AHİLİK -AHİ EVREN ALEVİLİK İLİŞKİLERİ

Konu, 'Alevi İnancı ve İbadetleri' kısmında gecekorsanı tarafından paylaşıldı.

  1. gecekorsanı

    gecekorsanı Aktif Üye

    AHİLİK, AHİ EVREN VE ALEVİLİK İLE ARASINDAKİ İLİŞKİLERİ BİLENLERİNİZ VARMI? BİLGİ KAYNAKLARINIZI PAYLAŞIRSANIZ MEMNUN OLURUM. TÜM CANLARA SELAMLAR.
     
  2. seyduna_34

    seyduna_34 Daimi Üye

    AHİLİK NEDİR?
    Ahîlik kurumunun anlaşılabilmesi ve onun toplumsal hayatta nasıl bir fonksiyon üstlendiğini ortaya çıkarabilmek için ilk önce Ahî kelimesinin kaynağı ve tarihi gelişim içerisinde kazandığı anlamlar üzerinde durmak gerekir.

    Ahî kelimesinin kaynağı ile ilgili birbirinden tamamen farklı iki görüş bulunmaktadır. Birinci görüşe göre; Ahî kelimesinin kaynağı Türkçe olup, "akı" kelimesinin Anadolu'daki söyleniş tarzından doğmaktadır. Ahî, kelimesinin Türkçe olduğunu ileri süren araştırmacılara göre Ahî, kelimedeki "k" harfinin "h" olarak telaffuz edilmesinden ileri gelmektedir. Nitekim, Anadolu'da "k" harfinin "h" ve "ğ" şeklinde telaffuz edildiği bilinmektedir(1). Örnek olarak, okumak, bakmak yerine okumah, bahmah veya okumağ, bakmağ denilmektedir. Buna göre Ahî kelimesi "cömert, eli açık" anlamlarına gelen "akı" kelimesinin "h" sesi ile okunmasından türemiş ve terimleşmiş bir kelimedir.

    Ahî kelimesinin reisler (başkanlar, liderler) için kullanılması, onun Türkçe "akı" kelimesindeki ses değişikliğiyle oluştuğu görüşünü kuvvetlendirmektedir. Nitekim, Ahî kurumunda reislere Ahî, diğerlerine fetâ, fityan denilmektedir(2).



    Ahî kelimesini araştıranların bir kısmı ise; kelimenin Arapça' dan Türkçe'ye geçtiğini ileri sürmektedirler. Bu görüşe göre Ahî, "erkek kardeş" anlamına gelen "ah" kelimesinin sonuna birinci tekil şahıslar için kullanılan ve sahiplik ifade eden "ye" zamirinin bitişmesinden oluşan bir kelimedir. Ahî kelimesi bu haliyle "kardeşim" anlamındadır. İkinci görüş benimseyenlerden biri olan Hüseyin Kâzım Kadri, Ahî kelimesinin Arapça olduğunu şöyle açıklamaktadır(3): "Ahî Arapça isim, Ahû yerinde "ahî" kardeş, birader, yar, dost, cemi (çoğul) "ihvan" kardeşler, dostlar, bir tarikata ve mesleğe tâbi olanlar".

    Ahî kelimesine, Türkçe-Arapça Lûgat'ta da Hüseyin Kâzım Kadri'nin verdiği anlamın yüklendiği görülür(4). Yine, Kur'an-ı Kerim incelendiğinde Ahî kelimesinin sahiplik ifade eden zamir ile birlikte tekil veya çoğul olmak üzere kırkdört âyette geçtiği görülür(5).

    Ahi kelimesinin, fütüvvetnâmelerdeki ve Anadolu'da yaşamış bulunan Ahîlerin bırakmış oldukları vakfiyelerdeki yazılış şekli de ikinci görüşü desteklemektedir(6).

    İbn Batuta seyahatnâmesinde geçen, "Müfredi (tekil) "Ah" kelimesinin birinci tekil şahıs şeklinde söylenmesinden meydana gelmiştir(7)" ifadesi de ikinci görüşü kuvvetlendirmektedir.

    Ahî kelimesiyle ilgili olarak her iki görüşün de geçerli ve tutarlı yönleri bulunmaktadır. Ahî kelimesinin, cömert, eli açık anlamına gelen "akı" kelimesinin Anadolu'da "h" sesiyle okunması görüşü doğru olabileceği gibi diğer görüşün de yabana atılamayacağı görülmektedir.

    Gölpınarlı bunu şu biçimde izah eder:

    "Ahî kelimesi, Arapça'da 'kardeşim' demektir. 457 Hicride (1065) ölen şeyh Ferec-i Zincanî ile 736'da (1336) ölen Alâü'd-Devle halifesi Aliyy-i Mısrî'nin "Ahı" lakabıyla anıldıklarına ve bu kelimenin, oldukça eski fütüvvetnâmelerde geçtiğine, nihayet fütüvvet ehlinin birbirini kardeş saydıklarına ve Melamilerde 'Filan şeyhin muridi' yerine 'Filanın ihvanından' sözünün kullanıldığına bakılırsa bu sözün Arapça'dan geldiği hakkındaki fikir ve mülahaza da reddedilemez(8)."

    Ahî kelimesinin, aynı zamanda tasavvufla ilgili oluşu, iki görüşün de doğru olduğunu göstermektedir. Çünkü; cömertliğe, el açıklığına, mertliğe dayanan Ahîlik kurumunun vazgeçilmez kurallarından biri de, üyelerinin birbirini kardeş görmeleridir. Müslümanlar birbirlerini tarih boyunca hep kardeş olarak görmüşlerdir. Kardeşleştirmenin ilk uygulamasının Hz. Muhammed döneminde gerçekleştirildiği bilinmektedir.

    Ahî, Kur'an-ı Kerim'de geçtiği şekilde kullanılmış, ancak Türk'e has bir terim haline gelmiştir. Kardeşlik, cömertliğe, yardımlaşmaya ve dostluğa dayanan bir duygudur. Kardeşlik, sadece bir anadan doğmadan ibaret değildir.

    Görüşlerini Kur'an âyetleri ile desteklemeye ve açıklamaya çalışan tasavvuf akımları, özellikle kişiler arasındaki düşmanlıkların kalkmasını ve yerine kardeşlik duygusunun hâkim olmasını, teşvik eden ayetleri kaynak alırlar.

    Örneğin;

    "Elbirlik Allah'ın dinine sımsıkı sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın. Allah üzerindeki (İslâm) nimetini düşünün ki, cahiliyet devrinde birbirinize düşmanlar iken O, sizin kalpleriniz arasında ülfet (yakınlık) meydana getirdi de onun nimeti sayesinde din kardeşleri oldunuz....(9)"

    âyetinde belirtildiği gibi insanlar arasındaki düşmanlıkların kalkması ve dinde kardeş olmalarının gerekliliğinin Allah'ın arzusu olduğunu bütün tasavvufî anlayışlar ileri sürer.

    Aynı şekilde, Ahî birliklerinin de insanlar arasında kardeşliği oluşturma çabasında oldukları bilinmektedir.

    Ahî kelimesinin, terim olarak Ahî birliklerinin başında bulunan kişilere (reislere) verilen bir unvan olarak kullanılmış olduğu tahmin edilmektedir. İbn Batuta'dan öğrendiğimize göre; "Ahî; evlenmemiş, bekâr ve sanat sahibi olan gençlerle, diğerlerinin (herhalde bekâr olmayanlar) kendi aralarında bir topluluk meydana getirerek, kendi aralarında seçtikleri reislerdir." Reislerin zaviyeler yapmaları ve bunları tefriş etmeleri gerekir. Zaviyeler bir toplanma ve hizmet yeri olup, gerektiği takdirde gelen ve gidenlere konaklama yeri olarak hizmet veren mekânlardır.

    Bir başka görüşe göre ise "Ahî", birliğin başında bulunan kişi şeyh' tir(10). Ahî müesseselerinin başında bulunan "Ahî"nin şeyh olduğu görüşünü İbn Batuta seyahatnâmesinde geçen ifadeler de desteklemektedir. Çünkü, bütün tarikatlarda şeyh olan kişinin tekke (zaviye) inşa ederek onu müritler (fetâ) için bir toplanma, gelene-geçene hizmet yeri yaptığı bilinmektedir.

    Sonuç olarak:

    Ahîlik, Türk illerinde yayılmış bulunan "dinî-meslekî" karakterli kurumlardır Bu birlikler, başta mensupları olmak üzere, insanlar arasında dayanışma ve yardımlaşma kurmaya çalışmışlardır.

    TEMEL İLKELER



    Bireyi, fetâlıktan şeyhliğe ve yamaklıktan ustalığa giden yolda olgunlaştırmaya çalışan Ahi kurumunun meslekî ahlâk ve görgü kurallarının temel ilkeleri şunlardır(1):
    - İyi huylu ve güzel ahlâklı olmak,
    - İşinde ve hayatında, kin, çekememezlik ve dedikodudan kaçınmak,
    - Ahdinde, sözünde ve sevgisinde vefalı olmak,
    - Gözü, gönlü ve kalbi tok olmak,
    - Şevkatli, merhametli, adaletli, faziletli, iffetli ve dürüst olmak,
    - Cömertlik, ikram ve kerem sahibi olmak,
    - Küçüklere sevgi, büyüklere karşı edepli ve saygılı olmak,
    - Alçakgönüllü olmak, büyüklük ve gururdan kaçınmak,
    - Ayıp ve kusurlarını örtmek, gizlemek ve affetmek,
    - Hataları yüze vurmamak,
    - Dost ve arkadaşlara tatlı sözlü, samimi, güleryüzle ve güvenilir olmak,
    - Gelmeyene gitmek, dost ve akrabayı ziyaret etmek,
    - Herkese iyilik yapmak, iyiliklerini istemek,
    - Yapılan iyilik ve yardımı başa kakmamak,
    - Hakka, hukuka, hak ölçüsüne riayet etmek,
    - İnsanların işlerini içten, gönülden ve güleryüzle yapmak,
    - Daima iyi komşulukta bulunmak, komşunun eza ve cahilliğine sabretmek,
    - Yaradandan dolayı yaratıkları hoş görmek,
    - Hata ve kusurları daima kendi nefsinde aramak,
    - İyilerle dost olup, kötülerden uzak durmak,
    - Fakirlerle dostluktan, oturup kalkmaktan şeref duymak,
    - Zenginlere, zenginliğinden dolayı itibardan kaçınmak,
    - Allah için sevmek, Allah için nefret etmek,
    - Hak için hakkı söylemek ve hakkı söylemekten korkmamak,
    - Emri altındakileri ve hizmetindekileri korumak ve gözetmek,
    - Açıkta ve gizlide Allah'ın emir ve yasaklarına uymak,
    - Kötü söz ve hareketlerden sakınmak,
    - İçi, dışı, özü, sözü bir olmak,
    - Hakkı korumak, hakka riayetle haksızlığı önlemek,
    - Kötülük ve kendini bilmezliğe iyilikle karşılık vermek,
    - Belâ ve kötülüklere sabır ve tahammüllü olmak,
    - Müslümanlara lütufkâr ve hoş sözlü olmak,
    - Düşmana düşmanın silahıyla karşılık vermek,
    - İnanç ve ibadetlerinde samimi olmak,
    - Fani dünyaya ait şeylerle öğünmemek, böbürlenmemek,
    - Yapılan iyilik ve hayırda hakkın hoşnutluğundan başka bir şey gözetmemek,
    - Âlimlerle dost olup dostlara danışmak,
    - Her zaman heryerde yalnız Allah'a güvenmek
    - Örf, adet ve törelere uymak,
    - Sır tutmak, sırları açığa vurmamak,
    - Aza kanaat, çoğa şükür ederek dağıtmak,
    - Feragat ve fedekarlığı daima kendi nefsinden yapmak



    AHÎLİĞİN GÖRGÜ KURALLARI



    Ahîlik kurumundaki eğitiminin asıl amaçlarından biri "ferdi sosyalleştirerek şahsiyet haline getirmek ve üstün insan kılmak"tır. Bireyin sosyalleşmesi için gerekli kabul edilen ve "görgü kuralları" olarak ifade edilen bütün kuralların Ahî zaviyelerinde, Ahî örgütü üyelerine kazandırılmaya çalışılmıştır. Bu kuralların bireye benimsetilmesi için cumartesi akşamları zaviyelerde dersler verilmiş(1) ve uygulanması mümkün olanlar uygulanmıştır. Fütüvvetin ancak bu kurallarla tamam olabileceği beyan edilmiş ve "nefs terbiyesi ders terbiyesinden hayırlıdır" hadisi esas alınarak kurallar benimsetilmeye çalışılır(2). Ferdin tavır ve davranışları haline getirilmek istenen görgü kuralları şu şekilde sıralanabilir:
    1. Yemekte edepler 12 tanedir:

    - Sağ dizin yukarıya dikilmesi,
    - Sol ayağın aşağıda durması,
    - Lokmanın çiğnenmesi,
    - Lokmanın küçük olması,
    - Yemeği dökmemesi,
    - Ağzında lokma varken konuşmaması,
    - Başkasının lokmasını gözetmeme,
    - Ekmeği ısırıp bırakmama,
    - Ekmeği yemeğin suyuna batırmamak,
    - Sümkürmemek,
    - Ağzını şapırdatmamak,
    - Yemekten sonra ellerini yıkamak ve silmek.

    2. Su içmekle ilgili edepler 3 tanedir:

    - Bardağı (tası) iki eli ile tutmak,
    - Dinlene dinlene içmek ve bitirmek,
    - Dökmemek.

    3. Söz söylemekteki edepler 4 tanedir:

    - Sert konuşmamak (ağızdan bir şey sıçramaması için)
    - Konuşurken sağa sola bakmamak,
    - Sen, ben değil de siz, biz olarak hitap etmek,
    - El kol hareketleri ile bir şeyi ifade etmemek.

    4. Elbise giymekte dört edep vardır:

    - Sağdan başlamak,
    - Sarığı oturarak sarmak,
    - Yürüyerek birşey giymemek, dururken giymek.

    5. Evden çıkmaktaki edepler:

    - Çıkarken sol ayakla çıkmak,
    - Neşeli çıkmak,
    - Endişeli çıkmamak,
    - Çıkarken yukarıya bakmamak.

    6. Yürümekteki edepler:

    - Sert yürümemek,
    - Çukurlara basmamak,
    - Yanlara bakarak yürüme (dikkatli olma),
    - Taştan taşa seğirtme,
    - Yol ortasında yürümemek,
    - Kimsenin ardınca bakmamak,
    - Büyüğünün önünde yürümemek,
    - Birisiyle giderken bir işle meşgul olup, onu bekletmemek.

    7. Mahallede:

    - İşi olmadıkça mahallede gezmemek,
    - Karşıdan gelene yakın olma,
    - Açık kapı ve pencerelerden bakmamak,
    - Çocuklara uymamak,

    8. Pazarda:

    - Omuzunu kimseye vurmamak,
    - Uzaktakileri çağırmamak,
    - Kahkaha ile gülmemek,
    - Tükürmemek,
    - Sümkürmemek,
    - Bir şey yememek ve içmemek.

    9. Alış-verişte:

    - Yumuşak söylemek,
    - Az almak,
    - Aldığı şeyi geri vermemek.

    10. Eve bir şey getirmede:

    - Elbisesini taşıma vasıtası yapmama,
    - Açıktan getirmeme,
    - Eve varır varmaz yememe.

    11. Eve girerken:

    - Haber verme,
    - Sağ ayakla girmek,
    - Selam vermek,
    - Çevreye bakmamak,
    - Besmele ile eve girmek.

    12. Oturmaktaki edepler:

    - Sağ dizi dikmek ve sol ayağın yerde olması,
    - Kendi yerini bilmek,
    - Ayağı örtmek,
    - Ev sahibi konuşmadan konuşmamak.

    13. Misafirlikte:

    - Çağırmaya gelenin önünde yürümemek,
    - Yiyecek ne var diye sormamak,
    - Yemekten sonra çok oturmamak.

    14. Hasta Ziyareti:

    - İkindiden sonra gitmek,
    - Güler yüzlü olmak,
    - Hastanın sağ yanına oturmak,
    - Çok oturmamak,
    - Fatiha okumak.

    Aslında görgü kuralları 700'den fazla olarak tek tek sayılmış ve ahîye öğretilmeğe çalışılmıştır. Ahîlik eğitimi, ferdin bütün gün (24 saat) yapacağı işleri ve yerine getirmesi gereken davranışları kapsamayı hedeflemiştir. Böylece birey, düzenli bir eğitimle, yaratılış amacına uygun uygun şekilde hareket eden olgun bir kişiliğe kavuşturulmuş olacaktır.

    Ahi Evren (Kırşehir)

    Ahî Evren´in tam adı Şeyh Nasreddin Mahmut el-Hoyî´dir. Hoyî nispetinden de anlaşılacağı gibi, Ahî Evren aslen Azerî Türklerinden olup, Azerbaycan´ın Hoy kasabasındandır. Ahî Evren´in tahminî olarak Hicri 567 (Miladi 1175)´de Hoy´da doğduğu ve 93 yıl yaşadığı, büyük bir ihtimalle Türkmenlerin devrin Selçuklu sultanına karşı başlattıkları Kırşehir isyanında öldürüldüğü ifade edilmektedir.
    Ahî Evren lakabı ile meşhur olan Şeyh Nasreddin Mahmut el Hoyî´nin çocukluğu ve ilk eğitim dönemi, memleketi olan Azerbaycan´da geçtikten sonra, Horasan´a giderek Fahrettin Razî´nin eğitim halkasına katılır ve ondan feyz alır. Fahrettin Razî´nin büyük kelâm âlimi olması, Şeyh Nasreddin Mahmud´un da eğitim halkasında Şer´i ilimleri öğrendiğini ortaya koymaktadır. İlk tasavvufî terbiyesini Horasan ve Maveraunnehir´de Yesevî dervişlerinden alır. Zaten adı geçen yerlerde Yesevî tarikatı yaygındır.
    Horasan´daki tasavvufî düşünceden feyz alması ve onun Horasanlı oluşu, yetiştiği ortam dolayısıyla, düşüncesinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur(4). Daha sonra Hac seyahati için memleketinden ayrıldığı ve bu seyahat esnasında Şeyh Evhad´ud-Din Kirmanî ile tanıştığı ve ona murîd olduğu bilinmektedir.
    Ahî Evren, şeyhi olan Evhad´ud-Din Kirmanî´nin kızı Fatma ile evlenerek aynı zamanda damadı olmuştur. Ahî Evren kayınpederi ve şeyhi olan Kirmanî ile beraber Abbasî Halifesi Nasır Lidinillah tarafından Anadolu´ya gönderilmiştir.
    Anadolu´ya gelen Ahî Evren ilk önce Kayseri´ye yerleşmiş ve burada bir debbağlık atölyesi kurmuş, Şeyhi ile beraber Anadolu´nun şehir, kasaba ve köylerini dolaşarak Ahîlik anlayışının yayılmasına ve teşkilatlanmasına öncülük etmiştir.
    Ahî Evren devrin Selçuklu sultanı I. Alaaddin Keykubat tarafından sevilmiş ve sultana yakın olmuştur. Bu devirde tarikat pirlerinin, siyasî faaliyetlere iştirak ettikleri, hatta bazen sultanların üzerlerindeki nüfûzlarının hissedildiği bilinen bir gerçektir.
    Ahî Evren, Mürşidu´l-Kifaye ve Yezdân Şınaht isimli eserlerini Konya´da sultan Alaaddin Keykubad´a sunmuş ve onun isteği ile İbn Sîna´nın "Risale fi´n-Nefs´in Natıka" isimli eserini Farsça´ya çevirmiştir. Sultanın oğlu tarafından (II. Gıyaseddin) zehirlenerek öldürülmesinden sonra, Ahî Evren´in devrin sultanı ile münasebeti azalmıştır. Çünkü, devrin sultanı II. Gıyaseddin´e karşı komplo hazırlamakta olan sadrazam Sadettin Köpek tarafından kurulan bir teşkilata yardım etmekle suçlanan Ahî Evren ve birçok Ahî tutuklanarak, işkencelere maruz kalmışlardır. Aslında Ahîler II. Gıyaseddin´e karşı oldukları gibi, Ahî dostu olan Kemalettin Kamyar´ı öldürten Sadettin Köpek´e de karşı idiler.
    II. Gıyaseddin´in ölümü üzerine yerine geçen oğlu II. İzzeddin Keykavus, babası zamanında tutuklanan Ahî ve Türkmenleri serbest bırakmıştır. Beş sene tutuklu kalan Ahî Evren de serbest bırakılmış ve Denizli´ye gitmesine müsaade edilmiştir. Menakıb-nâmelere göre burada bahçıvanlık yapmış, Denizli´de belirli bir müddet kaldıktan sonra yerine talebesi ve müridi olan Ahî Sinan´ı halife bırakarak Konya´ya dönmüştür.
    Ahî Evren´in Konya´ya dönüşü özellikle Mevlevîler tarafından hoş karşılanmamış, Moğol yönetimini benimseyen Mevlevîlerle Ahîler arasında çekişmelerin yeniden şiddetlenmesine zemin oluşturmuştur. Mevlevîlerle Ahîlerin arasında cereyan eden çekişmenin bir diğer sebebi de; Türkmenlerin, devlet yönetiminde bulunan Fars unsuruna karşı çıkmaları ve yönetimi ele geçirme arzusundan kaynaklandığı ifade edilmektedir.
    Mevlevîlerin Moğol yanlısı bir tavır takınmaları ve Ahîlerle olan çekişme ve mücadeleleri Mevlânâ´nın şeyhi Şems-i Tebrizî´nin öldürülmesine kadar devam etmiş, Şems-i Tebrizi´nin öldürülmesi üzerine Ahî Evren Hz. Mevlânâ´nın oğlu Ala´ud-Din Çelebi ile beraber Kırşehir´e gidip oraya yerleşmiştir.
    Bir kısım Ahî ileri gelenleri de Moğol baskısının ulaşamadığı uçlara gitmişlerdir ki, bunlar ileride Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda önemli rol oynayacaklardır.
    Başta Ahî Evren olmak üzere bütün Ahî müritleri diğer Türkmenlerle birlikte putperest Moğol istilasına ve Moğol yönetimini benimseyenlere karşı direnmişlerdir. Özellikle Kayseri şehrinde olan Ahîler bu direnişlere öncülük etmişler, fakat ihanete uğramaları neticesinde kılıçtan geçirilmişlerdir. Ahî Evren´in o sırada tutuklu oluşu katliamdan kurtulmasını sağlamıştır
    II. İzzeddin Keykavus ile IV. Rukneddin Kılıçaslan arasında cereyan eden saltanat kavgası ve Moğolların Kılıçaslan´ı desteklemesi sonucu, Kılıçaslan tahta oturmuş, bunun üzerine II. İzzeddin Keykavus´u tutan Ahî ve Türkmen ileri gelenleri tekrar katliama tâbi tutulmuşlardır. Bu arada Kırşehir Emirliğine Nureddin Caca tayin edilmiştir.
    Kırşehir´de ikâmet etmekte olan Ahî Evren ve diğer büyükler, bu tayine karşı çıkarlar ve ayaklanırlar. Ankara, Aksaray, Çankırı, Kastamonu ve Uçlarda isyanlar başlar ve en büyük isyan ve direniş Kırşehir´de olur. Kırşehir üzerine asker sevk edilir ve isyan edenler kılıçtan geçirilir. Bu isyanda Ahî Evren ve Mevlâna´nın oğlu Alaeddin Çelebi de muhtemelen öldürülmüşlerdir. Ahîlik anlayışı Osmanlı´nın sosyal hayatı vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmıştır.


    Kenthaber Kültür Kurulu Yayın Tarihi : 2 Haziran 2004 Çarşamba


    AHİ EVREN VELİ VE AHİ KURUMLARININ ALEVİLİK-BEKTAŞİLİK´LE İLİŞKİLERİ



    Ahilik, 13. yüzyılda Anadolu´da kurulan bir esnaf ve sanatkârlar birliğidir. Batılı anlamda lonca örgütü de diyebileceğimiz bu birlik, Ahiyan-ı Rum (Anadolu Ahileri) ve onun piri Ahi Evren Veli tara-fından kuruldu. Hünkâr Hacı Bektaş Veli´nin yakın arkadaşı olan Ahi Evren Veli´nin asıl adı Şeyh Mahmud Nasrüddin, ünvanı ise Nimetullah´tır. Osmanlı devletinin kuruluşunda önemli fonksiyonları olan Ahilere, „Alperenler veya Horasan erenleri“ de denirdi.

    Sözcük anlamıyla „Ahi“, Arapça´da „kardeşim“, Türkçe kökenli „akı“ sözcüğünde ise „cömertlik“ demektir. Ahiliğe, yiğitlik, mertlik anlamına gelen (Arapça kökenli „feta“dan) Fütüvvet te denilir. „Ahi-yân -el-fitiyân“, kardeş yiğitler demektir. „Ahilerin sâlik olduğu bu futüvvet mesleği, ananeye göre Hazreti Ali´ye ve bu yüzden Hazreti Peygamber´e kadar çıkar...“[1] Hz. Ali´nin yiğitliğini, cömertliğini simgeleyen bu futuvva (yiğitlik) pâyesi, Peygamber tarafından Hz. Ali´ye verildiğine de inanılır. Ahi (Fütüvvet) kuruluşlarının çoğu tari-kat olarak kendilerini Hz. Ali´ye bağlarlar. Fütüvvetin dört temel ilke-sini Hazreti Ali şöyle açıklar:

    · Güçlüyken affetmek,

    · Hiddetli iken hilmiyyet (yumuşaklık) göstermek,

    · Düşmanına bile iyilik etmek,

    · Muhtaçken bile başkalarına vermek.

    Cüneyd Bağdadi ve Hallac-ı Mansur ile aynı öğretiyi savunan ünlü mutasavvıflardan Bayezid Bistami (? - 874)´ye göre Fütüvvet:

    · Senden başkalarına olan iyiliği küçük görmek, başkaların-
    dan sana gelen iyiliği ise büyük bilmektir.

    Fudayl bin İyaz´a (?-803) göre ise Fütüvvet:

    · Evinde yemek yiyenleri, mümin, ya da kâfir, dost ya da düş-
    man diye ayırt etmemektir.

    Ahiliğin kökenleri konusunda farklı görüşler ve yorumlar vardır. Kimi kaynaklara göre Ahilik, Moğol baskınlarından dolayı 12. ve 13. yüzyıllarda, Türkistan, Buhara, Semerkand, Taşkent, Merv gibi Türk kentlerinden Horasan üzerinde Anadolu´ya gelen esnaf ve sanatkârlar tarafından kurulan, ağırlıkla Türk kültürüne ve yaşam felsefesine da-yanan, Anadolu Türklerinin sosyo-ekonomik yaşantısında önemli rol oynayan ve göçebe hayattan yerleşik hayata geçişi hızlandıran bir meslek kuruluşudur.[2]

    Bazı araştırmacılar ise, Ahiliğin kökenlerini, Arabistan´da, özellik-le de Irak/Bağdat´ta, bilhassa İmamiye kolunda Abbasi Halifesi Nâsır Lidinillah (iktidar dönemi: 1180-1225) tarafından kurumlaşan Fütüv-vet teşkilâtına bağlamaktadırlar.

    Fütüvvet üç bölüme ayrılır:

    1) Kavli: Sözünde durma, doğruluk, bağlılık; eline, beline, diline sahip olma, gibi ilkelere dayanan bu koldakiler, asker olmaz ve kılıç kullanmazlardı.

    2) Seyfi: Kılıçlı; fütüvvet kurallarına göre nefse karşı savaşan ve zalimlerle vuruşan kimselerdir. İnsanın en büyük düşmanı kendi nefsidir. İnsan, her şeyden önce nefsine karşı savaşmalı, sonra zalimlerle vuruşmalı. Seyfiler, Hz. Muhammed´in Hz. Ali´ye kılıç vermesini örnek alarak, kılıç kuşanırlardı. Bunlara Horasan erenleri veya Alperenler denirdi. „Lâ feta illa Ali, la seyfe illâ Zülfikâr“ (Ali´den yiğit er, Zülfikârdan üstün kılıç yoktur) deyimi, seyfı Ahiler tarafından âdeta bir ilke haline getirilmişti.

    3) Şürbi: Fütvvet geleneklerine göre şerbet içen, kuruma bu yolla bağlananlardır.Törenleri Anadolu´daki kan kardeşliği geleneği-ne benzerdi.[3]

    Anadolu´daki Ahiler konusunda en fazla bilgiyi veren, Anadolu´yu karış karış dolaşan ve Ahiler arasında yaşıyan Arab gezgini ve ta-rihçisi Ibn Battuta´dır (Tanca 1304-1369)[4]

    Ibni Battuta (Şerefüddin Ebu Abdullah Muhammed bin Abdullah bin Muhammed bin Ibrahim et-Tanci) 1329-30 tarih-lerinde Anadolu´da yaptığı seyahatta Alanya/Antalya´dan başlıyarak Burdur, Gölhisar, Lâdik, Milâs, Barçin, Konya, Niğde, Aksaray, Kayseri, Sivas, Gümüş, Erzican, Erzurum, Birgi, Tire, Manisa, Balı-kesir, Bursa, Görele, Geyve, Yenice, Mudurnu, Bolu, Kastamonu, Sinop gibi kentleri, hatta Kırım´ı dolaşırken, misafir kaldığı Ahi zavi-yelerinde gördüğü yakın ilgiyi ve Ahilerin üstün meziyetlerini şöyle anlatmaktadır:

    „... Ahiler Bilâd-ı Rum´da (Anadolu´da) sakin Türkmen kavimlerinin her vilâ-yet, kasaba ve köylerinde mevcuttur. Ahiler yabancılara fazla hürmet ve sevgi göstererek, yemek ve yatacak yerlerini de hazırlamakta olup, zalimleri tenkil (cezalandırmaktan) ve avenelerini (arkadaşlarını) ve onlara yardım eden kötü insanları katil ve mahvetmek hususunda bunların dünyada bir misli daha yoktur. Ahi şu demektir. Bekâr genç erden ve sanat erbabından olanların toplanarak, kendilerine bir reis seçerek ona bağlananlara denilir. Cemiyetlerine de „Fütüv-vet“ adı verilmektedir. Ahi reisleri bir zaviye inşa edip içini halılar vesair eşya ile tefriş ederek, geceleri de zaviyede kandiller yakmaktadırlar. Ahi gençleri gündüzleri para kazanmak için çalışıp, ikindiden sonra kazandıklarını Ahi Baba--larına teslim etmektedirler. Şayet bulundukları şehre bir misafir gelirse, zaviye-lerine derhal misafir ederlerdi. Bu alınan şeylerle o misafire ziyafet çekerler, o kimse avetine kadar, bunların misafiri olurdu. Eğer zaviyenin bir misafiri olmaz-sa yemeklerini yerler, sonra da zaviyede rakslar (semahlar) yaparlar, ikindiden sonra yine hepsi kazançlarını reise teslim ederlerdi. Bunlara „Fityan“, reislerine de „Ahi“ denilir. Dünyda bunlardan ziyade yüksek meziyetlere sahip insan görmedim. Şiraz ve İsfahan ahalisinin de bu hususlarda onlara benzerliği varsa da, ahilerin misafirlere muhabbet ve ikram ve şefkatlarını daha ziyade buldum.

    Antalya´ya geldiğimin ikinci günü, Ahilerden biri Şeyh Şahabettin Hamevi´ye gelerek, onunla Türkçe konuştu. Ben o zamana kadar Türkçe duymamıştım. Gelen adamın üzerinde eski ve yamalı bir elbise ve başında keçeden Kalensüve (kü-lah) vardı. Şeyh bana:

    - Bu adamın bana dediğini biliyor musun? diye sordu.

    - Bilmiyorum! diye cevap verdim.

    - Sizi ve arkadaşlarınızı ziyafete davet ediyor, dediği zaman şaştım ve lâ-
    kin - evet! demiş bulundum.

    Adam gitti, şeyhe dedim ki:

    - Bu adam pek fakirdir. Bize bir ziyafet vermeğe kudreti yok zannederim,
    kendisini rahatsız etmek doğru değildir, deyince, Şeyh gülerek:

    - Bu Ahilerin reislerinden, kundura dikicilerinden biridir; cömertlik ve
    ikramla ruhunun içi doludur. Sanatkârlardan iki yüz kadarı yoldaşı bunu
    reisliğe seçmiştir. Bunlar ziyafet vermek için bir zaviye inşa edip, gündüz
    kazandıklarıni gece sarfederler, vecabında bulundu...

    Akşam birlikte zaviyeye gittik. Burası nefis Anadolu halılariyle tefrif edilmiş. Irak camından yapılmış birçok avizelerle süslü idi. Misafir odasında beş adet Pi-sus vardı. Pisus, bakırdan yapılmış bir çırağa verilen ad olup, üç ayağı ve başın-da bakırdan bir kandil, ortasında ise fitil için bir boru vardı. Bu fitil erimiş iç yağı ile doldurulmuştu, yanına da yağ ile dodurulmuş bakır bir avanı konulmuş, orada fitili düzeltmek için bir makas mevcuttu. Ahilerden birisi bunu yakardı; buna „çırağcı“ denilmektedir. Zaviyede gençlerden bir grup saf oldular. Arka-larında abadan bir elbise, ayaklarında mestleri vardı. Her birinin belinde bulunan kemerde iki züra uzunluğunda birer bıçak asılı idi. Başlarında softan beyaz bir külâh (kalensüve) olup, bu külâhın tepesinde bir züra uzunluğunda ve iki par-mak genişliğinde bir Taylasan - şerit mevcuttu. Bunlar toplandıkları zaman, hep-si külâhlarını çıkarıp önlerine koydular. Zaviyenin ortasında misafirlere mahsus bir peyke bulunuyordu. Biraz sonra bizlere birçok yemekler ve meyva tatlılar ikram ettiler. Yemekten sonra şarkılar söyleyip rakslara (semaha) başladılar. Ahilerin bu halleri insanı hayrete sevketmektedir. Bilhassa cömertlik ve yüksek ruhları hakkındaki hayretim daha fazladır, gecenin sonunda onları zaviyede bıra-karak ayrıldık.“[5]

    Gerek yaşam felsefeleri, inançları, kültürleri ve ahlâki değerleri, gerek-se sosyal ve siyasi düşünceleri bakımından Ahilik, Alevi-Bektaşi-lik´ten ayrı bir kurum değildir. Onun öğretisi, inancı, sosyal ve siyasal düşünceleri doğrultusunda gelişen mesleki bir birliktir. Da-ha sonraki dönemlerde, özellikle Fatih´den sonra Osmanlı padişah-larının yavaş yavaş Ahi ve Bektaşi kurumlarından el çekmeleri; Osmanlı devletinin ilk dönemlerinde, işletmeleri ve yönetimleri Ahi-Bektaşi zaviyelerine verilen tuzla, gümrük yolları, dokuma atölyeleri gibi bazı işletmelerin ve vakıf arazilerinin zamanla elle-rinden alınıp Yeniçerilere verilmesi, Ahi kurumlarını ekonomik ve politik yönden zor duruma düşürdü. Siyasi ve ekonomik baskılar-dan dolayı kurumlarını işletemez duruma gelen Ahiler, zamanla geri çekilmek zorunda kaldılar. Bir kısmı Osmanlı Aristokrasisi içerisinde asimile edilip erirken, büyük bir kısmı da Alevi-Bektaşilik içerisinde yerini aldı. Daha açıkçası, kollektif yaşamın öncüleri olan Ahi örgütleri, kuruluşundaki toplumsal ve sınıfsal özelliği, üzerlerindeki bu baskılardan dolayaı zamanla yitirmek zorunda kaldılar.

    Fuat Köprülü, „Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar“ adlı yapıtın-da Ahiliğin, Alevi-Bektaşilik´le ilişkilerini şöyle açıklamaktadır:

    „Biz, Bektaşilik ve -ondan pek az farklı olan- Kızılbaşlıkla Ahilik arasında âyin ve erkân bakımından büyük bir benzerlik görmekteyiz; bu sebeple Ahilerin XIV. yüzyıl sonlarında Bektaşi adını alarak silsilelerini Hacı Bektaş Veli´ye isnad ve eriştirmeleri, bize göre uzak bir ihtimal değildir. Bu ihtimal kabul edilmese bile, her hâlde Ahilik´in Bâtıni mâhiyeti inkâr edilemez. Fütüvvet (Ahilik) hakkında yukardan beri zikrettiğimiz birçok kaynakların esaslı bir tahlili, öyle zannedi-yoruz ki bu faraziyyeleri (varsayımları) kuvvetlendirecektir.“ [6]

    Ahi Evren Veli´nin yaşamı hakkında, Tarihçi Ali Emri şu bilgileri
    vermektedir: „Ahi Evren Kırşehri´nde meftundur. Osmanlı devleti-nin kurucusu Osman Gazi´nin tahta çıkışında hayatta idi. Bir vakıf-namenin tanzimi olan 706 tarihinde yaşıyordu... Ahi Evren, Hacı Bektaş Veli ve Şeyh Edebali, Osman Gazi asrı ricalinden olup, Osman Gazi´ye ilk kılıcı bu üçü merasimle kuşatmışlardır. Osman Gazi´ye kuşatıldığı beyan olunan kılıç Fütüvvet tarikince (Şed) den başka bir şey değildir.“[7]

    Ahi Evren Veli´nin ve Baba İlyas´ın soyundan, Osmanlı tarihçisi Âşık Paşazade (Derviş Ahmed, mahlas adıyla Âşıki)´nin yerleştiği Kırşehir ve Hacı Bektaş Veli´nin yerleştiği Hacıbektaş, Alevi-Bektaşi dervişlerinin yoğunlukla yaşadıkları bölgelerdi. Osmanlı ulema ve yazarlarından Kâtib Çelebi (Hacı Halifa, İstanbul 1609-1657) Cihannümâ´sında, Kırşehir´in son zamanlara kadar Alici rafizilerin, yani Kızılbaş topluluklarının yuvası olduğunu yazmak-tadır. (Kırşehri hat bis in die neruere Zeit als alidisches Ketzernest gegolten; vgl. Haci Halifa, Cihannuma, Stambul 1145, S. 620 ff.).[8] Kâtib Çelebi, Cihan-nümâ´da, Trabzon´dan bahsederken, Trabzon´un batı ve güneyindeki dağlık kesimlerinde Lazlarla birlikte yaşayan bazı Türk boylarının İran´daki Şah´a (Şah İsmail Hatayi´ye) bağlı Şii rafavizler (Kızıl-başlar, Rafiziler) olduğunu belirtmektedir.[9]

    Ayrıca Paul Lucas (Voyage dans l´ Asie Mineure, Amsterdam 1714, 1. Bd., S. 121ff.), WM. Ainsworth (Travels and Researches in Asie Minor, Londaon 1842, 1. Bd., S. 160), C. Ritter (Erdkunde von Kleinasien, Berlin 1858,1. Bd., s. 330) gibi Avrupalı yazarlar da, seyahatnamelerinde Kırşehir´in Alevi-Bektaşi Dervişlerinin merkezi olduğunu yazmaktadırlar.[10] Osman Gazi´nin oğlu Orhan Gazi ve Orhan´ ın oğlu I. Murat (Hüdavendigâr) da Ahi teşkilâtına bağlıydılar. Kuruluşundan Fatih Sultan Mehmed´e dek Ahilikle iç içe olan Osmanlı yönetimi, zamanla Ahilik etkisinden sıyrılarak aristokrat bir yapıya büründü.[11] Diğer ulularda olduğu gibi, Ahi Evren´in yaşamıyla da ilgili gerek Hacı Bektaş Velâyetnamesinde, gerekse Evliya Çelebi seyahatnamesinde bazı menkabeler anlatıl-maktadır. Hacı Bektaş Velâyetnamesinde verilen bilgilere göre:

    „O zamanlar, Kırşehr´in adı Gülşehri´ydi. Camileri, mescitleri, medreseleri çok-tu, mamurdu. Şehirde müderrisler, bilginler, olgunlar vardı. Bunların içinde, Ahi Evren adlı bir er de vardı ki, Denizli´den Konya´ya, ordan Kayseri´ye gelmiş. Kayseri´den de kalkıp Gülşehri´ne gelerek yerleşmişti. Fütüvvet ehlinin ulu-suydu, fakat aslını, soyunu, nereli olduğunu kimse bilmez, çünkü gayb erenler-dendir. Onu, sadreddin-i Konyevi, âleme bildirdi. Bu erin birçok kerameti var-dır, gün gibi meşhurdur.

    Hacı Bektaş´la Ahi Evren, bibirlerini pek severlerdi. Hattâ Ahi Evren, bir gün sohbet ederken kim dedi, bizi şeyh edinirse, onun şeyhi Hacı Bektaş Hünkâr´dır.

    (...) Bundan sonra Ahi Evren, Kırşehri´ne geldi, orda yerleşti. Birçok kerametler gösterdi, istiyenler, manâkıbında bulurlar.

    Ahi Evren´e, Hünkâr´dan bahsettiler, kerametlerini söylediler. Hünkâr´ı görmek, onunla görüşmek istedi, Sulucakaraöyük´e doğru yola çıktı. Bu hal, Hünkâr´a malum oldu, O da Kırşehri´ne doğru yola düştü. Kırşehri´nin yakınında bir tepe vardı, ordan Kırşehri görünürdü. O tepenin üstünde buluştular. Oturup sohbet ettiler. Sonra vedalaştılar, Hünkâr, Sulucakaraöyük´e döndü, Ahi Evren de Kır-şehri´ne gitti.

    Hacı Bektaş, bir kere daha, Ahi Evren´i görmek için Kırşehri´ne hareket etti. Ahi Evren´e malum oldu, o da karşı çıktı, tepenin üstünde birbirleriyle buluştular. Sohbet sırasında Ahi Evren, Erenler Şahı dedi, ne olurdu, burda bir pınar olsaydı da abdest almaya, içmeye yarasaydı. Hünkâr, mübarek eliyle bir yeri eşti, arı-duru güzelim bir su çıktı. Akmaya başladı. Ahi Evren, gene erenler Şahı dedi, bir gölgelik ağaç da olsa, sıcak günlerde gölgelenirdi. Hünkâr, ne olur Ahi´m dedi. Ahi Evren´in kavak ağacından kesilmiş bir sopası vardı, onu aldı, bir yeri kazıp dikti. Sonra bir anda yeşerdi, yapraklandı...“

    Asıl sanatı debbağ (dericilik) olan Ahi Evren, Debbağların piri ve 32 çeşit esnaf ve sanatkârın da lideriydi. Ahiliğin usul ve erkanlarını, anayasası sayılan Fütüvvetnameyi hazırlayan ve o kurumu Türkmen örf âdetlerine ve geleneklerine göre düzenleyen ve örgütleyen de Ahi Evren Veli´dir. Ahi Evren´in eşi Fatma Bacı ise, Ahilik, Bektaşilik bünyesinde örgütlenen Baciyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) teşkilâtı-nın lideridir.[12] Bilindiği gibi o dönemlerde bazı Ahi zaviyeleri ve Bektaşi tekkelerinin kurcuları ve yöneticileri kadınlardı: Ahi Ana, Kız Bacı, Sakari Hatun, Sume Bacı, Bâkire Hatun ve Anşa Bacı gibi.

    Ahilik, bugünkü anlamda, bir yanda halkın sanat ve meslek ala-nında yetişmesini sağlayan bir meslek okulu, diğer yanda çalışanların emeğini koruyan, onları güvence altına alan, karşılıklı yardımlaşmayı ve dayanışmayı sağlayan bir sendika örgütü veya bir sosyal güvenlik kurumuydu. Temel ahlâk prensipleri, Alevi-Bektaşilik´te olduğu gibi:

    · Eline, beline, diline sahip olmak;

    · Nefsini yenmek;

    · Alçakgönüllü olmak;

    · Hoşgörülü davranmak;

    · Misafirperver olmak;

    · Dünya malına fazla önem vermemek,

    · Sır saklamak;

    · Düşmana bile iyilik etmek;

    · Yoksulları, zayıfları korumak;

    · Düşkünleri kaldırmak;

    · Zalimlerle mücadele etmek;

    · Alım, satım ve üretim ilişkilerinde güveni sağlamak;

    · Kaliteli mal üretmek;

    · Hile yapmamak;

    · Kimsenin hakkını yememek;

    · Herkese eşit davranmak ve eşit üleşmektir.

    · Ahilerin alnı, gönlü ve kapısı açıktır.

    Bu prensiplerle anlatılmak istenilen şudur:

    Alın açıklığı: Yaptığı işte, gidişatta, hal ve tavrında doğru olmak;
    alnı ak, ruhu pâk olmak; işine hile katmamak; sağlam, temiz ve
    ucuz mal üretmek.

    Gönül açıklığı: Ayrım gözetmeden tüm insanları, insan olduğu
    için sevmek ve gönülden bağlanmaktır. Allah´ın tahtı olan gönül
    evini (beytullahı) incitmemek ve bir gönüle girebilmektir.

    Kapı açıklığı: Konuksever olmak; cömert davranmak; sofrasını
    herkese açık tutmak; ihtiyacı olanlara, düşkünlere yardım etmektir.

    Şair Gülşehri (13.-14.yy.), Ahi Evren ve Ahilik yolu (fütüvvet)
    hakkında yazdığı bir mesnevide, Ahiliğin bu temel ilkelerini şöyle
    belirtmektedir:

    Biri sorar ise kim (ki) fütüvvet ne durur (nedir)

    Bu ahilarin işi (yolu) nite durur (nicedir, nasıldır)

    (...)

    Anda üç nesne gerek açuk ola

    Üç dahi bağlu gerekdür ol yola

    Alnı açuk gerek onun kişiye

    Kim güneş gibi cihanda ışıya

    Sofra bağı dahi hem açuk gerek

    Ol kadar kim (ki) az degül, hem çok gerek

    Kapu dahi açuk olicak (olunca) temam

    Olur ol üç açuk anda ve´s-selâm

    Dili gaybetden onun bağlu gerek

    Sözi şirin ve aşı yağlı gerek

    Gözü hem bağlı gerek kim görmeye

    Kimsenin ayıbına tan urmaya (ayıbını yermiye)

    Bağlulardan biri ilersügi´dür[13]

    Kim ol altıda kamudan yegi´dür (ki o altı ilkenin hepsinden de
    yeğdir...).

    Ancak bu prensiplere uyan meslek sahipleri, Pirden veya onu tem-sil eden Babadan nasip aldıktan sonra bu kuruluşa alınıp fütüvvet kemeri (şed) bağlanırdı. Her mesleğin bir piri vardı. Meslek piri olarak kabul edilen Peygamberlerin sanatları ise şöyledir:[14]

    Hz. Adem : Çiftçi

    Hz. Şid : Hallac

    Hz. İdris : Terzi

    Hz. Nuh : Neccar (dülger, marangoz)

    Hz. Hud : Tüccar

    Hz. Salih : Deveci

    Hz. İbrahim : Sütçü

    Hz. İsmail : Avcı

    Hz. İshak : Rai (çoban)

    Hz. Yusuf : Saatçi

    Hz. Musa : Rai (çoban)

    Hz. Zülküf : Ekmekçi

    Hz. Lut : Müverrih (tarihçi)

    Hz. Üzeyir : Bağcı

    Hz. İlyas : Çulhacı

    Hz. Davud : Zırhçı

    Hz. Lokman : Hekim

    Hz. Yunus : Balıkçı

    Hz. İsa : Seyyah

    Hz. Muhammed : Tüccar

    Alevilik-Bektaşilik´teki görgü ve sorgu ayinlerinde olduğu gibi, Ahilik´te de fütüvvetnamelerdeki usul ve erkanlara göre belli törenler yapılırdı. Örneğin çırak çıkarma mersimi yapılırken, yani çırağa piri veya ustası tarafından icazet (izin, diploma) verilirken, pirin önünde diz çöken çırağa sorulan sorular şöyledir:

    - Şedin mânası nedir? - Teslimiyet vefadır.

    - Şed kimden kaldı? - Hazreti Ali´den.

    - Ustan sana ne verdi? - İcazet.

    - Hangi kapıdan girdin? - İradet kapısından girdim,

    icazet kapısından çıktım.

    - Kimin köçeğisin - Sanat erbabının.

    - Sanatı nasıl öğrendin? - Erenlerin huzurunda.

    - Pirin ve üstadın kaçtır? - Pirim birdir, üstadım bindir.

    - Erkân kapısı kaçtır? - Dörttür.

    - Bunlar nelerdir? - Şeriat, tarikat, marifet, hakikat.

    - Kimin icazetiyle revan oldun? - Siz erenlerin icazetiyle.

    - Ustan sana ne etti? - Ben ustama hizmet ettim.

    Üstadım bana sanat öğretti.

    Ahi ustasının yanında yetişen çırağa bu ve bunlara benzer birçok sorular sorulduktan sonra, çırak Ahi Baba´nın önünde elpençe divan durur. Ahi Baba: „Pirler, ahiret hakkını helal etsinler!“ der, herkes hakkını helâl eder, genç kimin çırağı ise icazet vermesine müsaade edilirdi. Çırak, ustasına da bir hediye verirdi. Bundan sonra, Ahi baba tarafından Âl-i Âbâ´ya işarettle, beş kat bükülen peştemal, üzerine bir taş, bir de terazi konularak, eşik atlaması da yapıldıktan sonra[15] çı-rağın beline bağlanıp, dua ve nasihatlerle icazet verilirdi.[16]

    Hırsızlar, yalancılar, dolandırıcılar, vurguncular, haram yiyenler, zina edenler, üfrükcüler, falcılar, hokkabazlar, cellatlar, hatta kasaplar gibi bazı kişiler ve meslek sahipleri, Ahi kuruluşlarına alınmazlardı ve bu kişilere fütüvvet kemeri (şed, kuşak) bağlanmazdı.

    Bir yerde Alevilik´teki yol kardeşliğini (musahipliği) simgeleyen kuşak, Hz. Ali´ye dayandırılır. Hz. Peygamber, Veda Haccı dönü-şünde, Gadirhum denilen yerde, Hz. Ali´yi vekili ve yol kardeşi ilân etti ve Tanrı´nın buyruğuyla Cebrail tarafından beline bağlanmış olan Âdem Ata´nın kemerini, Ali´ nin beline bağladı. Ali de, Peygamber´in buyruğuyla kemeri Salman, Kanber ve Cafer-i Tayyar´ın beline bağladı. Salman da, Ali´nin buyruğuyla 14 kişiye kemer bağladı.

    Kemer bağlanan canlara, Kemer-Beste (kemer bağlanmış olan) de-nir. Aleviler´de Onyedi Kemer-Best olarak anılan ulular ise, Hz. Ali tarafından kemer bağlanmış kişilerdir. Kemer, yola talip olmuş, yolun ilkelerini tanımış, benimsemiş; dört kapı, kırk makamdan geçmiş ve mürşid-i kâmilliğe ulaşmış ilim ve irfan sahibi canlara bağlanır.

    Konuyu, Şair Gülşehri´nin Ahi Evren hakkında yazmış olduğu şu
    anlamlı dizelerle bağlayalım:

    Ahi âlemde Ahi Evran idi

    Kim (ki) kamu (bütün) Ahilere sultan idi

    Âlemin içinde ol idi,´alem

    Gelmedi onun gibi sahib-kadem

    Ahi Evran ki Hakk´a ermiş idi

    Tenrinün (Tanrı´nın) didârını (yüzünü) görmiş idi

    Toksan (doksan) üç yıl dünyada oldi temam

    Ne halâl önünde geçdi, ne harâm

    Akla yâr ve nefse düşman ol idi

    Pak-din ü pâk-damen[17] ol idi

    Terbiylerün teninde can idi

    Ahilere, beglere sultan idi

    Mustafa´nun ol alemdârı idi (bayraktarıydı)

    Murtaza´nun sevgili yâri idi

    Kutb idi ol üçlere ermiş idi

    Yedilere çok sebak (ders) vermiş idi

    Kırklar ile hemdem u hemraz (arkadaş ve dost) idi

    Yetmiş ere munis u demsaz idi (samimi ve içli idi)

    Üç yüz er rehber anı kılmış idi

    Kamusinun (hepsinin) sırrını bilmiş idi

    Anda kim erlik tonini (donunu) koyalar

    Ana Kutb ul-ârifin okuyalar

    Hem kerameti var idi, hem kerem

    Hem fütüvvet, hem mürüvvet, hem kadem














    --------------------------------------------------------------------------------



    [​IMG]
     
  3. gülüş

    gülüş Daimi Üye

    oldukça uzun bir yazı bir bölümünü okuyabildim devamını ise muhakak okuyacam
    teşekkürler seyduna paylaşım için
     
  4. selenayy

    selenayy Daimi Üye

    dilek çok güzel bir araştırma olmuş baya derin araştırmışsın anlaşılan yazıyı okurken bilmediklerimi öğrendim canım itiraf ediyorum hayran hayran okudum çünkü imrenilecek kadar güzel ahi teşkilatı. emeğine sağlık
     
  5. ero

    ero Daimi Üye

    böylesine derinleme bir çalışma için teşekkür az olsa gerek.

    sağol, varol, hep burda ol SEYDUNA
     

Sayfayı Paylaş