Alevilikte Dâr ? Dârın Pirleri..3 devamı..

Konu, 'Alevi İnancı ve İbadetleri' kısmında seyduna_34 tarafından paylaşıldı.

  1. seyduna_34

    seyduna_34 Daimi Üye

    "8. Burç: Kuran'ın ayetlerini değiştirenler, yanlış yorumlayanlar (!) peygambere ve ehlibeytine dil uzatanlar, ehlibeytin buyruklarını inkar edenler çok büyük günah işlemiş suçlulardır. 12 yıl pir huzuruna çıkamaz ve görgüye alınmazlar. Ölürlerse ölüsüne gidip cenaze namazını kılmazlar. Ekmeği aşı yenilmez ve evine ayak basılmaz ve hiç bir şekilde konuşulup yardımda bulunulmaz.

    "12 yıl sonra rehbere gidip, yaptıklar fenalıklardan kurtulmuş olduğunu tövbeler ederek bildirir. Rehber onu ceme ulaştırmadan önce vücudunun üst yanını soyurtup pislik sürer; boynuna da pisliğe batılmış ip bağlayarak pir huzuruna çıkartır. Buraya getirilişinde havlatarak, anırtarak ve domuz gibi burnu yere sürtülerek hakaret edilir.

    "Suçlu içeri girip, bu hakaretlere uğradığında, cemdeki canlar onun yüzünü görmemek için ağlayıp sızlayarak toptan yere kapanırlar. Allaha, peygambere, ehlibeyte yalvarırlar. Suçlu üç kez kovulur. Her gelişinde aynı davranışlar içinde getirilir. Üçüncü gelişinde herkesten ayrı ve tek başına oturmak üzere kabul edilir. Ancak ayrı pişirilip dağıtılması koşuluyla iki kurban kesmesi gerekmektedir. Bu geliş sadece cem törenlerini seyretmek içindir, görgüye sorguya katılamaz.

    "Ertesi yıl üç kurbanla meydan açılır. Kurbanlardan biri köpeklere atılır; diğeri öksüzlere, kimsesiz ve yoksullara dağıtılır, üçüncüsü cemaata getirilir.

    "Pir ve cemaaten önünda boynuna onbeş hokka (19, 245 kg.) ağırlığında bir cisim asılarak bir saat bekletilir. Arkasından 90 sopa vurulur, kızgın demirle elleri ayakları ve dili dağlanır. 100 akça mürşid, 130 akça pir ve 30 akça rehber hakkı olmak üzere para cezası kesilir. Bunlar da yeterli değildir görgüye girmesi için. Yine yeri cemaatın en arkasıdır. Üçüncü yıl bir kurbanla gelip, görülür.

    "9. Burç: Nefsine ve hırsına uyarak veya kin ve öc almak amacıyla insan öldürenler en büyük suçludur. Böylesi bir suç işleyenler 30 yıl pir ve görgü yüzü göremezler.

    "Bütün komşular ve akrabaları ondan ilişkilerini kesecek! Onu gören sofular ve bacılar, ağlayarak yüzlerini çevirecekler. 30 yıl ekmeği yemeği yenilmeyecek. Arkadaşlık edilmeyecek ve selam verip selam alınmaya cak. Hiç bir surette yardım edilmeyecek.

    "30 yıl sonra rehbere götürülecek. Rehber onu alıp pir ve cemaatın huzuruna getirecek. Pir oradaki canların önünde kendisine şöyle diyecek:

    "'Bir kurban getireceksin. Kurban kesilecek ve kazanda kaynayacak. Kurban etinin kaynamakta olduğu ocağın bacasının içine seni başaşağı gelmek üzere asacağız. Kurbanın pişinceye dek bu durumda kalacaksın. Eğer ölürsen şehitsin, kurtulursan gerçek sofusun. Kabul ediyor musun etmiyor musun?'

    "Suçlu kabul ederse bu işlem yapalacak. Kabul etmiyorsa ölünceye dek her türlü akrabalık ve komşuluk ilişkisi kesilip, köyden kovulacak. Öldürdüğü adam aynı evin içinde zina suçuyla öldürülmüşse ve tanıkları bile varsa bu suç sayılmayacak!

    "10. Burç: Bakire bir kızı zorla ya da kandırarak iğfal etmiş ama evlenmemiş ve geleceğini karartmış olanlar gaddardır, kâfirdir, münafıktır. Böylelerinin derdine derman bulunmaz. Lanetli şeytandırlar. Kazandıkları haramdır. Komşuluk haramdır ve ölünceye dek düşkündürler.

    "Hiç bir pir, mürşid, rehber, talip, komşu ve akrabasını görmeyecektir. Herhangi bir pir veya mürşid onu ceme alır, bağışlayıp görürse, o pir veya mürşid de ebediyen suçlu olur. Yıkadığı, pakladığı talip asla temiz olamaz. Hiçbir makama oturup, karar veremezler.

    "Herkim ki o suçluyla ilişki kurarsa, yardım ederse o kimseler de suçlu olurlar. Birkimse, zorla iğfal edilmiş o kızı kendine eş olarak alırsa, kazanacağı sevap yer ile gök arasını dolduracak kadar büyük olur. Bu evliliğe bütün melekler imrenirler, sevinir ve tanıkları olurlar.

    "11. Burç: Musahibinin, pirin, mürşidin, rehberin ve kirvesinin karısıyla zina edenler, kızlarını almış olanlar veya nikahlı ve sözlü kadınlara tecavüz edenler, ırz düşmanları büyük suçludurlar. Böylesi suçluların derdine derman olunmaz. Böyleleri kâfirdir, gadDârdır, münafıktır ve şeytanı laindir.

    "Bunlar yezit lanetullahtırlar. Nemrud'un ve Firavun'unun sıfatından olup, hiçbir surette ehli beyt ve ehli müslim tarikatına alınamazlar. Böyleleriyle hertürlü ilişki kesilir ve sürdürenler de suçludur. Bu ebedi düşkünlerin bağışlanması mümkün değildir.

    "12. Burç: Mürşidini, pirini, rehberini, musahibini ve kirvesini öldürenler, livata yapanlar (erkeklere tecavüz edenler) veya tüm bu suçları işleyenlere yardım edenler en büyük suçludurlar. Hiçbir din ve mezhebe ve ne de tarikata alınamazlar. Komşulukları kabul edilmez; kapısının önünden dahi geçilmez. Kesinlikle her türlü ilişkiler ve yardım kesilir. Böyleleri cehennemliktir ve cenaze namazları kılınmaz. Bunlara yardım edenler, yolda görüp yüzünü çevirmeyenler, selam verip alanlar dahi suçludur...''

    Hangi tarihte hazırlanmış olduğunu ve neden 12 Burç adı verildiğini - belki suçların giderek ağırlaşması ve cezaların yükselmesi neden gösterilebilir! - kesin olarak bilemediğimiz, 12 madde halinde tertiplenmiş "Alevilikte suçlar ve cezalar''ın, Şeyh Safi Buyruğu'ndan alınarak değiştirilmiş olduğu düşünülebilir.

    Laik ve çağdaş devlet ve toplumun gelişmiş adalet sisteminde elbetteki bu tür cezlandırmalara yer yoktur. Ancak ilk bakışta ağırmış gibi görünen cezaların, verilen ayrıntılar dikkatle okunduğunda, gerçekte caydırıcı niteliklerinin ağır bastığı anlaşılır.

    Şeriat hukukunda çeşitli suçlara verilen; "Göze göz, dişe diş!'' cinsinden, Vendetta (lat. Vindicta, yani bireysel intikamla cezasını verme!) ilkel hukuku çerçevesi içerisinde, "El ayak kesme, dil koparma vb.'' cezalarının yanında, caydırıcı düşkünlük cezaları çok hafif kalmaktadır. Burada ayrıntılı karşılaştırmalara girmeğe de gerek bulunmamaktadır.

    Muhabbet Dârı

    "Sevme, sevgi, sevmek; dostluk ve dostça içten konuşmak'' gibi anlamlarda kullanılan muhabbet sözcüğü Alevi-Bektaşi felsefesinin özyapısındaki temel taşlardan en önemlisidir. Genci divan tarzındaki bir nefesinde şöyle söylüyor:

    Muhabbettir eya dader rumuz-u sırrı vechullah

    Muhabbetle küşad oldu kitab-ı küntü kenzullah

    ...

    Muhabbetle silindi perde-i zulmet eya sadık

    Muhabbetle bulur tahkik gönül rah-i visalullah

    Muhabbetle derunun varını âşık mutahhar kıldı
    Muhabbetle erer menziline abd-i atiullah
    Muhabbetle müzeyyen kıl vücud-i kisverin ancak
    Muhabbetle olur labud sana esrar-i keşfullah

    Açıklamaya çalışalım: Ey kardeş Tanrı'nın yüzünün gizemi, muhabbetle bütünlendi... Tanrı'nın küntü kenzen (gizli hazine) kitabı bu sevgiyle açıldı. Ey sadık dost! Karanlığın perdesi muhabbetle yırtıldı. Gönül Allah'a varmanın yolunu ancak sevgiyle, yani muhabbetle bulabilir.

    Ey âşık içinde varolan benliği muhabbetle pakla. Çünkü Tanrı'ya bağlı olanlar ancak muhabbetle menzile ulaşırlar. Vücut ülkesini ancak sevgiyle donatabilirsin. İşte o zaman Tanrı'nın gizi sana birden açılıverir.

    Küntü kenzen (gizli hazine) gizemine gelince: Mutasavvıflara göre Davut peygamber Tanrı'ya; "Ya rab bu dünyayı ve bu dünyadaki herşeyi yaratmana neden ne olaki?'' diye sorunca Tanrı; "Ben bir gizli hazineydim, bilinmekliğimi istedim. Kendi kendimi sevdim, muhabbet ettim. Ve bu sayede şu eflakı (felekler) yarattım. Böylece gizli hazinemi ortaya döktüm!" der.

    Kur'an deki "Levlake levlak, lemme Halektul Eflak'' ayetini Alevi-Bektaşiler; ya Muhammed ya Ali! eğer siz olmasaydınız, bu evreni yaratmazdım. Sizin aşkınıza dayanamadım biçiminde yorumlarlar. Böylece evrenin ve insanın yaratılışını muhabbete bağlarlar.

    Muhabbetten Muhammed oldu hasıl

    Muhabbetsiz Muhammedden ne hasıl?

    diyerek en güzel özdeyişi yaratmışlardır. Muhabbet üzerine sayısız nefesler vardır. Çeşitli ozanlardan bazı örnekler geçerek Muhabbad ya da Muhabbet, yani sevgi, sevme ve sevilmenin Alevi inanç ve tapıncındaki yerini görelim. İlk örnekteki gibi açıklama yapmaya da gerek kalmayacak; öztürçe, açık ve yalın anlaşılması kolay:

    Muhabbet nidügün bileyim dersen

    Erenler ceminde birdir Muhabbet

    Bu aşkın sırrına ereyım dersen

    Gönül deryasında dürdür muhabbet

    Muhabbet bağında münafık kalmaz
    Öter bülbülleri gülleri solmaz
    Bu bir sırullahtır aşikar olmaz
    Kudret haznesinde sırdır muhabbet
    Hadis-i kudside buyurdu Mevla

    Muhabbet hilatın giydi Mustafa

    Melekler miraçta kıldılar nida

    Hassolan ruhlara surdur muhabbet

    Muhammed Aliden sakın çekme baş
    Ne derlerse sana desinler kardaş
    Niyaz-ı Musa'dır fehmeyle sırdaş
    Bosnavi ednaya Tur'dur Muhabbet
    Ta kalu beladan sevdik seviştik

    Ezel bizim yardır muhabbet

    Muhabbet eyleyip birliğe yettik

    Cesedin içinde birdir muhabbet

    Can cana muhabbet verse erkândır
    Zira muhabbetin arzusu candır
    Kırklar makamına varsa civandır
    Rızanın yurdunda birdir muhabbet
    Muhabbettir yerin göğün direği

    Muhabbet edenin yanar çırağı

    Ã?şıkın beytullah maşuk durağı

    Hak nazar ettiği yerdir muhabbet

    Bizim yerde bahar olur kış olmaz
    Öter bülbülleri dilleri durmaz
    Kokusu kesilmez rengi de solmaz
    Necef bağı gülizardır muhabbet
    Muhabbettir lailahe illallah

    Muhabbettir Muhammed resulullah

    Muhabbettir Aliyyü Veliyullah

    Üçü de manada birdir muhabbet

    Hak Muhammed Ali'dir ötesinde
    Beytullah içinde hak haznesinde
    Rıza yurdunda ve aşk deryasında
    Cibrilin gördüğü nurdur muhabbet
    Hakikat kitabın okur cebrail

    Marifet lokmasın sunar muhabbet

    Canı hakka teslim eder azrail

    İsrafil dilin sırdır muhabbet

    Hatayi bu makam özge makamdır
    Makamın mührü Oniki İmamdır
    Şeyh Safi'nin buyruğunda tamamdır
    Zira can arzusu didar muhabbet
    Batınımda dedi bana bir aziz

    Muhabbetten geçen Haktan da geçer

    Vermen nasibini kesin gıdasın

    Muhabbetten geçen Hak'tan da geçer

    Muhabbet adem-i Hakka yaradır
    Muhabbet etmeyen can muDâradır
    Dünya ve ahrette yüzü karadır
    Muhabbetten geçen Hak'tan da geçer
    Gerçek olan bir nefese inana

    Canımız veririz kurban canana

    Lanet olsun ikrarından dönene

    Muhabbetten geçen Hak'tan da geçer

    Muhabbeten hasıl oldu Muhammed
    Aliye verildi cümle velayet
    Oniki imamın erkânı şefaat
    Muhabbetten geçen Hak'tan da geçer
    Dört kapı kırk makam yetmiş iki kat

    Muhabbet dedikleri tecelliy-i zat

    Mümüne müslüme hayır nasihat

    Muhabbetten geçen Hak'tan da geçer

    Muhabbet dediğin haslar başıdır
    Muhabbet etmeyen Hak'kın nesidir
    Dost Hatayi'min hak nefesidir
    Muhabbetten geçen Hak'tan da geçer


    Kul Himmet'in genel anlamda hem Dârdan hem muhabbetten betimler geçen nefesine de bir göz atıp, muhabbet Dârını açıklamayı deneyelim. Ozanın bu şiiri, Şah Hatayi'nin yukarıdaki nefesinde geçen dizelerden de yararlanarak ve onların üzerine oturtarak yazdığını görüyoruz:

    Muhabbetten geçen Hak'tan da geçer

    Muhammed de muhabbetten hasıldır

    Arifler boyuna bir kaftan biçer

    Neslin yitirmeyen yine hasıldır


    Amel olmayınca Hak'ka varılmaz
    Mürvet demeyince Dâra durulmaz
    Şimdiki insana öğüt verilmez
    Arif isen eğer hemen usul dur
    Cehdeyle kendine eyidir dedir

    Özünün karasın mürşide yudur

    Hemen sofuluktan menfaat budur

    Garazdan buğzdan kinden kesil dur

    Derviş olup meydan açayım dersen
    Sırat-ı mizanı geçeyim dersen
    Ahrete imanla göçeyim dersen
    Günah bendedir de Dârda asıldır
    Kul Himmet'im saklı nefes tutulmaz

    Burda kalbe giren orda atılmaz

    Türap olmayınca Hak'ka yetilmez

    Türap gibi ayaklara basıl dur

    Muhabbet Dârları, görgü ceminin eksiksiz yürütüldüğü, yani musahib tutmadan tarık altından geçmeye ve cem birlemeye kadar tüm törenlerin yapıldığı cemlerde uygulandığı gibi; yeniyetmeleri, gençleri, musahib adaylarını bir çeşit bilgilendirme ve eğitme toplantıları olan Koldan Kopan erkânlarında (Muhabbet meydanı açma da denir) sıkça uygulanır.

    Ayrıca Dedenin talipleri arasında bulunduğu her zaman cem dışı, erkân dışı Muhabbet Dârına durulabilir. Bu Dâr adından da anlaşıldığı gibi muhabbet, sevgi, yarenlik ve dostluk içindir. Bir takım şakadan nedenler üretilerek sofular birbirlerini Dâra çektirebilirler.

    Cemde musahib tutma, boyverme ya da tevhit çekme sırasında tüm canlar diz kurmuş oturmaktadır. Gözcü babanın desturu olmadan dizlerini bükemezler. Destur verilmeden bu oturuşu bozmuş, destur verilmeden lokma yemeğe başlamış sofuları farkeden gözcü ya da aşçı-lokmacı baba Dâra çektirir. Bu hatayı çok kez kasıtlı işlemişlerdir. Çünkü içlerinden Dedeye ya da hizmet sahiplerine, cemdeki canlara birşeyler sunmak geçmiştir. Açıktan çıkıp söylemez böyle yarenlik cinsinden hatalarla kendini Dâra çektirip, vermeyi içinden geçirdiği lokmasını sunar. Dârda şikâyet, savunma yargı cezalandırma evreleri şakalaşarak gülüşerek sürdürülür. Ama ceza kesildiğinde ciddi bir biçimde duasını alıp oturur, cemaatın kestiği cezayı da öder.

    Ya da bir bakarsınız kalkıp dedenin önüne gelmiş bacının biri indirdi başörtüsünü omuzlarına, kelle keserek (yere niyaz etme) özünü Dâra çeker.

    "Dedem der, filan, filan ve filanca sofulardan razı değilim. Biz üç bacı yolaktan geçerken, ak çarşaflara dolanmış karşımıza çıktılar; ödümüz kopayazdı, ya yüreğimiz yarılsa da düşüp ölseydik!''

    diye şikâyetini söyler. O kişiler Dâra durur ve kendilerini bir süre yalancıktan savunur. Daha sonra yaptıkları şakanın hata olduğunu kabul ederek "Haklı hakkını istesin!'' derler.

    Muhabbet Dârlarında Dâra çektirenler "Cemaatı razı ederse, ben razı gelirim!'' diyerek, Dâra çekilmiş olanları cemdeki canlara "birkaç tepsi helva, iki sacarası kömbe, cızlama ve katmer gibi yiyecekler hazırlayıp dağıtmaya'' mahküm ettirir!

    Samahlar bitmiş lokmalar dağıtılırken ya da bir ara dinlenme sırasında bir sofunun Dâr meydanına çıktığını görürsünüz. Adlarını çağırarak onlardan davacı olduğunu söyleyip sekiz-on canı Dâra çektirir. Onlara uyduruk hatalar yükler ve cemaatı arkasına alarak herbirinden Dede'ye ya da hizmet sahiplerine verilmek üzere bir çuval buğday, arpa veya un-bulgur sözü aldırır. Topluca Dede tarafından duaları verilir ve Dârdan inerler.

    Sonuç olarak muhabbet Dârları bir çeşit yarenlik ve eğlenme için Dede'ye, hizmet sahiplerine ve cemaata bir şeyler adamak ve lokma sunmaktır. Her talip için bu Dârda son yargı "verme, sunma ve adak adama''dır. Ancak biçimsel olarak en ciddi Dârların durumu uygulanır; başaçık, ayak yalınayak ve mühürlü ve bel kemerbestlidir!

    Muhabbet Dârının uygulandığı Koldan Kopan erkânı ise yukarıda belirttiğimiz gibi gençleri alıştırma ve bilgilendirmedir. Tevfik Oytan şöyle tanımlıyor Muhabbet meydanı açmayı, yani Koldan kopan erkânını:

    "Bu erkâna gerçekte bir ayin gözüyle bakılamaz. Gençleri toplantıya alıştırma, onlara adap erkân hakkında bilgi vermek. Yol ve sürek sevgisi aşılamak için hazırlanan bir muhabbet meclisidir. Toplantıya canlar elleri boş gelmezler. Erkekler demleri kadınlar ise meze ve yiyecekleriyle gelirler


    Bu koldan kopan meclisinde ayni cemin erkânları ve kurallar hakkında bilgi verilir. Rehber, Dede vekili kamber ve gözcü bir çeşit gösteri biçiminde Görgü ceminden önemli törenleri öykünme yoluyla geçerler. Elbetteki sazcılar, yani zakirler nefesler okur ve düvaz imamlar söylerler. Ve yeni yetişmekte olan zakirler denenir, alıştırılır. Samahlar dönülerek gençlere alıştırılır. Gerçek cem olmadığı için sofra yerden kalkmaz, yenilir içilir demlenilir. Buradaki Dâra çekilme ve Dâra durmalar da taklitten ve yaparak yaşayarak öğrenmekten öteye gitmeyen Muhabbet Dârlarıdır.

    Muhabbet Dârı uygulanımına bir örnek:

    27 Temmuz 1992 tarihli Milliyet gazetesinin "Basından Seçmeler'' sütununda çıkan, Sabah gazetesinden bir köşe yazısı alıntısında anlatılan acılı bir Alevi Cemi anısı, Muhabbet Dârlarından ilginç bir örnek taşımaktadır.

    Zülfü Livaneli'nin, yazar ve oyuncu Yavuzer Çetinkaya'nın zamansız acı ölümü üzerine yazmış olduğu bu anlatıyı kısaltarak vermek istiyoruz:

    1987 kışında Erzincan'ın Keşiş dağları üstünde karlarla kaplı bir köyde, "Yer Demir Gök Bakır' filmini çekiyorduk... . Dervişi Rutkay Aziz, muhtarı ise Yavuzer Çetinkaya oynuyordu... Köylüler herkese ismiyle sesleniyor, Yavuzer'e ise "Muhtar efendi' diyorlardı.

    Bir gün köylülerin "Cem Ayini'' yapacaklarını duyduk. Bu geleneksel törene katılmak için izin istedik. Bizi kırmadılar ve sonunda bir gece, kendimizi Cem ayininde bulduk. Kadınlar da aynı yere oturtuldu. Halıların üstüne bağdaş kurduk.

    Dede çekti kucağına curasını ve gülbenk okudu. Daha sonra dualar ve semahlar başladı. Ayinin bir bölümünde "Lokma'' yenilecekti. Köylüler güçlerine göre çeşitli yiyecekler getirmişler ve ortaya tepeleme yığmışlardı. Ancak Dede niyaz verilene kadar bu yiyeceklere el sürülmesi yasaktı.

    Semahlar bitti ve Dede niyaz vermeden önce şikâyet bölümü başladı. "Özünü Dâra çekmek'' dedikleri bu törende herkes ya kendisinin ya da bir tanıdığının kusurunu, yanlışını söylüyordu. Böylece topluluk o kişiye, suçunun ağırlığına göre ceza veriyordu.

    Ufak tefek bir köylü dizleri üstünde ilerledi, ortaya çıktı ve "Dedem'' dedi, "Benim muhtardan şikâyetim var.'' "Anlat oğlum!'' Muhtar kıyafetiyle oturan Yavuzer şaşırmıştı. Acaba şikâyet kendi hakkında mı yoksa köyün gerçek muhtarı hakkında mıydı? Köylü anlattıkça Yavuzer'i kastettiği ortaya çıktı. Muhtar, Dede niyaz (destur, izin denmek isteniyor, İ. K.) vermeden önce küçük bir çörek atmıştı ağzına. Köylü bunun cezalandırılmasını istiyordu.

    Yavuzer'in hesap vermek üzere ortaya gelmesini istediler. Hepimiz şaşkınlık içindeydik. İşin ne kadarı oyun, ne kadarı ciddiydi kestiremiyorduk. Yavuzer dizleri üstünde ortaya geldi ve "Evet yedim'', dedi. "Ben bu âdeti bilmiyordum.''

    Dede bir süre düşündü sonra bir... hakim ifadesiyle kararını açıkladı: "Bu hatayı basit bir köylü yapsa, affederdik'' dedi.

    "Ama koskoca bir muhtarın âdetleri bilmemesi mümkün değildir. Muhtar bir koyun kesip, cemaata yedirecek.''

    Zülfü Livaneli ve film ikibini şaşkınlığa düşüren şikâyet, suçlama ve cezalandırma olayı bir Muhabbet Dâr'ından başka birşey değildir. Anlatılan Cem Ayini de yukarıda sözünü ettiğimiz Koldan Kopan (Muhabbet Meydanı) Erkânı'ndan ibarettir.

    Yaşam Sonu Dârı ya da Dârdan İndirme

    Görülüyor ki Dâr Alevi-Bektaşi inanç sisteminin her aşamasında görülür. Günlük yaşama değin inmiş sosyal hukuki, eğitimsel ve ekonomik özellikler içeren çok önemli bir ögedir. Dâr olayı Alevi bireyini, her talibi yaşam boyu adım adım izleyen ve onun dörtbaşı mamur bir kişilik kazanması için kutsallık kılığına büründürülmüş kaçınılmaz toplumsal uygulanımdır ve aynı zamanda töre ve ahlaki yaptırımlar güldestesidir.

    Bu güldeste bireyin ölümüyle çözülür, solar. Ama son bir uygulanımla talibin ötedünyasını da buradan güvenceye (!) alır. Bu Dârdan indirme erkânıyla sağlanır. Bedri Noyan kitabında "Ölüm ve ölüm halinde erkân'' başlığı altında yirmi sayfadan fazla yer ayırmıştır; Alevi-Bektaşilerde ölüm olayına ilişkin gelenekler incelenmektedir, çeşitli halkbilimsel araştırmalardan alıntılar ve gözlemlerden yararlanılarak.

    Biz burada bu çeşit ayrıntılara girmeden, M. Teyfik Oytan'ın erkâna ilişkin açıklamalarını özetleyerek bölüme son vermeyi düşünüyoruz:

    Dârdan indirme erkânı ölen bir talibin eş ve dostlarıyla, her türlü ilişkide bulunduğu toplumunun bireyleriyle gıyaben helallaşmasıdır.

    Bir talip nasıl ki sağlığında her yıl bir kez de olsa boyverme-başokutma Dârına durup görülüp soruluyorsa, hakka yürüyüşünü, yani ölümünü izleyen günler içinde ya da kış aylarında genel görgü cemi kurulduğu zaman, varisleri tarafından onun adına Dârdan indirme erkânı açtırılır. Eğer durumları iyi ise özel bir yaşamsonu Dâr meydanı açar ve cemin tüm harcamalarını üstlenirler.

    Ölü can adına kurban kesilir, beşikteki çocuğun kursağına bile düşürmek ilkesi içerisinde lokma dağıtılır. Erkânın açılış biçimi tıpkı başokutmada olduğu gibidir. Ölen canın yerine onun veli ya da vasisi Dâra durur. Eğer yaşıyorsa kardaşlığı bacılığı da onlarla birliktedir.

    Dârda ölmüş talib adına; "Ağrınmış incinmiş ve gücenmiş kimseler varsa dile gelsin! Bile gelsin ve hakkını talep eylesin!'' tercümanını okurlar. Elbetteki Hakka yürümüş talibin bir kusurunu bilen, birine zarar-ziyan verdiğinden haberli olan varsa onu önceden açıklamış ve o candan razılık almıştır. Eğer ölü canın ödenmemiş borçları var ve alacaklısı çıkarsa, incinen birileri varsa varisler ödemeyi üstlenir. Alacaklı verecekli, ağrınmış incinmiş kimseler yoksa cemdeki canlar:

    "Hepimiz razıyız, Allah da razı olsun! Gönül birliğiyle biz bağışladık, Tanrı da bağışlasın! Ruhu şad olsun ve Hak erenler yardımcısı olsun!'' deyip yere niyaz ederler. Mürşid başokutmada olduğu gibi canların dualarını verip, onları Dârdan indirir. Sonra hepsini tarıktan geçirir. Sonra zakirler ağır dokunaklı hüseyni makamında, ölünün ruhunu kutlu kılmak için aşağıdaki türden nefesler ve bir düvazimam okurlar:

    İşte geldim işte gittim

    Yaz çiçeği gibi bittim

    Şu dünyada ne iş ettim

    Ömürcüğüm geldi geçti

    Çağırdılar imam geldi
    Herbiri bir işe yeldi
    Azrail pençesin saldı
    Can kafesten uçtu gitti
    İşte geldi yuyucular

    Tenime su koyucular

    Kefenim elinde hoca

    Kefenciğim biçti gitti

    Ayırdılar ilimizden
    İp attılar belimizden
    Pek tuttular kolumuzdan
    Can cesetten uçtu gitti
    İlettiler mezarıma

    Sığındım gani Kerime

    Toprak attılar serime

    Gözüm yaşı taştı gitti

    İmam telkine başladı
    Bir sevapçık iş işledi
    Komşular bizi boşladı
    Geri dönüp kaçtı gitti
    Kabrime bir melek geldi

    Bana bir sualcik sordu

    Hışmedip bir topuz vurdu

    Tebdilciğim şaşıp gitti



    Teslim Abdal oldu tamam
    İşte geldi ahir zaman
    Yardımcımız Oniki İmam
    Ten türaba karş'tı gitti
    Vardım ki yurduna ayak göçürmüş

    Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı

    Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş

    Sakiler meclisten çekmiş ayağı

    Laleyi sümbülü gülü har almış
    Süleyman tahtını sanki mar almış
    Zevk ü şevk ehlini ahu zar almış
    Game tebdil olmuş ülfetin çağı
    Zihni dert elinden her zaman ağlar

    Vardım ki bağ ağlar bağıban ağlar

    Goncalar perişan güller kan ağlar

    Şeyda bülbül terkeylemiş o bağı

    Yar yanına giden ey bad-ı Saba
    Şimdi yarim beni ansın ağlasın
    O da benim gibi hasret mi eya
    Mahşerecek bana yansın ağlasın
    Bu gönül aşkıyla yaktı cismini

    Vahdette görürse yarin resmini

    Gece gündüz virdeylemiş ismini

    Hab-ı gafletten uyansun ağlasun

    Elemde kederde kaldım naçarım
    Vaslına ermeğe yok iktidarım
    Diyarı gurbette o nazlı yarim
    Hüsnü geda oldu sansun ağlasun
    Düvazimam:

    Muhammed Mustafa ey Şahı Merdan

    Aliyyel Mürteza sana sığındım

    Hatice Fatıma Hasan Mücteba

    Hüseyni Kerbela sana sığındım

    İmam Zeynel ile Muhammed Bakır
    Cennet bahçesinde bülbüller şakır
    Cafer-i Sadık'a erdik çok şükür
    Musa Kazım Rıza sana sığındım
    Muhammed Taki'ye verdim salavat

    Aliyyün Naki'den isterim imdat

    Hasan-ül Askeri eleman mürvet

    Mehti sahip liva sana sığındım

    Ondört masum-u Pak güruhu naci
    Onyedi kemerbest derdin ilacı
    Pirim Hacı Bektaş serimin tacı
    Hünkârı evliya sana sığındım
    Virdi Derviş senin kulun kurbanın

    Yarın arasatta ulu divanın

    Senin mücrimlere çoktur ihsanın

    PirimŞüca Baba sana sığındım

    Dârın Pirleri ya da Dârda Simgeleşenler

    "... İmdi malum oldu ki Pirin huzuruna varmakta üç erkân vardır: Birincisi eli kuru-boş varmaya, ikincisi abdestsiz ve taharetsiz bedhuy varmaya! Üçüncüsü Pirin yanında şeriat ehli oldukta ellerini bağlayıp nazarda duralar! Yanında tarikat ehli var ise sufi olan ellerini yanına salıp Dârı Mansur dura! Mürşid gülbenk edip ve talip secde edip şeytan aleyhun laineden kurtula ve ulu Ademe secde etmiş ola!

    "Amma nazarda durmakta dört erkân vardır; Birincisi, Talip Dâra geçip durdukta Mansur olur İkincisi, talip Dâra geçip durdukta Nesimi olur Üçüncüsü, tarık altından geçtikte ve zülfikar çalınıp kalktıkta Fazlı olur. Dördüncü erkân, talip gülbenk alıp gidince günahından azat olur ve masum pak olur!

    Ve dahi sorsalar ki Dâr kaçtır? Cevap verkim dörttür: Evvelki Dâr-ı Mansur, ikinci Dâr-ı Fazlı, üçüncü Dâr-ı Nesimi, dördüncü Dâr-ı Fatıma... Bir talip hangi Dâra dursa, o Dârın Piri ol mümine şefaat eder! " (İmam Caferi Sadık Buyruğu'"ndan)


    Dârın Tarihçesine İlişkin Yorumlar

    Daha önce yeri geldikte, duruş biçimine göre adlandırılmış dört Dâr çeşidinden söz etmiştik. Alevi-Bektaşi Dâr kavramında simgeleşen bu dört ulu kişinin yaşamlarını kısaca incelemek ve düzene başkaldırmış düşünce ve inançları uğruna canlarını vermiş bu uluların mücadelelerinden kesitler vermek istiyoruz.

    Böylece gerici ve baskıcı yönetimlerin toplumsal muhalefetini oluşturmuş kırılmış, sürülmüş ve oluk oluk kan akıtmış olan Alevi toplumunun sosyal yaşamına düzen veren Dâr olayında yaşamaları ve Dâr kavramında simgeleşmelerinin anlamına varmak kolaylaşacaktır sanıyoruz.

    Peygamberin kızı ve Ali'nin karısı Fatıma'yı anlatmaya geçmeden önce, bir duruş biçimi olan bu Dâr dolayısıyla tarihçesinden söz etmek yerinde olacaktır. Saptayabildiğimiz bilgileri yorumlayarak açıklamayı deneyeceğiz. İmam Caferi Sadık Buyruğunda şöyle geçmektedir:

    "Dâr-ı Fatıma, ayağını birbirinin üstüne koymaktır. Bu da imam Hüseyin'den kaldı. Birgün Hasan ile Hüseyin otururken Sultan-ı Enbiya bir su istedi. İmam Hüseyin çabuk idi; daha önce davranınca sol ayağının baş parmağını taşa vurup kanattı. Efendimize su verirken haya ettiğinden sağ ayağını sol ayağı üzerine koydu...''

    Doğrusu "ayak mühürlemek'' diye adlandırılan bu duruşun İmam Hüseyin'den kaldığı açıklandığı halde, niçin Fatma Ana Dârı denildiğini anlamak güç. Hiçbir açıklama yok sadece kısaca bir Dâr-ı Fatma tanımlaması var. Ayak mühürlemenin böyle bir söylentiyle kaynağının İmam Hüseyin olması, anası Fatıma'nın eğitim ve terbiyesine bu sonucu bağlamak belki bir yaklaşım olabilir.

    Bu Dâr duruşunu kent Alevilerinde (Bektaşiler) peymançeye geçmek olarak adlandırılmasından yola çıkarak, Anadolu Aleviliğinde Dâra durmanın kökenini saptamayı deneyeceğiz. Peymançe'yi Abdülbaki Gölpınarlı, "ahitçik'' anlamında Farsça bir sözcük olarak görüyorsa da "Pay-maçan''dan bozulma olması daha güçlüdür, sonra kendisinin de kabul ettiği gibi.

    Pay-maçan bir odanın, özellikle dinsel törenler yapılan yerin papuçluk denen ve eşik çevresinin adıdır. Dervişlerden biri, yoldan dışarı bir harekette bulunursa oraya gidip ayağını mühürleyerek niyaz durumunda bekler.

    Kalenderilerde sağ ve sol kol çaprazlama göğüs üzerine konularak ayak mühürleyip, sağ elle sol kulak ve sol elle sağı tutmak erkândandır. Daha sonraları ise bu gelenek kaldırılmıştır. Tanımını "Elim ayağım yok, başım kesik erenlere teslim olmuşum'' diye yaptığı ayak mühürleme halinde bu duruşun töre durumu alması üzerindeki söylentileri şöyle sıralamaktadır A. Gölpınarlı:

    1) Salman-ı Farisi'nin sol ayağının başparmağı yokmuş, bunu göstermemek için böyle dururmuş.
    2) Ali'nin ölüm öyküsünde (Tabuttaki ölü ve üzerine yüklendiği deveyi yeden kişinin de kendisi olduğu anlatılır) cenazesini götürmek için gelen, yüzü örtülü arabın kim olduğunu anlamak için oğulları Hasan'la Hüseyin peşine giderlerken, İmam Hasan'ın sol ayağının başparmağına bir taş dokunup kanatmış. Araba yetişip kim olduğunu sormuşlar. Arab geri dönüp yüzündeki örtüyü kaldırınca, babalarının kendisi olduğunu görmüşler. İşte bu sırada İmam Hasan, sağ ayağının baş parmağını, kanayan parmağı üzerine koyarak, kanı babasına göstermek istememiş.
    3) Bir de Mevlevi versiyonu: Birgün Ateş baz-ı Veli Mevlana'ya, aşevinde kazan kaynatmak için odun kalmadığını söyler. O da "Var ayaklarını sok kazanın altına!'' diye buyurmuş. Ateşbaz (ateşle oynayan hokkabaz) buyruğa uyup, sokmuş ayaklarını kazanın altına. Ama içinden "ya ayaklarım yanarsa!'' diye işkillenmiş. Bu yüzden sol ayağının baş parmağı yanmış. Bunu Mevlana'ya anlattıklarında kalkıp aşevine gitmiş ve "vay seni ateşbaz vay!'' diye paylamış. Ateşbaz-ı Veli kalkıp niyaza durmuş Mevlana'nın huzurunda. Yanan parmağını ona göstermemek için bu durumu almış.
    Yine A. Gölpınarlı'nın dediğine göre peymançeye durmak, yani ayak mühürlemek Nakşibendilerin Halidi kolu dışında bütün tarikatlarda vardır. Eflaki'nin "Ariflerin Menkıbeleri"'nin eleştirel ve açıklamalı çevirisini Türkçeye kazandırmış olan Tahsin Yazıcı, kitapta geçen pay-maçan sözcüğünün "Papuçluk'' anlamına geldiğini söylemektedir.
    Duruş biçimini belirledikten sonra, Mevlevilerde kusur işleyen dervişlerin paymaçan'a çekildiklerini söylüyor. Onun da vermiş olduğu Ateşbaz olayına peymançeye geçmeyi, geniş anlamda Dâr olayını bağlamak doğru olamaz. Çünkü Mevlevilerde, baştan beri anlatmaya çalıştığımız Dâr yoktur.

    Velayetnâme'ye göre Hacı Bektaş Veli'nin meclislerinde de peymançeye durmak vardır. Alevi-Bektaşilerde ayak mühürlemek Dâr olayının içinde değerlendirilen bir duruş biçimidir o kadar!

    Biz daha önce ve Hacı Bektaş Veli'nin mensup olduğu Babailer çevresi, yani Alevi Türkmenlerde Cem olayının toplu tapınç biçiminde geliştiğini ve Pay-maçan adıyla da olsa Dârın sosyal yargılama ve toplumsal kararlar alma işlevini yerine getirmekte olduğu kanısındayız. Suç işlemiş dervişi papuçlukta ayakta durdurup cezalandırmaktan çok uzakta bir gelişim ve yapılanma bu. Baba İlyas'ın torununun oğlu Elvan Çelebi'nin "Menakıb-ül Kudsiyye'"sinde bu olguya tanık olabiliyoruz.

    Duvarlara binip yürüttüğü anlatılan Dede Garkın (gerçekçi bir yaklaşımla 1221-26 yılları arasına denk düşebilir) Elbistan ovasında dörtyüz Türkmen obasının 400 şeyhini, bir mürşid ve büyük Şeyh olarak topladığını ve kırk gün CEM sürdürdüklerini ve bunca gün Paymaçan verdiklerini anlatan beyitlere bir gözatalım dilerseniz:


    134- Ata binmez Dede divara binur

    Divar altında at gibi atılur

    135- Dede Garkın kerametin görür bir
    Bir divara biner yürir ol şir
    145- Şia şia güruh güruh gelir
    Halisan muhlisan mürid olur

    169- Dörtyüz ol kim halife vardı benam
    Herbiri ehl-i keşf ü hal ü makam
    175- Dört yüzün bir nefeste cem kılur
    Birbiri üzre bıragur oturur

    177- Terk-i evtan kıldılar cümle
    Yüz urup şeyha geldiler cümle
    179- Ön ü son kırk gün içre cem oldı
    Paymaçan yerinde hep durdu

    180- Paymaçan virür bu miskinler
    Yol içünde kemine elginler
    181- Diledun çün vazife-i taat
    Gele yerine geçmeye sa-at

    183- Ol sebepten sürindük uş geldük
    Suçluyuz suçumuz kamu bildük
    184- Dede aydur bu iş-i hayrünnas
    İşlemişdür meger ki Şeyh İlyas

    Görüldüğü gibi yurtlarını terketmiş dörtyüz halife, Pirlerinin bir nefesiyle gelir cem olurlar. Bu cem tam kırk gün sürer. Paymaçan bu süre boyunca işlevini görür; yol içinde eksiklikleri olanlar paymaçana, yani Dâra durarak, eksikliklerini ve noksanlarını dile getirip mürüvvet dilemektedirler. "Sürünerek huzurunuza geldik, suçluyuz suçumuzu kabul ettik!'' demektedirler. Eğer Elvan Çelebi'nin bu betimlemesi (tasviri) doğruysa; Dâra çekilmek ya da Dâra durmak, Farsça söylenişiyle "paymaçan virmek'' Anadolu Aleviliğinde 13. yüzyılın ilk çeyreğinden beri uygulanmakta olduğunu söylemek olasıdır.

    Hacı Bektaş Veli'den sonra ikinci büyük pir bilinen Şah Abdal Musa (14. yüzyılın ikinci yarısı) ve onun ünlü talibi Kaygusuz Abdal'a atfedilen iki nefeste geçen Dâr ve Dâr meydanı, incelemekte olduğumuz paymaçan virme-peymançeye durmanın karşılığındaki Dâr sözcüğünün ilk kullanılışı gibi görülmektedir.

    Yine Kaygusuz'un bir nefesinden anlaşıldığına göre, Görgü cemi (ayn-i cem) erkânları çok büyük olasılıkla Abdal Musa ya da ondan önce düzenlenmiştir. Sözünü ettiğimiz nefesleri buraya koyarak, Dâr sözcüğünün Alevi literatüründeki anlamında kullanılışını görelim:

    Muhammed Ali'nin kıldığı dava

    Yok meydanı değil var meydanıdır

    Muhammed kırklara niyaz eyledi

    Ar meydanı değil er meydanıdır

    Kırklar özün biraraya kodular
    Anlar cenazesin susuz yudular
    Deveyi gördünmü gördüm dediler
    Ört elin eteğin sırdır dediler
    Ne diyeyim şu erkânı kurana

    Yuf çekerler bu meydanda yalana

    Üçyüz altmış merdiveni bilene

    Kör meydanı değil gör meydanıdır

    Abdal Musa Sultan gerçek er ise
    Ali'yi sevenler muhib yar ise
    Hakkın maksuduna irem der ise
    Urganı boynunda Dâr meydanıdır.
    Beylerimiz elvan gülün üstüne

    Ağlar gelir şahım Abdal Musa'ya

    Urum abdalları postun eğnine

    Bağlar gelir şahım Abdal Musa'ya

    Urum abdalları gelir dost deyi
    Eğnimizde aba hırka post deyü
    Hastaları gelür derman isteyü
    Sağlar gelir şahım Abdal Musa'ya
    Hindden bezirganlar gelir yayınır

    Pişer lokmaları açlar doyunur

    Ã?şıkları gelir bunda soyunur

    Erler gelir şahım Abdal Musa'ya

    Her matem ayında kanlar saçarlar
    Uyandırıb Hak çerağın yakarlar
    Demine hü deyip gülbang çekerler
    Nurlar gelir şahım Abdal Musa'ya
    Meydanında Dâra durmuş köçekler

    Çalınır koç kurbanlara bıçaklar

    Döğülür kudümler açılır sancaklar

    Tuğlar gelir şahım Abdal Musa'ya

    İkrarıdır koç yiğidin yuları
    Muannidi çeksem gelmez ileri
    Akpınarın yeşil gölün suları
    Çağlar gelir şahım Abdal Musa'ya
    Ali'm zülfikarı almış destine

    Sallar durur yezitlerin kastına

    Tümen tümen Gencali'nin üstüne

    Sırlar gelir şahım Abdal Musa'ya

    Benim bir isteğim vardır Kerim'den
    Münkir bilmez evliyanın halinden
    Kaygusuz'am ayrı düştüm Pirimden
    Ağlar gelir Şahım Abdal Musa'ya


    Dârı-ı Fatıma ve Fatıma Ana
    Yukarıda Dâr-ı Fatıma'nın tanımlamasından yola çıkılarak Dârın tarihçesi üzerinde yorumlar verdik. Daha önce de bu Dâr hakkında açıklamalar yaptığımızdan dolayı, burada yinelemeğe gerek kaldığını sanmıyoruz. Şimdi Alevi Dâr olayında simgeleşen ve Dârın pirlerinden biri olarak kabul gören Fatıma Anayı ve onun mücadeleli yaşantısını anlatmayı deneyelim. Ama incelemizin başından beri koyduğumuz ilkeye sadık kalarak, yine çeşitli ozanların nefeslerine göz atacağız.

    Saptayabildiğimiz nefeslerin hemen tümünde "Fatıma veya Fatma Ana'' olarak hitap edilmektedir. Genellikle Muhammed-Ali, İmam Ali ve İmam Hüseyin üzerine yazılmış nefeslerde ve pek az olarak düvazimamlarda adı geçmektedir: Ali'nin sadık eşidir ve hep düldül, Kamber, zülfikarla yanyanadır Fatıma Ana.

    Hüseyin'in sevgili annesi olarak öte dünyadan gelip, göklerden kanlı yaşlar akıtır; saçını başını yolar. Muhammed ve Ali'nin gözbebeği ve cennet kadınıdır Fatıma. Bazan annesi Hatice ile birlikte "Mihr-i Muhabbet (sevgi güneşi)''. Bazan al-yeşil bezenmiş cennette, saçları nurlara gark olmuş oturmaktadır. Ali'nin yari ve cihanın gülüdür.

    Aşağıda birkaç ozandan vereceğimiz nefeslerin sadece Fatıma'nın adının geçtiği kıtaları okuyalım:

    Nura garkolmuş Fatma Ananın saçı

    Al yeşil bezenmiş cennetin içi

    Sevdiğini almış çekiyor göçü

    Muhammed Alinin göçü geliyor

    Ya ilahi sen bilirsin halimi
    Muhammed Mustafa'ya bağışla bizi
    Ferzendi ol hatemi nur nübüvvet
    Fatıma Hayrünissa için bağışla
    Elinde zülfikar altında düldül

    Önünce Kamberi dilleri bülbül

    Hazreti Fatıma cennette bir gül

    Onu sevin dedi Hak Habibullah (Hadis)

    Fatma Ana oturur muhkem yurduna
    Yüzün gören yanmaz tamu oduna (Hadis)
    İmamda okunan hutbe adına
    Ben seni Ali'nin yoluna saldım
    Serime bir sevda geldi

    Muhammed Ali'den beri

    Yandı vücudum kül oldu

    Ta kalu beladan beri

    Ali'nin Fatma Kamberi
    Hırka tutunur önleri
    Seven onkimamları
    Atası Pirimden beri
    Kerbelanın yazıları

    Şehit düştü gazileri

    Fatma Ana kuzuları

    Ah Hüseyin vah Hüseyin

    İşte geldi bahar yazlar
    Güzü güzler yazı yazlar
    Fatma'na yolları gözle
    Ah Hüseyin Şah Hüseyin
    Şah İsmail Hatayi

    Hatice Fatıma mihr-i muhabbet

    Allahın kuluna edesin rahmet

    İmam Hasan İmam Hüseyin mürvet

    Kalma günahlara mürvet ya Ali

    Hatice rehber-i divanda bir yar
    Fatma Ana ağlar hem saçın yolar
    Hakka terazi olmuş nizam tutar
    Şehit donu giyen İmam hüseyin
    Ceddi Muhammeddir atası Ali

    Anası Fatıma cihana Veli

    Cümle evliyalar eder beli

    Evliyalar sırrı İmam Hüseyin

    Şahı Merdan Ali kurdu bu yolu
    Hazreti Fatıma cihanın gülü
    Evvel Seyyid Ali aldı yürüdü
    Kırkların serDârıdır Kızıl Deli
    Pir Sultan Abdal

    Bir su vermediler ol adil Hana

    İçtiler yezitler hem kana kana

    Çok figan eyledi hem Fatma Ana

    Gökte melek yerde insan ağladı


    Fatma Anamız Ali'nin yarı
    Beline bağlamış hub zülfikarı
    Eba Müslüm gibi er oğlu eri
    Fazl-ı Gülüstanı neyledin dünya


    Dedemoğlu

    Sevdiğim Muhammed Ali

    Çağırıram gel ha gel

    Urum da Bektaşi Veli

    Çağırıram gel ha gel

    Ferhad isen dağı dolaş
    Şehid isen kana bulaş
    Fatma Ana cara ulaş
    Çağırıram gel ha gel
    Kul Himmet

    Hükmedersin hem zahire batına

    Alem intizardır hüsnü zatına

    Ali Kamber ü Zülfikar Fatıma

    Kuduretten mey dolduran el ağlar

    Kerim Dede

    Cennetten Ali'ye bir nida geldi

    Ali'ye terceman gelen elmalar

    Ali kokladı hem yüzüne sürdü

    Ali'ye terceman gelen elmalar

    Elmasın elmasın misk ile amber
    Kokuna birikir cümle peygamber
    Etin Fatıma Ana kabuğun Kamber
    Ali'ye terceman gelen elmalar
    Pir Sultan Abdal
    Elmayı getürüb terceman koydu

    Şah eline alıp çarpare kırdı

    Birini Muhammed nuş etti gördü

    Uçan melekler dergâha yetürdü

    Hak taala gör nice nazar kıldı
    Çünkü velayeti Şah ana verdi
    Biri Düldül biri Zülfikar oldu
    Fatma ile Kamber anda yaturdu
    Şah Hatayi
    Ali'm çeker idi firkatin

    Cümle kulların alırdı satın

    Fatma Ana ile Şehriban Hatun

    Libasını üstüne döktü Ali'nin

    Fatma Ana ağlar der yaşın yaşın
    Şunda gördüm Düldül'ün kişneyişin
    Hasan'la Hüseyin kıblaya karşın
    Gönderdiler Şah-ı Merdan Ali'yi
    Dedesi Muhammed yanına geldi

    Hüseynim mazlum deyip elini aldı

    Arşta Fatma Ana saçını yoldu

    İmam Hüseyin'in kanı nic'oldu

    Pir Sultan Abdal

    Devredip gezersin Dâr-ı fenayı
    Bağdat diyarına vardın mı turnam
    Medine şehrinde Fatma Anayı
    Makamı andadır gördün mü turnam?
    Kul Hüseyin
    Muhammed'in Hatice'den olma tek kızı Fatıma'nın sözcük anlamı "sütten kesilmiş yavru''dur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Muhammed'in peygamberliğini duyuruşundan, yani 610'dan birkaç yıl sonra doğduğu söylenmektedir. Ancak bu tarihten önce doğmuş olduğunu ileri sürenler de vardır. Yüzünün kendisine çok benzediği kızını çok seven peygamber, onu sevenleri de cennetle müjdelemiştir.

    Kendisine verilmiş çok sayıda sıfatlarından bazıları şunlardır; Zehra (parıldayan), Meryem-ül Kübra (ulu Meryem), mecmu-al nurayn (iki nur, yani nübüvvet ve velayetin kavşağı, birleştiği yer), umm a biha (babasının anası), Fatıma fatır (yaratıcı, başlangıç olan Fatıma) vb.

    Fatıma, Hicretten yine birkaç yıl sonra küçük yaşta Ali ile evlendirilmiştir. Muhammad "Ali olmasaydı Fatıma'ya uygun bir koca bulunmazdım' diyerek çok sevgili kızını, 24 yaşlarındaki amcası oğlu Ali' ye vermişti.

    Kur'an'da "Bin aydan daha değerli ve şafak vaktine değin sürüp sonsuzluk barışını simgeleyen bir gece (Laylat-al Kadr, sure 97. 3, 5) olarak kutsanan Kadir gecesi''nde Fatıma meleklerden düşmüştür. Tanrı o gece onu bir top nur, ışık yumağı olarak melekler aracılığıyla göndermiş. Muhammed'in o geceden sonra, "Soyumuz Fatıma ile Ali'den sürecektir'' dediği Fatıma, Oniki İmamlar kutsal çizgisinin başlangıcıdır.

    Kadir gecesi şafağa değin süren sonsuzluk barışıyla gelen epiphanies (zuhur, ortaya çıkışlar) olan Oniki İmamlar silsilesini yaratan Fatıma, peygamberin soyunu bir erkek gibi sürdürmesi yönüyle Fatıma fatır (yaratıcı Fatıma); henüz evlenmeden kutsal imamlar epifanesinin doğurmuş, var oluşun ötesinde ve o geceyi aydınlatan ışık kaynağı (lampas luminum) olduğundan imamların bakire annesi (Fatıma batul)dir. Yani Meryem-ül Kübra ile eşleştirilmektedir.

    Peygamberin kızı Fatıma hakkında "Cennet kadınlarının, en inançlı kadınların; kısacası Muhammed ümmetinden olan tüm kadınların en ulusu olduğunu'' bildiren hadisleri vardır. Buhari, Muslim ve Tirmizi gibi birçok hadis toplayıcı ve yorumcularında Fatıma hakkında bu anlamda hadislerin çokça bulunduğunu Gölpınarlı göstermektedir.
     

Sayfayı Paylaş