Hüseyin vah Hüseyin İşte geldi bahar yazlar Güzü güzler yazı yazlar Fatma'na yolları gözle Ah Hüseyin Şah Hüseyin Şah İsmail Hatayi Hatice Fatıma mihr-i muhabbet Allahın kuluna edesin rahmet İmam Hasan İmam Hüseyin mürvet Kalma günahlara mürvet ya Ali Hatice rehber-i divanda bir yar Fatma Ana ağlar hem saçın yolar Hakka terazi olmuş nizam tutar Şehit donu giyen İmam hüseyin Ceddi Muhammeddir atası Ali Anası Fatıma cihana Veli Cümle evliyalar eder beli Evliyalar sırrı İmam Hüseyin Şahı Merdan Ali kurdu bu yolu Hazreti Fatıma cihanın gülü Evvel Seyyid Ali aldı yürüdü Kırkların serDârıdır Kızıl Deli Pir Sultan Abdal Bir su vermediler ol adil Hana İçtiler yezitler hem kana kana Çok figan eyledi hem Fatma Ana Gökte melek yerde insan ağladı Fatma Anamız Ali'nin yarı Beline bağlamış hub zülfikarı Eba Müslüm gibi er oğlu eri Fazl-ı Gülüstanı neyledin dünya Dedemoğlu Sevdiğim Muhammed Ali Çağırıram gel ha gel Urum da Bektaşi Veli Çağırıram gel ha gel Ferhad isen dağı dolaş Şehid isen kana bulaş Fatma Ana cara ulaş Çağırıram gel ha gel Kul Himmet Hükmedersin hem zahire batına Alem intizardır hüsnü zatına Ali Kamber ü Zülfikar Fatıma Kuduretten mey dolduran el ağlar Kerim Dede Cennetten Ali'ye bir nida geldi Ali'ye terceman gelen elmalar Ali kokladı hem yüzüne sürdü Ali'ye terceman gelen elmalar Elmasın elmasın misk ile amber Kokuna birikir cümle peygamber Etin Fatıma Ana kabuğun Kamber Ali'ye terceman gelen elmalar Pir Sultan Abdal Elmayı getürüb terceman koydu Şah eline alıp çarpare kırdı Birini Muhammed nuş etti gördü Uçan melekler dergâha yetürdü Hak taala gör nice nazar kıldı Çünkü velayeti Şah ana verdi Biri Düldül biri Zülfikar oldu Fatma ile Kamber anda yaturdu Şah Hatayi Ali'm çeker idi firkatin Cümle kulların alırdı satın Fatma Ana ile Şehriban Hatun Libasını üstüne döktü Ali'nin Fatma Ana ağlar der yaşın yaşın Şunda gördüm Düldül'ün kişneyişin Hasan'la Hüseyin kıblaya karşın Gönderdiler Şah-ı Merdan Ali'yi Dedesi Muhammed yanına geldi Hüseynim mazlum deyip elini aldı Arşta Fatma Ana saçını yoldu İmam Hüseyin'in kanı nic'oldu Pir Sultan Abdal Devredip gezersin Dâr-ı fenayı Bağdat diyarına vardın mı turnam Medine şehrinde Fatma Anayı Makamı andadır gördün mü turnam? Kul Hüseyin Muhammed'in Hatice'den olma tek kızı Fatıma'nın sözcük anlamı "sütten kesilmiş yavru''dur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Muhammed'in peygamberliğini duyuruşundan, yani 610'dan birkaç yıl sonra doğduğu söylenmektedir. Ancak bu tarihten önce doğmuş olduğunu ileri sürenler de vardır. Yüzünün kendisine çok benzediği kızını çok seven peygamber, onu sevenleri de cennetle müjdelemiştir. Kendisine verilmiş çok sayıda sıfatlarından bazıları şunlardır; Zehra (parıldayan), Meryem-ül Kübra (ulu Meryem), mecmu-al nurayn (iki nur, yani nübüvvet ve velayetin kavşağı, birleştiği yer), umm a biha (babasının anası), Fatıma fatır (yaratıcı, başlangıç olan Fatıma) vb. Fatıma, Hicretten yine birkaç yıl sonra küçük yaşta Ali ile evlendirilmiştir. Muhammad "Ali olmasaydı Fatıma'ya uygun bir koca bulunmazdım' diyerek çok sevgili kızını, 24 yaşlarındaki amcası oğlu Ali' ye vermişti. Kur'an'da "Bin aydan daha değerli ve şafak vaktine değin sürüp sonsuzluk barışını simgeleyen bir gece (Laylat-al Kadr, sure 97. 3, 5) olarak kutsanan Kadir gecesi''nde Fatıma meleklerden düşmüştür. Tanrı o gece onu bir top nur, ışık yumağı olarak melekler aracılığıyla göndermiş. Muhammed'in o geceden sonra, "Soyumuz Fatıma ile Ali'den sürecektir'' dediği Fatıma, Oniki İmamlar kutsal çizgisinin başlangıcıdır. Kadir gecesi şafağa değin süren sonsuzluk barışıyla gelen epiphanies (zuhur, ortaya çıkışlar) olan Oniki İmamlar silsilesini yaratan Fatıma, peygamberin soyunu bir erkek gibi sürdürmesi yönüyle Fatıma fatır (yaratıcı Fatıma); henüz evlenmeden kutsal imamlar epifanesinin doğurmuş, var oluşun ötesinde ve o geceyi aydınlatan ışık kaynağı (lampas luminum) olduğundan imamların bakire annesi (Fatıma batul)dir. Yani Meryem-ül Kübra ile eşleştirilmektedir. Peygamberin kızı Fatıma hakkında "Cennet kadınlarının, en inançlı kadınların; kısacası Muhammed ümmetinden olan tüm kadınların en ulusu olduğunu'' bildiren hadisleri vardır. Buhari, Muslim ve Tirmizi gibi birçok hadis toplayıcı ve yorumcularında Fatıma hakkında bu anlamda hadislerin çokça bulunduğunu Gölpınarlı göstermektedir.