Aleviliğin Büyük Bilge Ozanı Yunus Emre (1240-1320)

Konu, 'Ustalara Saygı' kısmında bluedream tarafından paylaşıldı.

  1. bluedream

    bluedream Daimi Üye

    Aleviliğin Büyük Bilge Ozanı Yunus Emre (1240-1320)

    1. Yunus'un Kıblesi Dost Yüzü, Secdesi Dostadır

    Yunus Emre'den, bizim Yunus'tan, onun evreni kucaklayan hoşgörülü ulu gönlünden dostlara binlerce merhaba diyerek, bir şiiriyle giriş yapalım.

    Aşk imandır bize gönül selamet

    Kıblemiz dost yüzü daimdir salat

    Dost yüzün göricek şirk yağmalandı
    Anın çün kapıda kaldı şeriat
    Gönül secde eder dost mihrabına
    Yüzün yere koyup kılar münacat

    Münacât için vakt olmaz arda
    Kim ola dost ile bu demde halvet
    Derildi beşimiz bir vakte geldi
    Din tamam olıcak değer muhabbet

    Doğruluk bekleyen dost kapısında
    Gümansız ol bulur ilahi devlet
    Yunus o kapıda keminde kuldur
    Ezelden ebede dektir bu izzet

    Yunus Emre'mizden konuşurken onun önüne geçilmez. İlk o söyler sonra bizler. “İnancımız sevgi” diyor Yunus,

    “kıblemiz dost yüzü, namazımız niyazımız onadır. Dostun yüzünü görünce şeriatı kapıda koyduk. Dostun yüzü, insanın kendisidir, bizim mihrabımız ve secdemiz onadır. İbadet için vakit mi olurmuş? İbadet sevgi-muhabbettir, hiç vakitle kısıtlanır mı? Derip devşirip bire indirdik biz o beş vakti! Bu bir vakit sınırsızlığında din sevmekle tamamlanır...”

    Şeriatı kapıda bırakıp gönül evine, hakikat evine girmiş olan Yunus Emre'mizi devlet, şeriatçılar sahiplenmeye kalkıyor. Kapısının önünde yığılmışlar, basın-yayın araçlarıyla, burjuva ve dinci yazarlarıyla, bilim adamlarıyla Yunus'u gönül evinden çıkarmak, Sünnileştirmek istiyorlar. Oysa Yunus, şeriata ve onun ilkelerine, bu ilkelerle yönetilen beyliklere ve devlete karşı muhalefetin bayrağını şiirlerinde dalgalandırıyordu.

    Yunus, Anadolu Aleviliğinin ilk büyük ulularındandır. O, şeriatı, şeriat inançlı devleti yadsımış, zararlı bulmuş ve başkaldırmıştır. Şeriat ilkeleriyle birlikte zamanın yönetimlerini, hanlarını ve beylerini hep eleştirmiştir. Bakınız ne diyor Yunus:

    Danişmand okur tutmaz derviş yolun gözetmez

    Bu halk öğüt işitmez ne sarp zaman olığsar

    Gitti begler mürveti binmişler birer atı
    Yedigi yoksul eti içtiği kan olığsar
    (...)
    Müsülmanlar zamana yatlu oldu

    Halal yenmez haram kıymatlı oldu

    Haram-i hamir tuttu cihanı
    Fesat işler eden hürmetli oldu
    Şakird ustat ile arbede kılur
    Oğul atayıla izzetlü oldu

    Fakır miskinlikten çekti elini
    Gönüller yıkuben heybetlu oldu
    Peygamber yerine geçen hocalar
    Bu halkın başına zahmetli oldu

    Yunus Emre'nin bu dizelerini Sünni yorumcuların dediğince, “bir zahidin, yani dindar bir kimsenin zamanından şikayeti” olarak değerlendirmek tamamen yanlıştır.

    Yunus, Düzene ve Şeriata Başkaldırmıştır

    Yunus döneminin düzenine ve yönetimlerine karşıdır. Düzenin temelden bozukluğuna, zalimliğine ve kandökücülüğüne başkaldırmıştır. Şiirlerinde “öğüt işitmez halka” durup dinlenmeden bunu anlatmaktadır. Feodal beyler yoksul halkı iliklerine değin sömürmektedir ve onlar için öldürmek zevktir. Haram-i hamir, yani mayası bozuklar cihanı doldurmuştur, onca fesat ve namussuzluklarına rağmen saygı görürler.

    Düzenin getirdiği ahlak bozukluklarına da dikkat çeken Yunus, dervişlerin yol göstericilik görevlerini yerine getirmediklerinden de yakınıyor. Konyalı dervişlerle birlikte, kendi batıni-Alevi çevresinden bazı gezginci dervişleri de kıyasıya eleştirmektedir. Bunların halkı aydınlatma-eğitme görevini bırakıp, bey olarak çevreye korku ve heybet saldıklarını, düzenle kaynaştıklarını kapalı da olsa söylüyor.

    Yunus Emre ve onun mensup olduğu çevrenin dervişleri, yol gösterici ve aydınlatıcı, inanç ve düşüncelerinin propagandacısıdırlar. Yunus şiirlerinden birinde;

    Vardığımız illere şol sefa gönüllere

    Halka Taptuk ma'nisin saçtık elhamdülillah

    diyerek, piri Tapduk Emre'nin düşüncelerinin yayıcısı olduklarını açıkça söylüyor. Biraz önce verdiğimiz alıntıdaki son beyite dikkat edelim. Hocaları halkın başının belası gören Yunus, benzetme-kıyas yöntemiyle peygambere de taş atmaktan çekinmiyor.

    Yunus, tanrıyı kendi sıfatında görmüştür, bundan hiç kuşkusu-gümanı yoktur. Oruç, namaz, zekat hac, yani şeri tapınmalar onun için bir cinayettir. O, kendinde gördüğü tanrıyla birleşmiş ve Hak ile Hak olmuştur.

    Şeriat ve ilkeleri, ibadetler hakkındaki bu düşüncelerinin ayrıntılarını Yunus'un kendi dilinden izleyelim:

    Can olgıl can içinde kalma güman içinde

    İstediğin bulasın yakın zaman içinde

    Rüku sücuda kalma ameline dayanma
    İlm ü amel garkolur naz ü niyaz içinde
    Oruç namaz zekat hac cürm ü cinayettürür
    Fakir bundan azattır has-ül havas içinde

    Ayn-el yakın görüptür Yunus mecnun olupdur
    Bir ile bir olupdur Hakk-al yakın içinde
    Yunus çok çalışmış, çabalamış, çok çileler çekmiştir bu olgunluğa erişmek için. Nefsine kılıç çalmıştır. O şimdi “herkestir”. Kuran okuyan da, Kuran'ın içindeki de kendisidir. Üstelik meydana çıkmış, bunun siyasetini yapmaktadır:
    Siyaset meydanında galebeden çıkan o

    Siyaset kendi olmuş girmiş meydan içinde

    Tartmış kudret kılıcın çalmış nefsin boynuna
    Nefsini tepelemiş elleri kan içinde
    Sayrı olmuş iniler Kur'an ününü dinler
    Kur'an okuyan kendi kendi Kur'an içinde

    (...)

    Baştan ayağa değin Haktır ki seni tutmuş

    Haktan ayrı ne vardır kalma güman içinde

    Oruç namaz gusül hac hicaptır âşıklara
    Âşık andan münezzeh halis heves içinde
    Girdim gönül şehrine daldım onun bahrine
    Aşk ile gideriken iz buldum can içinde

    Yunus senin sözlerin ma'nidir bilenlere
    Söyleniser sözlerin devr-i zaman içinde
    Seksen yılı aşkın yaşamı boyunca bir kez bile hacca gitmemiş olan Yunus, er-evliyayı ziyaret edip erin eşiğine yüz sürmekle Kabe´yi tavaf kılıyor. O, Hakk'ı er yüzünde görmektedir. Yunus için bir gönüle girmek, binlerce kez Kabe'ye gitmekten yeğdir:
    Âşık oldum erene ermek ile

    Hakkı gördüm er yüzün görmek ile

    Her nere baktım ise er oturur
    Gönlün aldım yüz yere sürmek ile
    Haktan erer türlü nasip erlere
    Olmaz imiş Kabe'ye varmak ile

    Kabe senin eşiğindir bilmiş ol
    Bulamazsın yol çekib aramag ile
    (...)
    Ey erenler ey kardeşler görün beni nittim ahi

    Ere erdim eri buldum er eteğin tuttum ahi

    Canım bir gözsüz bir can idi içi dolu sen-ben idi
    Tuttum miskinlik etegin ben menzile yettim ahi
    Yunus Emre için cümle yaratıklar birdir, ayrısı gayrısı yok, eşittir. Cümle varlığa tek bir gözle bakmayan, şeriatın evliyası da olsa hakikatte asidir. Hakikat bir denizdir, şeriat bir gemi. Tahtaları ne denli sağlam olursa olsun gemiye güvenilmez, dalga biraz arttı mı tahtalar kırılıverir. Öyleyse o gemiden çıkıp hakikatın kucağına atılmalıdır. Kurtuluş buradadır. Hakikatın kafiri şeriatın evliyasıyla eşdüzeydedir. Şeriat oğlanları ortalıkta “şeriat da şeriat” diye çığlık atıyorlar. Girip de Hakikat kapısından şöyle bir baksınlar, bakalım bir daha geri dönebilecekler mi?


    Yunus “Biz İlimin Talibiyiz, Aşk Kitabını Okuruz” Diyor

    Bizler bilimin talipleriyiz ve aşk kitabı okuruz, diyor Yunus. Öğretmenimiz Çalap'ın kendisidir. Gittiğimiz yola gelmek istersen, dört kitabı yüzeyden şerhedenleri dinleyerek değil, içanlamlarını, yorumlarını öğrenmelisin. Ben'likten çıkıp, adını değiştirip öyle geleceksin. Çünkü bizim inancımızın temel ilke ve buyrukları hiçbir dinde bulunmaz.

    Yunus, “sözün hülasasını” kendi coşkun diliyle şöyle dile getiriyor: Söylememek harcısı söylemegin hasıdır

    Söylemegin harcısı gönüllerin pasıdır

    Gönüllerin pasını ger sileyim derisen
    Şol sözü söylegil kim sözün hülasasıdır
    Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan
    Şer'in evliyasıysa hakikatta asidir

    Şeriatın haberin şerh ile aydam işit
    Şeriat bir gemidir hakikat deryasıdır
    Ol geminin tahtası her nice muhkem ise
    Deniz merci kat'olsa tahta uşanasıdır

    Bundan içeri habar işit aydeyim ey yar
    Hakikatın kafiri Şer'in evliyasıdır
    Biz talibi ilimleriz aşk kitabın okuruz
    Çalap müderris bize aşk hod medresemizdir

    (...)

    Hakikatın ma'nisin şerh ile bilmelidir

    Erenler bu dirliğe riya dirilmelidir

    Hakikat bir denizdir şeriattır gemisi
    Çoklar gemiden çıkıp içine dalmadılar
    Bunlar geldi tapıya şeriat tuttudurur
    İçeri giribeni ne varın bilmediler

    Dört kitabı şerheden asidir hakikate
    Zira tefsir okuyup ma'nisin bilmediler
    Şeriat oğlanları bahsedüp da'vi kılur
    Hakikat erenleri da'viye kalmadılar

    Yunus adın Sadık'tır bu yola geldin ise
    Adın değiştirmeyenler bu yola gelmediler
    (...)
    Severem ben seni candan içeri

    Yolun ütmez bu erkândan içeri

    Şeriat tarikat yoldur varana
    Hakikat marifet andan içeri
    (...)
    Gayridür her milletten bizim milletimiz

    Hiç dinde bulunmadı din ü diyanetimiz

    Bu din ü diyanette yetmiş iki millette
    Bu dünya ol ahrette ayrıdur ayatımız
    Zahir suya banmadan el ayak deprenmeden
    Baş sücuda varmadan kılunur taatımız

    Ne Kabe vü ne mescid ne rüku ne sücud
    Hak ile daim becid olur münacatımız
    Gerek Kabeye varalım gerek meclise girelim
    Gerek suyla yunalım çün bile illetimiz

    Yunus canın yenile kim dostluğun anıla
    Aşk ile dinlerisen bilesin kudretimiz
    Yunus'un okuduğu kitabı kalem yazmamıştır, yazabilmesi için yedi deniz dolusu mürekkep olmalıdır. Yunus, oruç namaz için içki içer, sarhoş olur. Seccade üzerinde ise altı telli saz ya da kopuz dinlemeyi tercih eder:
    Ben bir kitap okudum kalem yazmadı onu

    Mürekkep eyler isem yetmeye yedi deniz

    Ben oruç namaz için suci içtim esridim
    Tesbihü seccadeyçün dinledim çeşte kopuz
    Açıktır ki, Yunus'tan verdiğimiz bu birkaç örnekte bile şeriatı, Sünniliği öven tek bir sözcük yoktur. Zamanının bey ve yöneticilerinin yanında olduğunu belirleyen bir dolaylı söylem de yok
    Yunus Emre, Sadece Aleviliğin Siyasetini Yapmıştır

    Her fırsatta Osmanlı'nın kanlı geçmişiyle övünen Türkiye Cumhuriyeti devleti, Yunus'u neredeyse “devlet sanatçısı” yapıyor.

    O Osmanlı ki, Alevi kanı içmekten doymayan şeyhülislamı Ebu Suud Efendi, ölümünden ikiyüz yıl sonra Yunus için “katli vaciptir” diye fetva yazıyordu.

    Yazarları, çizerleri, tüm basın-yayın araçlarıyla Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre'yi Türk-İslam sentezi içerisinde eritme ve Sünnileştirme çabaları boşunadır. Tarihsel gerçek değiştirilemez! Bu çaba yeni değil, ötedenberi vardı. Şeriatçı ve milliyetçi yazarlar bunları hep işliyorlardı. Vaktiyle doğruyu yazmaya eğilim göstermiş olanlardan bazıları da, sonradan yazdıklarını yalanlayıp yadsıyarak bu felsefenin temeline harç koydular. Bunun en önde gelen örneği, Yunus Emre üzerine çok sayıda makaleler yazmış ve kitaplar yayınlamış olan Abdülbaki Gölpınarlı'dır.

    Abdülbaki Gölpınarlı, 1961'de yayınlanan “Yunus Emre ve Tasavvuf”ta şöyle yazıyordu:

    “Alevi-Bektaşi şiiri bu zümrenin inançlarından bahseder; kudret kandilindeki nuru, Ali'nin Cebrail'e hocalık ettiğini, Kırklar Meclisinde birine vurulan neşterin kırkından kan akıttığını, bir üzümün ezilerek kırk kişiye içirildiğini, Kırkların mest olup semaa girdiklerini, Mi'rac'da, bir arslanın, Muhammed'in yolunu kestiğini, Cebrail'in sözüne uyan Muhammed'in, bu arslana yüzüğünü verdiğini, ertesi sabah, Ali'nin, yüzüğü Muhammed'e teslim ettiğini, Hacı Bektaş 'Vilayetname'sindeki menkabeleri... zaman geçtikçe Alevi-Bektaşi azizleri adına meydana gelen gelenekleri anlatır.”

    “Adab ve erkândan bahsederken dört kapıdan, kırk makamdan, mürşitten, rehberden, uyanan çerağdan, tutulan elden, etekten, elin, dilin, belin bağlanmasından, eşikten, dâr-ı Mansur'dan, Sakaahum şerbetinden, demden, sema'dan bahseder.”

    “Alevi-Bektaşi şiirinde dünya unutulmaz, dünya nimetleri sevilir, aşk, beşeridir, sevgi yaşayışın bir sonucudur. Sevgili Tanrı oluverir ve sevilen o'dur.” (A. Gölpınarlı: Yunus Emre ve Tasavvuf, 1961: 234)

    Güzel anlatıyor, eksik ama doğru. Burada Yunus Emre için söyledikleri bizi daha çok ilgilendiriyor.

    “Artık Yunus'a, Yunus'umuza dönebiliriz... Kudret kandilindeki nur, Ali'nin Cebrail'e hocalığı ve Kırklar meclisi, Üveys, bir neşterle kırkından kan akması, bir üzümün ezilerek Kırklara şerbet oluşu, dört kapı, kırk makam, dünyaya bağlılık, sevgi, sevgili, zahiri emirleri intikad (şeriat kurallarının eleştirisi-İ.K.), moral düşünce... ve kınayan, güzel güzel alay eden eda! Bütün bunlar Yunus'ta var. Yunus, bütün bunlarda ilk. Her Alevi-Bektaşi bunlardan bahseder. Yalnız kıyasıya düşmanlık, Yunus'un bütün insanları kucaklayan düşüncesinde yer bulmaz bir nesnedir.” (A.Gölpınarlı, agy, s.235)

    Gölpınarlı'nın son cümleyi satırların arasına sıkıştırmasının bir nedeni var. Yunus'tan sonraki Alevi-Bektaşi ozanlarının şiirlerinde kullandıkları Teberra'yı, yani Ehlibeyt düşmanlarına, Yezid ve Muaviye'nin soyuna lanet etmeyi içine sindiremediği için, “kıyasıya düşmanlık” vurgulaması yapmış burada.

    15. yüzyıldan sonra yetişen Alevi-Bektaşi ozanları, Alevi toplumunun sürekli kırımlarla kökünü kazımayı amaçlayan Osmanlı yönetimini ve şeriat mensuplarını Muaviye, Yezid ve Mervan'la eşleştirerek, Ehlibeyt ve Oniki İmam düşmanı gibi sürekli lanetlemişlerdir. Görgü cemlerinde Cem birleme, yani bitiş töreninde, toplu halde “lanet Yezid'e!” çığırışını, Osmanlı'ya karşı sürekli muhalefetin simgesi olarak değerlendirmek olasıdır.

    Konuya ilişkin çok geniş bilgisi olmasına rağmen Alevileri hiç de sevmeyen Gölpınarlı, dili sürçmüş olacak ki, Alevi-Bektaşi edebiyatı ve Yunus'un şiirlerini, bu karşılaştırma sırasında şöyle bağlıyor:

    “Görülüyor ki Alevi-Bektaşi zümre edebiyatının kaynağı, bitmez tükenmez Yunus'tur. (...) Kaygusuz Abdal, Yunus edasını (söyleyiş biçimini-İ.K.) şahsileştirmiş, onun istihzasını, (alaycılığını-İ.K.) kendi psikolojisiyle daha umumi bir hale getirmiştir... Alevi-Bektaşi edebiyatı,.. didaktik vadide en büyük kudretini Hatayi mahlasıyla şiirler yazan Şah İsmail-i Safavi'de bulmuştur.” (A.Gölpınarlı, agy, s.235-236)

    Alevi-Bektaşi, yani Batıni inanç ve gelenekleri, Anadolu'da kesin olarak ilk kez Yunus Emre'nin şiirleriyle -onun kendi deyimiyle- “siyaset meydanına” çıkmıştır. Hacı Bektaş Veli'ye bağlı Tapduk Emre'den el etek tutan, nasibalan Yunus, Anadolu batıniliği olan Aleviliğin siyasetini yapmıştır.

    Erler meydanından geçmiş olan Yunus canını satılığa çıkarmış ve "burada yiter başlar, soran olmaz'' demektedir. Alevi cemlerinde "bu meydan er meydanıdır, bu meydanda nice başlar kesilir de hiç soran olmaz'' diye gülbenk çekildiğini hatırlayalım.

    Aşk pazarıdır bu canlar satılır

    Satarım canımı kimseler almaz

    Âşık bir kişidir bu dünya malın
    Ahiret korkusun bir pula saymaz
    Begim âşık isen var sen yoluna
    Burda başlar yiter başlar sorulmaz

    Erenler meydanı arştan uludur
    Salarlar çavganı topu belirmez
    Yunus bu tertibe garkoldu gitti
    Geri gelmekliğe aklı derilmez

    diyen Yunus, yukarıdan beri yaptığımız alıntı ve açıklamaların da açıkça gösterdiği gibi, Anadolu Aleviliği inanç ve felsefesinin ilk öncülerindendir.

    Gölpınarlı, Alevi-Bektaşi düşün ve edebiyatında bitmez tükenmez kaynağın Yunus olduğu üzerinde ispatlayıcı açıklamalar geçtiği halde, aynı kitabın bir başka yerinde “Yunus, batıni inançları, telakkileri ve gelenekleri benimsemekle birlikte aşırı bir Alevi değildir” diyor. Bu çelişkisine kanıt olarak da, üç-dört şiirde Ebubekir, Ömer ve Osman'ın adlarının geçmesini gösteriyor.

    Bir kez, bunların Yunus'a ait olup olmadığı kesin bilinmiyor. Yunus'a ait olduğu kabul edilse bile, eğer bunlar gerçekten takıyye (kendini gizleme) zorunluluğundan yazılmamış olsaydı, daha çok benzerleri bulunabilirdi.

    A. Gölpınarlı Yunus'a Alevi dememek için bu dört beyite sarılıyor. Bununla da kalmamıştır. Ölmezden önce giderayak Yunus'a en büyük kötülüğü yapmış, onu Mevlana'ya bağlayıp Sünnileştirmeye çalışmıştır. Yukarıda sözünü ettiğimiz kitaptan on yıl sonra Altın Kitaplar Yayınevi'nden yayınlamış olduğu “Yunus Emre” kitabında, “Yunus'da biraz melametilik ve batınilik varsa da yol, erkân, yani tarikat silsilesi Mevlana'ya çıkmaktadır” demektedir.

    Bunu yaparken Gölpınarlı iki çürük destek kullanıyor: Birincisi Ebu'l Hayri Rumi adlı birinin yazmış olduğu Saltukname. İkincisi ise Yunus'un iki şiirinde Mevlana'nın, bir şiirinde de Konya'nın adlarının geçmesi. Öyle ama, Yunus'un en az 12 şiirinde de Tapduk Emre'nin adı geçmektedir. Onu bir server, ulu şeyh, kendisini ise kapısında bir kul görmektedir. Yunus'un aşk sultanıdır O. Yüzünü görünce esrimiş, coşmuş ve çiğken pişmiştir. Bu şiirlerden bir beyitte,

    Yunus'a Tapduk'tan oldu hem Barak'tan Saltuğa

    Bu nasib çün cuş kıldı ben nice pinhan olam

    diyerek Tapduk, Barak ve Saltuk'u, dolayısıyla Hacı Bektaş Veli'ye ulaşan yol silsilesini belirtmiştir.

    Yunus'un Yaşadığı Dönemde Bizans-Türk, Türkmen İlişkileri, Dinsel ve Siyasal Olaylar

    Yunus ve Tapduk Emre hakkında uzunca bilgi bulunan Hacı Bektaş Velayetnamesi dahil, Otman Baba ve Hacım Sultan Velayetname'lerinde ve Mohaçname'de Sarı Saltuk Dede hakkında hemen hemen aynı bilgiler verilmektedir.

    Saltuk'un Hacı Bektaş Veli'nin gözde halifelerinden biri olduğu, Hacı Bektaş'ın onu önce Gürcistan'a, sonra da Kırım ve Balkanlara gönderdiği, büyük olağanüstülükler ve keramet sarmalı içerisinde anlatılır.

    Bilinen tarihsel gerçeklere göre, Alevi Türkmen halkı, Hacı Bektaş Veli'nin yönlendirmesiyle, Küçük Asya'yı (Anadolu) baştanbaşa çiğneyerek Selçuklu ülkesini kendilerinin bir ili durumuna sokmuş Moğollara ve işbirlikçi vezir Pervane'ye karşı, İzzeddin Keykavus I'i desteklemiştir. Ancak İzzeddin, 1256 ve gerekse 1261 girişimlerinde üstün savaşçı Moğol güçleri tarafından yenilir. 1262 yılında 10-12 bin kişilik Türkmen gücünün başındaki Sarı Saltuk Dede ile Konstantinopol'e (İstanbul) gelip Bizans imparatoru Sekizinci Mikhael Paleologos'dan yardım isterse de, bunu elde edemez. İstanbul'u Latinlerin elinden yeni almış ve Bizans'ın restorasyonuyla uğraşmakta olan ve büyük sorunlarla yüzyüze bulunan imparator, Moğolları kendisine düşman etmek istememiştir. Oysa kendisinin Nikaia'da (İznik) imparatorluk tahtına oturuşunu, daha önce Anadolu'daki bağımsız Selçuklu sultanlarının dostluk ve yardımlarına borçluydu.

    İzzeddin tek başına Kırım'a geçer. İzzeddin'in Kırım'a geçmesine aldırmayan imparator, Sarı Saltuk Dede'nin güçlerinden yararlanmak istediğinden, onu alakoyar. Bizans tarihçilerinin, 1262 yılında İmparatorun 5 bin kişilik bir Türkmen gücünü paralı asker olarak kullanmış olduğunu yazdıklarına bakılırsa, bunlar Sarı Saltuk'un Alevi Türkmenleri olmalıdır.

    Velayetnamelerde Sarı Saltuk'un Kalligra kalesini fethettiği ve oradaki kerametleri uzun uzun anlatılır. Örneğin, boynuna geçirilen bir değirmen taşıyla denize atılır, sağ çıkar. Ya da manastır keşişleriyle kaynayan kazanların içine girer, keşişler ölür, kendisi sağ çıkar... Yunan yarımadasında kullanılan bu Türkmen güçlerinin paraları ödenmediğinden, önlerine gelen kalelere, yerleşim birimlerine saldırarak talan ettikleri ve korsanlık yaptıkları bilinmektedir. Kalligra bunlardan biri olmalıdır.

    13. ve 14. yüzyıllarda, Yunus'un yaşadığı dönemde Bizans mistik (Hıristiyanlık tasavvufu) akımlarından Hesykhia'nın merkezi Athos dağıydı. Buradaki manastırlarından Kutlumuş manastırının (bu manastırı 12. yüzyılın başlarında Hıristiyan olmuş bir Selçuklu prensi Kutlumuş'un kurduğuna ve manastırın bulunduğu yörenin bugün bile Kariye (Köy) adını taşıdığına dikkat çekelim) arşiv belgelerinden, manastır yöneticilerine ilişkin 1313 tarihli bir akt'da “Kalligra kulesi ve manastırının, 50 yıl önce (yani 1263'de) 'karadan ve denizden dinsiz-kafirler tarafından saldırılarak' yıkıldığından” söz edilmektedir. Yer, tarih ve olayların benzerliğini gözönünde tutulursa, bu "kafirler'' Sarı Saltuk'un erleri olmalıdır.

    Bizans imparatoru aynı yıllarda, Sarı Saltuk'u, Türkmenleriyle birlikte (bugünkü Romanya'da bulunan) Dobruca bölgesine yerleştirmiştir. Nedeni var. Dobruca çevresinde Valaşlar ve Bulgarlar aasında gelişip güçlenen Bogomilizm, siyasi bir güçtü. Bizans, "dinsel sapkınlık'' olarak nitelediği düalist (Manicheizm ve Hıristiyanlık mistisizmi karışımı) Bogomilizm akımını ezmek için her türlü aracı kullanmış ve kullanmayı sürdürüyordu. İmparator, Sarı Saltuk'u oraya yerleştirerek, Selçuklu sultanlarının “Türkmenleri 'Uç'lara, yani sınırboylarına yerleştirip buraları güvenceye alma ve düşmana karşı etten kaleler kurma” siyasetini aynen uygulamıştı.

    Ancak, Sarı Saltuk'un inancı da Sünni İslam açısından "sapkınlık''tı. Böylece, birbirine yakın inanç ve politik ögeler taşıyan iki akım (Alevi-Bektaşilik ve Bogomilizm) karşılıklı etkileşim içine girdi. Romen asıllı din felsefesi tarihçisi Mircea Eliade'ın tespitlerine göre, l4.yüzyıldan sonra Bogomiller kitleler halinde İslamiyete geçmişlerdir. Bu, Saltuk Dede ile başlıyor. Ve, “Balkan Bektaşilerinin ataları bunlar olmalıdır” dersek büyük bir iddia olmaz.(1) Sarı Saltuk'un, piri Hacı Bektaş Veli'yi sık sık ziyarete geldiği ve onun buyruklarına göre hareket ettiği velayetnamelerden bilinmektedir. Evliya Çelebi, Dobruca'da Babadağı'nda bulunan Sarı Saltuk türbesi ve tekkesinden ve kendisinden uzun uzun söz etmekte olup, Kanuni Süleyman'ın bölgedeki Sarı Saltuk dervişlerinin kovuşturulmasına ilişkin buyrultuları vardır.

    O açıdan, Saltuk'un Hacı Bektaş halifesi olduğu gerçeğini yadsıyarak ve -Sultan Cem'in isteği üzerine ve ona yaranmak için Sünni inanç ve anlayışı içerisinde kasıtlı yazılmış olan- Saltukname'de Saltuk Dede'yi Mahmud Hayrani'nin halifesi göstererek, bu yolla Yunus'u Mevlevi ve dolayısıyla Sünni yapmak, sahtekarlıktan başka birşey değildir. Çok büyük olasılıkla bu yıllarda Yunus Emre yirmi yaşlarında ve Konya'da tahsildeydi, belki dış dünyadan da habersizdi.

    Bilge Türkmen Alevi Ozanı Yunus Emre

    Yunus'un yaşamı hakkında Velayetname'deki söylencelerin ve halk arasında anlatılanların dışında fazla birşey bilinmemektedir. Bunlara göre, Yunus yoksul mu yoksuldur. Son belgelere göre ise, 1238-40'larda doğan Yunus, olasıdır ki varlıklıca bir Türkmen oymak beyinin oğluydu.

    Belgelerin gösterdiği gibi bu oymak Hacı İsmail topluluğu olabilir. Sakarya-Porsuk havzasında yaşadıkları düşünülürse, demek ki Horasan'dan geldiklerinde Bizans sınırı boyuna yerleştirilmişlerdi. Belki de bu coğrafi konum nedeniyle, 1240 yılında kopan büyük Baba İlyas-Baba İshak halk ayaklanmasının bastırılmasıyla başlayan “Babai-batıni Türkmen kırımı”ndan Yunus'un oymağı zarar görmemişti.

    Yunus Emre'nin kırsal kesim halkı arasında yetişmiş, doğaçlama şiir söyleyen bir “halk aşığı” olduğunu düşünmek yanlıştır. O iyi eğitim görmüş ve çağının dil ve bilgileriyle donanmış ve bilinçli tercihini yaparak halkın arasına girmiş bir "bilge ozan''dır! Şiirlerinden büyük bölümünün ve Risalet-ül Nushiyye adlı mesnevisinin içeriği, Yunus'un çağının tüm felsefi bilgi ve akımlarını tanıdığını göstermektedir.

    Yunus Emre, Konya'da medrese eğitimi görmüş olup, Arapça ve Farsça bilmektedir. En azından, Mevlana ile tartışacak, Ferüdeddin Attar'ı okuyup tasavvufi öykülerini şiirlerinde kullanacak ve Sadi'den şiirler çevirecek kadar Farsçası vardı. Kuran'ı yorumlayacak, Hallacı Mansur'un yapıtlarını okuyup inceleyecek ve onun enelhakçılığını iyi anlayacak kadar Arapça biliyordu Yunus.

    Massignon'un Fransızca tertiplemiş olduğu Hallac Divanı'ndaki bazı şiirlerden bir kaç dize Türkçeleştirmeyi deneyerek bir küçük karşılaştırma yapalım:

    Yeryüzü sensiz ne denli boş hey

    Herkesin başı yukarıda

    Dikelmiş durduklarına bakılırsa
    Seni göklerde arıyorlar
    Onların sana doğru görünüşte baktıklarını biliyorsun
    Oysa sen öylesine yakınsın ki

    Kör olduklarından varlığını farkedemiyorlar
    Artık tanrıyla benim aramda
    Beni kandıracak ne bir mucize
    Ne de onu bana anlatacak bir elçi yoktur

    Benim varlığım, dinim imanım hepsi tanrısal birliktir
    (...)
    Sana sesleniyorum
    Hayır, hayır, beni sende çağıran sensin

    Seni nasıl bende sen diye çağırabilirdim
    Eğer sen bana 'Ben' diye mırıldanmamış olsaydın
    Ey benim varlığımın özümün özü
    Ey içinde ruhum asılı olan sen

    Yunus Emre de Hallac-ı Mansur kadar cesurdur. O, aradığının yeryüzünde olduğunu söylemekle yetinmiyor. Yunus yaratan ve yaratılandır. İsa ve Muhammed'le göklere ağar, Musa'ya binbir kelam eden odur! Hallacı Mansur ile birlikte “enelhak” der ve dâra asılır. Ama onun boynuna dâr urganını geçiren de kendisidir. Evvel odur, ahir odur. Kendi adını Yunus takmıştır ya, bu söylediklerine inanmayanlara kafir demekten de çekinmez:

    Ben ayımı yerde gördüm ne isterim gökyüzünde

    Benim yüzüm yerde gerek bana rahmet yerden yağar

    (...)

    Gökte peygamber ile miracı kılan benim

    Ashab-ı soffa ile yalıncak kalan benim

    Musa peygamber ile binbir kelamı kıldım
    İsa peygamber ile göklere çıkan benim
    (...)
    Hallacı Mansur ile dâra asılan benim

    (...)

    O Hallacı Mansur ile söylerdim Enelhakkı

    Benim gene onun boynuna dâr urganı takan benim

    Evvel benim ahir benim canlara can olan benim
    Azıp yolda kalmışlara Hızır medet olan benim
    Dost ile birliğe yeten buyruğu ne ise tutan
    Mülk yaratıp dünya düzen ol bahçevan heman benim

    Halk içinde dirlik düzen dört kitabı doğru yazan
    Ağ üstünde kara düzen ol yazılan Kuran benim
    Yunus değil bunu diyen kendiliğidir söyleyen
    Kafirdürür inanmayan evvel ahir heman benim

    Adımı Yunus taktım sırrımı aleme çaktım
    Bundan ileri dahi dilde söylenen benim
    diye yazmıştı.
    Anadolu Türkçesinin yazı dili olmasında öncülük eden, Türk halk edebiyatının ilk büyük ozanı Yunus Emre'nin ilk gençlik ve tahsil yılları Selçuklu başkentinde geçmiş olmalıdır. Gölpınarlı'nın “Yunus Emre'nin Konya'da medrese eğitimi görmüş olduğu” düşüncesine katılıyoruz.

    Moğol korumalığındaki Selçuklu devletinin başkenti Konya, o dönemde hâlâ yüksek din, felsefe, kültür ve sanat merkeziydi. Suhreverdi, Muhiddin-i Arabi ve Sadeddin Konevi gibi mutasavvıflar bu kentte bulunmuşlarsa da, Konya'ya damgasını vuran, hiç kuşkusuz Mevlana Celaleddin Rumi'dir.

    Yunus Konya'daki Mevlana Meclislerinden Kaçıp Halka Yönelmiştir

    Yunus, medrese eğitimi yıllarında, İran dilinin Anadolu'daki büyük ozanı ve Sünni mutasavvıfı Mevlana'ya, onun görkemine ve görkemli yaşamına hayranlığını, onunla karşılaşmasını belirleyen şiirinde dile getiriyor. Mevlana'ya büyük bir dost olarak yaklaşıyor. Bu şiirde

    Mevlana Hüdavendigar bize nazar kılalu

    Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır

    derken, olasıdır ki, Mevlana'nın aleyhinde konuşmuş olan Geyikli Baba'yı bile kınamaktadır:

    Geyiklinin ol Hasan söz ayıtmış kendinden

    Kudret dilidir söyler kendinin sözü değil

    Miskin ol bre miskin gide senden kibr ü kin
    Rüzgardır gelip geçer pes kime ne kalasıdır
    Müzik ve sazdan konuşurken, Yunus'un Mevlana'nın saz ve eğlence sohbetlerinde bulunduğuna dair bir ima varsa da, duyduklarını da söylemiş olabilir:
    Ey kopuz ile çeşte aslın nedir bu işte

    Sana sual sorarım aydiver bana işte

    Aydır ki aslım ağaç koyun kirişi birkaç
    (...)
    Mevlana sohbetinde saz ile işret oldu
    Arif ma'niye daldı gün biledir ferişte

    Yunus, bu gençlik ve tahsil yıllarında adeta şeriat dindarıdır. Öyle ki, “Müslüman kişinin şeriatın koşullarını yerine getirmesi ve beş vaktini şaşırmadan kılması gerektir, yoksa ona Müslüman denmez”, diyor. Bununla da kalmıyor, kıyamet gününde sorulacak soruları yanıtlayabilmek için Arap dilinin öğrenilmesi gereğine bile inanıyor. Demek ki Konya medreselerinde bunlar öğretiliyormuş. Şu beyitler, yazımızın başlarında verdiğimiz şiirlerine taban tabana zıt. Sanki Yunus'un elinden çıkmamış:

    Müslümanım diyen kişi şartı nedir bilse gerek

    Tangrının buyruğun tutup beş vakt namaz kılsa gerek

    Tanla durup başın kaldır ellerini suya daldır
    Tamudan azatlı oldur kullar azad olsa gerek
    (...)
    Herkim Müslüman olmadı beş vakit namaz kılmadı

    Bil ki müslüman olmayan ol tamuya girse gerek

    (...)

    İki ferişteh ine gele karşıma dura

    Günahlarını yaza boynuna biti

    Günahların tartalar andan sırat edeler
    Zebaniler tutalar figanlar olur katı
    (...)
    Evvel bize vacip budur iyi hulku amel gerek

    İslam adı konucağız yoldaşımız iman gerek

    İsrafil surun urunca cümle mahluk uyanınca
    Sorgu hesap sorulunca Arap dili bilmek gerek
    Bununla birlikte Yunus giderek aşk deryasına dalıyor ve orada kendini aramaya başlıyor. Oysa, akıllı uslu biridir, herkes kendisine “çok iyisin” demektedir.
    Bu kendini arayışın başkaldırısı içinde Yunus Mevlana ve çevresini terk eder. Artık onlarla zıtlaşmaya başlamıştır. Melamet yolunun ve batıniliğin açık belirtileri içerisinde, o çevrenin çok küçümsediği ve kaba bulduğu Türk diliyle şiirler yazmaktadır. Hem kendisini ve hem de Mevlana ve çevresini eleştirmeye başlamıştır. Okumaya başladığı aşk kitabını denizler dolusu mürekkebin yazamıyacağını ileri sürmekte, oruç-namaz yerine içki içmeyi ve seccade üzerinde saz dinlemeyi tercih etmektedir. Kısacası Konya minaresini “sivri uçlu bir çuvaldız” olarak görmekte ve büyük rahatsızlık duymaktadır. İnsanların ve toplumun dertleri onu ilgilendirmeye başladığından “Konya rahatlığı”ndan nefret etmektedir.

    Gölpınarlı'nın kabul etmemesine rağmen genç Yunus, yaşlı Mevlana ile tartışmış ve onu şu tek beyitle dize getirmiştir:

    Et ü deri büründüm geldim size göründüm

    Adem adın urundam uşde zuhura geldim

    Aralarındaki tartışma sırasında Mevlana, büyük bilgeliğini göstermek için koca Mesnevi´sini ortaya koyunca, Yunus evirir çevirir, sonra yukarıdaki beyiti (ya da değişikliğe uğramış olarak, “ete kemiği büründüm / Yunus deyu göründüm” beyitini) söyleyerek Mevlana'nın kitabını iki küçük dizenin içine sığdırıverir.

    Gerçekten aralarında bir tartışma olmasaydı, halkın bilincinde bu geleneksel öykü yaratılamazdı. Düşünelim, Mevlana Yunus'un şu şiirine hiç tahammül edebilir miydi?

    Ey bana eyi diyen benim kamudan yavuz

    Alnımı ay bilirüm bu gözlerimi yılduz

    Bu vücudum şehrinde buçuk pulluk ıssım yok
    Amelim mahalleri ser be ser kalmış ıssız
    Hücre ne bucakta Hakka layık amel yok
    Kimde derd ü firak var kimlerde eserlü söz

    Halk hep ayağın durur ben seğirttim oturdum
    Geçtim sedir yerine döşek kalın yerim düz
    Bunun için salusluk çünkim elime girdi
    Artık n'işime yarar derd ü firak ah ü sız

    Ben bir kitab okudum kalem yazmadı anı
    Mürekkeb eylerisem yetmeye yedi deniz
    Ben oruç namaz içün suci içtim esridim
    Tesbüh-ül seccadeyçün dinledim çeşte kopuz

    Yunus'un bu sözünden sen ma'ni anlar isen
    Konya minaresinü göresün bir çuvalduz
    Öyle anlaşılıyor ki, Yunus Konya'yı, Sünni İslam şeriatının tüm bilgileriyle donanmış olmakla birlikte, tasavvufun içerisine balıklamasına dalmış olarak terketmiştir.
    Yunus, yaldızlı bir yaşam içinde, vezirlerle sultanlar ve sultan karılarıyla yüzyüze dizdize oturan, bir dediği iki edilmeyen, Türkler için en kaba sözcükleri kullanarak onları horlayan, daima güçlünün yanında durarak “gel, sen de gel, kim olursan ol” derken beyleri, emirleri, tekfurları ve basilleri çağıran Mevlana'nın tasavvuf anlayışına karşı çıkmıştır. Bir duygu denizi içerisinde tanrısı ile ülfet eden, ama günlük yaşamının cinsel ayrıntılarını bile terennüm etmekten çekinmeyen, bireyci üstünlüğünün, sevilmişliğinin zevkini çıkaran Mevlana ile görüş ve yaşam biçimi ayrılığına düşmüştür.

    Yunus'un:

    Hücre ne bucakta Hakka layık amel yok

    Kimde derd ü firak var kimülerde eserli söz

    Halk hep ayağın durur ben seğirttim oturdum
    Geçtim sedir yerine döşek kalın yerim düz
    biçimindeki söylemleri, mutlaka Mevlana'yı çileden çıkartıyordu. Çünkü Mevlana için zaman öyle bir zamandır ki, istediğini söylemekte ve yapmakta, coşku içinde sema dönmektedir. Mevlevi yazar Ahmet Eflaki'nin, Mevlana'dan seksen küsur yıl sonra yazmış olduğu Ariflerin Menkıbeleri adlı kitabında, oğlu Sultan Veled'in ağzından “Mevlana için zamanın güzelliğini” vurgulaması oldukça ilginçtir.
    Konya ve Kayseri surları dışında ezilmekte olan halk yığınları ve Anadolu Selçuklu devletinin Moğol imparatorluğunun bir uç ili haline dönüşmüş olması, Mevlana'yı ve oğlunu hiç ilgilendirmiyordu. Sultan Veled babasına bir sohbet anında şöyle diyor:

    - “Bu zaman ne güzel bir zamandır, bütün insanlar samimidir inançlıdır. İnkarcılar varsa da güçleri yoktur!”

    Mevlana, “Bahaaddin neden söylüyorsun bunu?” diye sorunca,

    - “Şundan dolayı,” diye karşılık veriyor oğlu, “önceki zamanlarda, 'Enel hak' dediği için Hallacı Mansur'u dârağacına çektiler. Onca ulu şeyhi öldürdüler. Tanrıya hamdolsun! Zamanımızda babamız Mevlana Hüdavendigar'ın her beyitinde 'Ben Allahım ve tesbih edilmeye, zikredilmeye layığım' sözü vardır, ama kimse ağzını açıp da bir şey demiyor!”

    Mevlana'nın buna yanıtı tam kendi şanına uygun:

    - “Onların makamı âşıklar makamıydı oğlum, âşıklar belalara düşkün olurlar. Bizim makamımız ise maşukluk (sevilmeklik) makamıdır!”

    Görüldüğü gibi Küçük Asya, yani Anadolu halkları için bir felaket olan dönem, Mevlana ve çevresi için mutlu bir dönemdir. Devletin, iktidar ve yöneticilerin yanında olmak budur. “Devlet sanatçısı” diye işte böylelerine denir. Ama Yunus Emre'mize bunu diyemezsiniz, o halkın ozanıdır.

    Yunus, şiirlerinde “suçlandığını” söylüyor. Yetmişiki millete hoşgörü içinde ve bir gözle baktığı için ve taatı, yani şeriat tapınmalarını terk ettiği için suçlu görülmektedir. Ama o hiç üzülmüyor, çünkü Konya çevresinde ihaneti iyi tanımıştır. O artık varlıksızın, yoksulun, emeğin ve emekçinin yanındadır. “Yunus zalimlere karşı ve yetmiş iki milletin ayak türabı. Halk yığınlarının sanatçısı”dır o. Bunlar bizim yakıştırmamız değildir, şiirlerinden okuyacağız:

    Kemdürür yoksulluktan nicelerin varlığu

    Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı

    Süleyman zembil ördü kendi emeğin yerdi
    Onun ile bildilar onlar berhudarlığı
    (...)
    Dürüst kazan ye yedir bir gönül ele getir

    Yüz Kabeden yeğrektir bir gönül ziyareti

    Uslu değil delidir Halka salusluk satan
    Nefsin Müslüman etsin var ise kerameti
    (...)
    Biz kime âşık isek alemler ona âşık

    Kime değil diyelim bir kapıdır bir tarık

    Yetmiş iki millete kurban ol âşık isen
    Ta âşıklar safında tamam olasın âşık
    (...)
    Bir çeşmeden sızan su acı tatlı olmaya

    Edeptir bize yermek bir lüleden sızarım

    Yetmiş iki millete suçum budur hak dedim
    Korku hiyanettedir ya ben niçin kızarım
    (...)
    Yayıldı Yunus adı suçludur kamu taatı

    Padişah inayeti suçun geçüre meger

    Görülüyor ki, Yunus Emre, düşünce ve inançlarından ötürü suçlanmış, kovuşturmaya uğramıştır. Padişahtan da inayet filan gelmemiştir.

    Yunus Emre ve Hacı Bektaş Dergâhı

    Konya'dan çıkış o çıkıştır. Yunus, Belhli feodal bey oğlu İbrahim Edhem'in gizemine ermiş:

    İbrahim Edhem baktı tacı tahtı bıraktı

    Hak yoluna uyaktı ol sırrı duyan benim

    diyerek kırsal kesimdeki halk arasına karışmıştır. Belki daha doğrusu, muhalif Türkmen halk yığınları arasına girmiştir. Uzun gezilere çıkıp, kendini ararken, bu tanıma arayışı onu çekerek ulu Pir Hacı Bektaş'a getirmiştir. Tapduk Emre'nin kişiliğinde “Er”ini bulmuş ve onun rehberliğinde Hacı Bektaş´ın ulu dergâhına ulaşmıştır.

    Deniliyor ki “mademki Yunus'un Hacı Bektaş'a bu bağlılığı vardı, neden şiirlerinden hiçbirinde Hacı Bektaş Veli'den sözetmez?” İki şiirinde adı geçiyor diye Mevlana'ya bağlamak daha mı mantıklı? Kaldı ki, yazımızın başlarında da sözünü ettiğimiz gibi, en az 12 şiirinde Tapduk Emre'nin adı geçiyor. Kaldı ki Yunus, girişte verdiğimiz şiirinde Hacı Bektaş´ın “doğruluk dost kapısıdır” sözünü işlemiş ve:

    “Doğruluk bekleyen dost kapısında

    Gümansız ol bulur ilahi devlet

    Yunus o kapıda keminde kuldur

    Ezelden ebede dektir bu izzet”

    demektedir. O, doğruluğu dost kapısında bekliyor; çünkü tanrısal varlığın-varsıllığın orada bulunduğundan kuşku duymuyor. Bu kapı Hacı Bektaş dergâhının kapısıdır ve Yunus burada hizmet etmeyi başlangıçtan sona kadar (ezelden ebede) bir onur saymaktadır.

    Bir nokta daha var: Yunus Emre'yi çağından günümüze değin taklit etmeyen ozan yok gibidir. En azından düşüncelerine sanat anlayışına değinilir ve adı mutlaka geçer. Bu yüzden, günümüze ulaşan şiirlerin birçoğunun onun olmadığı söylenir. Hatta Gölpınarlı, kendine özgü ölçütlerle ayıklamayı bile denemiştir.

    Gerçek şudur ki, Yunus Emre, uzun yaşamı boyunca elimizdekilerden çok daha fazla şiir üretmiştir. Burada asıl yanıtlanması gereken soru, Yunus'un bu şiirlerinin başına ne geldiğidir. Dünyadan göçüşünden tam ikiyüz yıl sonra Yunus'un “katlinin vacip olduğunu” ilan eden şeriat devleti anlayışının onun tüm şiirlerine hoşgörüyle baktığı düşünülebilir mi?

    Yunus, Hacı Bektaş'tan, elbette Âşık Paşa döneği gibi “meczup biriydi, aptalın tekiydi” diye söz etmeyecek, onu “Ulu Pir” ve “Kutb-ül Evliya” olarak gösterecek, göklere yükseltecekti. Ancak, Baba Resul'un gözde halifesi Hacı Bektaş Veli'ye yapılan övgüler, ne Selçuklu'nun, ne Osmanlı'nın ve ne de öteki Sünni beyliklerin işine gelirdi.

    Söylenen o ki, Yunus'un Divan'ını ele geçiren Molla Kasım, Yunus'un bin şiirini okuyup havaya, binini de suya atmış, “şeriata aykırı” diye. Derken şiirlerden birinde kendi adının geçtiğini ve yapmakta olduğu şiir katliamını önceden haber verdiğini görünce Yunus'un büyüklüğünü anlayıp, bin kez tövbe ederek yırtmaktan vazgeçmiş. Bize kalanlar, bu son bin şiiriymiş.

    Halkın belleğinde günümüze değin taşınmış ve güldürü biçiminde öyküleşmiş bu olay, bize Yunus'un şiirlerinin büyük çapta yok edildiği gerçeğini yansıtıyor. Yunus'un Aleviliği hakkında kuşku yaratmaya çalışanların sorularını yanıtlamış oluyor.

    Yunus Emre Çağının Bilgileriyle Donanmış Bir Düşünürdür

    Yunus Emre, sadece ozan ve halk tasavvufçusu değil, aynı zamanda çağının tüm bilgileriyle donanmış bir halk düşünürüdür. Çünkü, görüşlerini, halkın konuştuğu dille, basit kavramlar ve anlaşılırlık içinde halka taşımıştır. Örneğin, insan-tanrı birliğini, insan biçimli tanrıyı (anthropomorphos theos),

    Baştan ayağa değin Haktır ki seni tutmuş

    Haktan gayri ne vardır kalma güman içinde

    diyerek ne güzel belirtmiştir. Onun aklı fikri “Enel Hak”tır ve Tanrıyı gökten indirip gönlüne yerleştirmek, onunla birleşmek!

    Yunus Emre'nin “gönül gözünün açılması olgunluğuna ulaşarak tanrısal birliğe varma” düşüncesinde ve şiirlerinde kullandığı batıni kavramların ikinci kaynağı Bizans mistisizmi, yani Hıristiyan tasavvufudur.

    Çok yer gezmiş olan Yunus Emre'nin Anadolu Selçuklu ülkesinin Bizans kome ve khora´ları (kwmh kai cwra / köy ve küçük kasaba) ile içiçe geçtiği bir kırsal bölgede doğup büyüdüğünü unutmayalım. Konya'ya medrese tahsilini yapmak için, ya da hangi nedenle gelmiş olursa olsun, yeniyetmelik dönemi buralarda geçmiştir.

    Arapça ve Farsça öğrenmiş olan Yunus'un Bizans dilini de bildiğini söylemek, büyük bir iddia olmaz. Yunus Emre'nin bir şiirinde - biraz ileride genişçe anlatacağımız- Bizans yöntemiyle tarih düşmüş olduğunu saptadık.

    Çalap Adem kısmını topraktan vareyledi

    Şeytan geldi Adem'e tapmaya ar eyledi

    diye başlayan bu şiirin sonu

    Altı bin yedi yüz yüz yıldan geçen Adem'i

    Dile getirdi Yunus şimdi tekrar eyledi

    beyitiyle bitmektedir. Buradaki “altıbinyediyüzyüz” sayısı boşuna yazılmamıştır.

    Bizans yazarları dışında, Yunus'un çağdaşlarından hiç kimse ne şiirlerinde ne de tarih yazılarında bu yöntemi kullanmamış. Yunus'umuzun Bizans kentlerine geziler yaptığı, dillerini bildiği, dolayısıyla Bizans kültürüne yabancı olmadığı düşüncesindeyiz.

    Gerek bu tarihleme yöntemini tanıması, gerekse evrenin yaratılışını konu alan şiirlerinde işlediği felsefi düşünceler bunu gösterdiği gibi, Bolu'dan Salihli'ye değin batı Anadolu'da Yunus Emre adına anlatılan söylencelerde “onun Hıristiyan keşişleriyle yaptığı keramet yarışmalarını kazanarak, düşmüş olduğu savaş tutsaklığından kurtulması” olayları bu ilişkiyi vurgulamaktadır.

    Yunus'un ilk büyük temsilcilerinden olduğu Anadolu batıniliğinde, yani Aleviliğin inanç ve düşünce sisteminde Zerdüşt ve Mazdek'ten Manicheizme, eski Anadolu çoktanrıcı dinlerinden Neoplatonizm'e, Kabbalizm'den Sabin Hermetizmine ve Şamanizme değin her çeşit izler vardır ve arandığında çok rahat bulunabilir. Hacı Bektaş Veli çevresinin, Horasan erenlerinin Bizanslı din adamları, aziz ve keşişleriyle karşılaşmaları ve ilişkileri masallaşmış, üzerlerine söylenceler oluşturulmuştur. Ama her nedense bu ilişkiler ve Aleviliğin 13-14. yüzyıllardaki Bizans mistik akımlarıyla etkileşimi gözardı edilmektedir.

    Bizans imparatorluğu 1204'den 1262'ye kadar Nikaia (İzmit) sürgünü yaşadı. İznik kenti bu imparatorluğa başkentlik yaptı. Altmış yıla yakın süren bu dönemde, Selçuklu sultanlarıyla Bizans imparatorları arasında sıcak siyasi ve ekonomik ilişkiler yaşandı. Yüksek düzeydeki bu ilişkilerin, zaten içiçe yaşamakta kırsal bölge Alevi Türkmen halkına yansımamış olduğu düşünülemez!

    İznik, Nikephor Blammydes, Georgos Akropolites gibi doğabilimci ve tarihyazıcıların, Theodoros Metokhites ve Nikephor Gregoras gibi hümanist, Neoplatonist ve Aristotelesçilerin evren, insan ve doğa, tanrının özü üzerinde yoğun tartışmalarına sahne olmuştur. Bu kentte okullar üniversiteler açılmış, çok sayıda kitaplar yazılmıştır. İznik'de doğup gelişen bilim, felsefe ve hümanizm daha sonra İstanbul'a taşınmıştır. Doryleion (Eskişehir) çevresinde yaşamış olan Yunus Emre, yüz küsur kilometre ötedeki Nikaia'ya (İznik) gitmemiş olabilir mi?

    Yunus'un yaşadığı çağda, büyük bir mistik akım olan Hesykhasmos ya da Hesykhia (=Esucasmos-Esucia) akımı gelişimini tamamlamış ve Ortodoks Hıristiyanlığın hemen hemen dört yüzyıl boyunca tüm sistemini altüst eden, “sapkın inanç” dedikleri düalist (ikilemci) Bogomilizm son dönemlerindedir. Yunus gibi çağının karanlığı içinde parıldayan birinin, “yetmişiki milletin ayak türabı olma” düşüncesini taşıyan bir bilgenin, tüm bunlardan haberi olmaması ve etkilenmemesi düşünülemez.

    Hıristiyanlıkta “Theosis”(Qewsis), yani “tanrıyla birleşme, tanrılaşma” öğretisini sistemleştiren kişi Maximus Confessor'dur. Ortodoks mistisizmi, Theosis'e dayalı, “Sessizlik” anlamına gelen bu Hesykhia mistik akımı, Sina yarımadasında Sina dağı manastırlarında başlamış ve oradan Bizans dünyasına yayılmıştır. Bu akımı 13.yüzyılda Athos dağındaki ve diğer manastırlara taşıyan kişi, Nikephor Solidarius'dur.

    Bunlara göre, “tanrı kalpte saklı bir hazinedir. Onu ancak can gözüyle görebilirsin! Derin derin soluk alıp, adını aralıksız tekrarlıyarak, yani sessiz zikirle tanrıyla birleşilir”.

    Hesykhia mistisizmi, 14. yüzyılın ortalarına doğru, Gregorios Snaites ile doruk noktasına varmıştır. Bu akımın mistikleri, tanrının kendisini açıkça gördüklerini, ya da tanrıdan bir vizyon (görüntü) aldıklarını, ancak bunu beden gözüyle değil, “can gözüyle” yani “gönül gözüyle” gördüklerini iddia ediyorlardı. Aristotelesçi Barlaam ile Hesykhasmos'u savunan Gregoros Palamas'ın 1330 yılında İstanbul'da yaptıkları tartışmalar çok ünlüdür... Yunus Emre'deki tanrıyı “özünde görme”, “tanrısal birliğe” ulaşma inancını bu anlattıklarımızla rahatça karşılaştırabiliriz:

    Nicekim ben beni bildim yakın bildim Hakkı buldum

    Hakkı buluncadı korkum şimdi korkudan kurtuldum

    Azrail gelmez canıma sorucu gelmez sinime
    Bunlar beni ne sorsunlar ona sorduran ben oldum
    Yunus'a Hak açtı kapı Yunus hakka kıldı tapı
    Baki devlet benim imiş ben kul iken sultan oldum

    Yunus Emre Bir Şiirinde Bizans Yöntemiyle Tarih Düşmüştür

    Yunus, “yetmişiki millete bir göz ile bakmışâ€ ve şu dizeleriyle insanı kucaklamış, dünyayı sarmıştır:

    Ben ay'ımı yerde gördüm

    Ne isterim gökyüzünde

    Benim yüzüm yerde gerek
    Bana rahmet yerden yağar
    (...)
    Dervişlik baştadır, tacta değildir

    Issılık oddadır, sacda değildir

    Eğer bir insanın gönlün yıkarsan
    Hakka eylediğin secde değildir
    Yunus'umuzun şiirleri geniş araştırma ve yorumlara her zaman açık durmaktadır. Çok sayıda yerli ve yabancı bilim adamı, araştırmacı yazarlar Yunus'u değişik açılardan ele almışlardır. Halk ozanı, hümanist ve mutasavvıf olarak...
    Doğudan batıya Anadolu'nun dört bir yanında mezarı olduğu söylenen Yunus Emre'nin, son zamanlarda bulunan yeni belgelere dayanarak 1238'lerde doğduğu ve 1320-1321 yıllarında öldüğü kabul edilmektedir. Şiirlerinde andığı bazı mutasavvıf ve ozanların 13. yüzyılın sonları ile 14. yüzyılın başlarında yaşadıklarının bilinmesi, onun çağını belirler. Kaldı ki aruz ölçüsüyle yazmış olduğu Risalat-al Nushiyye'sinin son beyitlerinden birine tarih de düşmüştür:

    Söze tarih yediyüz yidiyidi

    Yunus canı bu yolda fidiyidi

    (Abdülbaki Gölpınarlı: Yunus Emre: Hayatı ve Bütün Şiirleri, İstanbul 1971: 95, beyit 556)

    Hicri 707'de (Miladi 1307) yazmış olduğu bu yapıtında Yunus, İslami din ve ahlak felsefesi yapmıştır. Sanki bununla, Arapça ve Farsça yazan ulemaya, güç ve karmâşık konuların kendi öz dili Türkçeyle halka nasıl taşınacağını ve nasıl anlaşılır kılınacağını göstermeyi amaçlamıştır. O halk için şiir söylüyor, çalıp çığırıyordu. Oysa Arapçayı, Farsçayı da çok iyi biliyordu. Bu açıklamalardan sonra şimdi isterseniz asıl konumuza, Yunus Emre'nin bir başka şiirinin sonuna Bizans takvim sistemiyle attığı tarihe geçelim:

    Yunus Emre ve şiirleri üzerinde çalışmış araştırmacılardan kimsenin ilgisini çektiğini göremediğimiz bu tarih, Gölpınarlı'nın kitabında “İnanca ait kıssalar” bölümüne soktuğu 169 numaralı şiirin son beyitindedir.

    Yedi şiirden oluşan bu bölüme, “Yunus'un Yaratılış Destanları” başlığı konulsaydı belki daha doğru olacaktı. Bu destanlardaki;

    - “evrenin özü”,

    - “insanı oluşturan dört karşıt nesne”,

    - “evren çekirdeği (gevher),

    - “son hızla dönen gevherden oluşun buğu”',

    - “buğudan oluşan gökyüzü ve yıldızlar”,

    - “dönmeye başlayan gökyüzü ve ay”,

    - "boşlukta duran denizler üstüne kurulan yer”

    gibi, İslami inançlar dışındaki yaradılış düşünce ve varsayımlarını, Greko-Bizans bilim ve felsefi düşüncelerine dayandırarak yorumlamak olasıdır.

    Çalap Adem cismini topraktan var eyledi

    Şeytan geldi Adem'e tapmağa ar eyledi

    Aydır ben oddan nurdan ol bir avuç topraktan
    Bilmedi kim Adem´in batınına bakmadı
    Zahir gördü Adem´in batınına bakmadı
    Bilmedi kim Adem´i halka server eyledi

    Kırk yıl kalıbı yattı adı alemi tuttu
    Gör şeytanı buğzundan ne fitneler eyledi
    Adem toprak yatmıştı ad'alemi tutmuştu
    Fikrine bak İblis'in ya'ni hüner eyledi

    Ol yürüyen atlar' sürdü Adem üstüne
    Adem'e mekreyleyip ya'ni zafer eyledi
    Ademin göbeğinden Çalap yarattı atı
    Vaf diye durugeldi atlar güzer eyledi

    Çün gitti Adem ahdı yetti Musa'nın vakti
    İblis'e işbu işler yavlak eser eyledi
    Musa gönüldü Tur'a Hakka münacat ede
    Gördü kim bir akar su Musa nazar eyledi

    Musa aydır göreyim işbu su nerden gelir
    Ger böyle akar ise zir ü zeber eyledi
    İleriye vardı Musa gördü Lain'i ağlar
    Gözü yaşı imiş su gözün pınar eyledi

    Musa sordu Lain'e ağladığın niçindir
    Nideyim ağlamadan işimi zar eyledi
    Mukarreb idim ben o Hakkın dergâhında bol
    Götürdü urdu yere candan bizar eyledi

    Sen bilme misin Musa ben neden ayrıldığım
    Şunlar önüme düşer beni efkar eyledi
    Vargıl ayıtgıl Musa rahmet eylesin bana
    Tövbe kıldım işime boş istiğfar eyledim

    Musa erdi Hazrete başladı münacata
    Unuttu emaneti söz muhtasar eyledi
    Çalap'tan erdi nida hani emanet dedi
    Ol nidaya canını Musa nisar eyledi

    Vargıl ayıtgıl Musa rahmet edeyim ona
    Secde etsin Adem'e çün istiğfar eyledi
    Musa geldi Lain'e dedi Hakk'ın buyruğun
    Secdeyi işitince döndü inkar eyledi

    Ben ondan umar idim derdime derman kıla
    Derdim dahı artırdı ya'ni tımar eyledi
    Ben eger tapsa ona ol vakıt tapar idim
    Şimdi hod toprak olup zir ü zeber eyledi

    Adem İblis kim ola kim işi işleten Çalap
    Ay u Günü yaratıp leyl ü nehar eyledi
    Ma'ni nedir İblis'ten fuzullukturur bizde
    Duydunsa işbu sözden sırr'âşıkar eyledi

    Çalap aydır şol kula inayet benden ola
    Ne Şeytan azdırısar ne kimse kar eyledi
    Altı bin yedi yüz (y)ü(z) yıldan geçen Adem'i
    Dile getirdi Yunus şimdi tekrar eyledi

    Bu 25 beyitlik şiirinde Yunus, kutsal kitaplarda geçen “Şeytan Söylencesi”ni ta Musa Peygamber zamanına indirip, onunla rastlaştırarak ilginç bir yorum getirmektedir:

    Şeytan tanrısal buyruğa uymayıp, Adem'e tapmadığı gibi, ateşten atlarıyla ona karşı savaş açmıştır. Tanrı Adem'in kendi göbeğinden yarattığı atla onu korur ve şeytanı cennetten kovarak dünyaya salar. Vakit erişir Musa gelir. Şeytan Musa peygamberden, kendisini bağışlaması için tanrıya dua etmesini rica eder. Ancak Musa tanrıya yakarışı sırasında onun arzusunu unutmuştur. Tanrı anımsatır ve:

    Vargıl ayıtgıl Musa, rahmet edeyim ona

    Secde etsin Adam'e, çün istiğfar eyledi

    diyerek eski buyruğunu yineler. Şeytan ise:

    Ben eğer tapsam ona, ol vaktin tapar idim

    Şimdi hod (kendisi) toprak olup Zir-ü zeber eyledi (tozu bile kalmadı)

    sözleriyle karşı koyuşunu sürdürür. Yunus, “bu iblis öyküsünün anlamı, yaşamda fodulluk etmemektir, insan kendi kendisini azdırmazsa ona kimse kar eylemez” dersini çıkararak, olumlu bir yargıya varır.

    İşte bu şiirinin sonuna tarih düşmektedir Yunus. Ancak bu tarih, Risale'sine attığı Hicri tarih yılı değildir:

    Altı bin yediyüz ü yıldan geçen Adem'i

    Dile getirdi Yunus şimdi tekrar eyledi

    Gölpınarlı, Yunus Emre'nin şiirlerinde geçen, “yedi, dört, onsekiz, yetmiş bin, doksan bin, yüz yirmidört bin” gibi sayılar hakkında geniş denecek açıklamalar yaptığı halde, bu rakamı görmezlikten gelmiş. Oysa bu sayı Yunus Emre'nin yaşadığı çağda, Bizans'lıların kullandığı tarih atma sisteminin, yaratılıştan o güne kadar geçen yılı gösteren tarihten başkası değildir.

    Farklı el yazmalarına dayanarak, Yunus Divanı'nın çeşitli yazarlar tarafından yapılan baskılarında bu beyitin ilk dizesinin “altı bin yidi yüzi yıldan...”, “altı bin yedi yüz yıldan...”, “altı bin yedi yüz yıllık...” okunuşları da mevcuttur.

    Risale'deki tarih için de aynı durum söz konusudur. Karaman'daki el yazmasında bunun “sene tarih yedi yüzdeyidi” olarak geçtiğini Gölpınarlı belirtmektedir.

    Bu örneklemelerden de destek alarak biz bu beyitin aslının:

    Altı bin yedi yüz (y)ü(z) yıldan geçti Adem'i

    Dile getirdi Yunus şimdi tekrar eyledi

    olması gerektiği kanısındayız. Böylece hece sayısı 7 + 7 = 14 olduğu gibi, uyak (kafiye) uygunluğu da gerçekleşir.

    Yunus Emre Adem'den kendi zamanına kadar geçen yılları açık bir sayıyla verdiğine göre, bu tarihleme sistemini biliyordu; yüz yıllık yanlışı yapmış olamaz. Yani yüz rakamı yinelenmiş ve 6700 + 100 = 6800 rakamı söz konusudur.

    Yunus Emre'nin rakam ekleme yoluyla sayı basamakları oluşturduğu örnekler vardır.Birini verelim:

    Yüz bin yirmi dört bin hası dört yüz kırk dört tabakası

    Bu mülke bünyad olmada mülkü yaratanda idim

    (Şiir 135, beyit 100)

    Olasıdır ki Yunus, hece ölçüsünü tutturmak için bu tür kullanıma zaman zaman başvurmuştur.

    Şu halde Yunus Emre, adı geçen şiiri, yaratılışın 6800. yılında, yani günümüzün tarihleme sistemine göre 1292 (Hicri 692) yılı içinde, 54 yaşlarında iken yazmıştır.

    Erken Bizans'tan başlayarak geliştirilen ve Geç Bizans döneminde diğer bölgesel "Era'' sistemlerinin (bölgelerin Roma İmparatorluğu'na katılış tarihini başlangıç olarak alan) tamamıyla terk edilmesiyle, kullanılması yaygınlaşan “yaratılış yılı”, Adem'in ya da dünyanın yaratılmasından İsa'nın doğumuna kadar 5508 yıl geçmiş olduğu hesabına dayanırdı. Yani, yaratılışın ilk günü, İsa'dan 5508 yıl önce 31 Mart Pazar olarak kabul edilir, İsa'dan sonraki yıllar bu sayıya eklenerek tarih atılırdı. (Bkz. V. Grumel: Traite d'Etudes Byzantines I, La Chrolonogie, Paris 1958: 191-192, 219-224 ve genel kronolojik tablo s.240- 264)

    Yunus Emre aruz ölçüsüyle yazdığı Risale'sinde Hicri 707 (Miladi 1307) tarihini, Risale'den daha önce yazıp, Adem ile şeytan söylencesini işlediği ve hece ölçüsünü kullandığı bu şiirinde ise, Bizans yaratılış yılı (6800 - 5508 = 1292) tarihini düşmüştür. Yunus'un tek bu şiiri bile, bizce onun Greko-Bizans dünyasını yakından tanıdığının göstergesidir

    (1)Bogomil sözcüğü "evliya, yani tanrının dostu'' anlamına gelir ve Ortodoks Hristiyanlığa aykırı düşen bu "sapkın'' dinsel ve sosyal akım, Paulikienizm olarak Anadolu'da doğmuştur ve Anadolu kültürünün bir parçasıdır.

    Yunus´un Şiirlerinden Bir Güldeste

    1.

    Bir şaha kul olmak gerek hergiz mazul olmaz ola

    Bir eşik yastanmak gerek kimse elden almaz ola

    Bir kuş olup uçmak gerek bir kenara geçmek gerek
    Bir şerbetten içmek gerek içenler ayılmaz ola
    Çevik behri olmak gerek bir denize dalmak gerek
    Bir gevher çıkarmak gerek hiç sarraflar bilmez ola

    Bir bahçeye girmek gerek hoş teferrüç kılmak gerek
    Bir gülü yaylamak gerek hergiz ol gül solmaz ola
    Kişi âşık olmak gerek maşukayı bulmak gerek
    Işk oduna yanmak gerek ayruk oda yanmaz ola

    Yunus imdi var tek otur yüzünü hazrete götür
    Özün gibi bir er getir hiç cihana gelmez ola
    Sözcükler:
    Hergiz: asla,

    Mazul: azledilmiş,

    Teferrüc: açılma,ferahlama,

    Işk: aşk, sevgi

    2.

    Doldur kadehi sungıl bize ışk şarabından ey saki

    Ol badyadan gerek bize ondan içe şeyh ü fakı

    Sohbetimiz ilahidir sücümüz Kevser abıdır
    Şahımız şahlar şahıdır çalgımız dost firakıdır
    Her demde sohbet ola müftü müderris mat ola
    Bir ilahi devlet ola ondan içen oldu baki

    Hırkayıla tac yol vermez fereciyle alim olmaz
    Din diyanet olmayınca neylersin bunca varakı
    Okudun yedi mushafı taat gösterir ol safı
    Çünkü amel eylemedin gerekse var yüzyıl oku

    Bin kez vardınısa yüz yıl taat kıldınısa
    Bir kez gönül sıdınısa gerekse var yüzyıl yol doku
    Sorun bana aklı olan gönül mü yiğ Kabe mi yiğ
    Ben aydırım gönül yiğdir gönüldedir Hak durakı

    Komşuyula gönülleri ısmarladı Hak Resul'e
    Mirac gecesi dost ile bu keleci oldu dakı
    Yunus sana farizadir tutgıl miskinlik eteğin
    Diler isen pak olasan gönüllerde olgıl baki

    Sözcükler:

    Fakı(h): Din hukukçusu,

    Sücu: içecek, şarap,

    Ferece: önü açık yenli giysi,

    Sıdınmak:kırmak,

    Aydırmak: demek, söylemek,

    Keleci: söz, sohbet,

    Fariza: farz olan şey, ödev

    3.

    Işk imamdır bize gönül cemaat

    Dost yüzün kıbledir daimdir salat

    Dost yüzün görünce şirk yağmalandı
    Anınçün kapıda kaldı şeriat
    Can secdeye vardı dost mihrabında
    Yüz kere uruban eder münacat

    Derildi beşimiz bir vakte geldi
    Beş bölük oluban kim kıla taat
    Münacat gibi vakt olmaz arada
    Ne güzindir bize dost ile halvet

    Kimse dinine biz hilaf demeziz
    Din tamam olıcak doğar muhuhabbet
    Yarenler der bize şartı bırakman
    Şart o kişiyedir eder hıyanet

    Bela kavlin dedik evelki demde
    Henüz bir demdir ol vakt ü bu saat
    Erenler nefesidir devletimiz
    Anınla fitneden olduk selamet

    Doğruluk bekleyen dost kapısında
    Gümansız ol bulur ilahi devlet
    Yunus öyle esirdir ol kapıda
    Diler ki olmaya ebedi azat

    Sözcükler:

    Taat: ibadet, tapınmalar,

    Münacat: Tanrıya sessizce dua, yakarı,

    Güzin: seçkin, seçilmiş

    Azat: serbest, özgür

    4.

    Bir sualim var sana ey dervişler ecesi

    Meşayih ne buyurur yol haberi nicesi

    Vergil suale cevap tutalım olsun sevap
    Şule kime gösterir ışk evinin bacası
    Evel kapı şeriat emri nehyi bildirir
    Yuya günahlarını her bir Kur'an hecesi

    İkincisi tarıkat kulluğa bel bağlaya
    Yolu doğru varanı yarlığaya hocası
    Üçüncüsü marifet can gönül gözü açar
    Bu ma'ni sarayının Arş'a değin yücesi

    Dördüncüsü hakikat ere eksik bakmaya
    Bayram ola gündüzü Kadir ola gecesi
    Bu şeriat güç olur tarıkat yokuş olur
    Marifet sarplıkdurur hakikattır yücesi

    Derviş'in dört yanında dört ulu kapı gerek
    Nereye bakar ise gündüz ola gecesi
    Ana eren dervişe iki cihan keşfolur
    Onun sıfatın öğer ol Haceler Hacesi

    Dört hal içinde derviş gerek siyaset çeke
    Menzile ermez kalır yol eri yuvacası
    Kırk kişi bir ağacı dağdan güçle indire
    Ya bunca mürid muhib Sırat niçe geçesi

    Küfrün atarken sakın imanın vurmayasın
    Yoksa sırsın güveci sebil olur güveci
    Dört kapıdır kırk makam yüzaltmış menzili var
    An'erene açılır vilayet derecesi

    Âşık Yunus bu sözü muhal diye söylemez
    Ma'ni yüzün gösterir bu şairler kocası
    Sözcükler:
    Meşayih: şeyhler,

    Şu'le: yalım, parlaklık,

    Nehy: yasak, yasak etme,

    Ma'ni: mana, anlam,

    Niçe: nasıl,

    Sırsın:sarsarsın,

    Vilayet: velilik makamı

    5.

    Din ü millet sorarısan âşıklara din ne hacet

    Âşık kişi harab olur âşık bilmez din diyanet

    Âşıkların gönül gözü maşuk dapa gitmiş olur
    Ayrık surette en kalur kim kılısar zühd ü taat
    Taat kılan Uçmak için din tutmayan Tamu için
    Ol ikiden fariğ olur neye benzer bu işaret

    Herkim dostu sever ise dosta doğru gitmek gerek
    İşi gücü dost olıcak cümle işten olur azat
    Anın için maşukanın haberini kim getirir
    Cebrail ü melek sığmaz şöyle olundu işaret

    Soru-hısap olmayısar dünya ahıret koyana
    Münker ü Nekir ne sorar terk olucak cümle murat
    Havf u reca gelmez anda varlık-yokluk bırağana
    İlm ü amel sığmaz anda ne terazi var ne Sırat

    Ol kıyamet bazarında her bir kula baş kayusu
    Yunus sen âşıklarıla hiç görmeyesin kıyamet
    Sözcükler:
    Dapa: yönelip, yön alarak,

    Zühd: zahidlik, aşırı dindarlık,

    Uçmak: cennet,

    Tamu: cehennem,

    Fariğ olmak: feragat etmek, vazgeçmek,

    Münker ve Nekir: Ahiretteki sorgu melekleri,

    Kayu: korku, gam ve keder,

    İlm ü amel: bilim ve iş

    6.

    La şerik'ten okursun yine şerik katarsın

    Bir'e iki demeyi kimden fetva tutarsın

    Din ü iman bünyadı doğrulukla gerçeklik
    Ol tamam olmayıcak neyile din çatarsın
    Çün Kur'an gökten indi onu Allah buyurdu
    Andan haber versene ha(n)'kitaptan ötersin

    Okursun tasnif kitap çekersin bunca azap
    Havf u reca sende yok öyle ki bir Tatar'sın
    İlm okumaktan gerek kişi kendin bilmektir
    Pes kendini bilmezsen bir hayvandan betersin

    İlm okumak hasılı ibret almaktır ancak
    Çün ibrette değilsin görmeden taş atarsın
    Dört kitabin ma'nisin Mustafa cemeyledi
    Anı unuttun benzer şerh ile söz atarsın

    Kılarsın riya namaz yazığın çok hayrın az
    Dinle neye varır söz cehennemde yatarsın
    Halka fetvı verirsin ye sen niçin tutmazsın
    İlmin var amelin yok günahlara batarsın

    Sen fakıyhsın biz fakıyr sana tanımız yoktur
    İhlas ile gelirsen bizden nesne utarsın
    Bu düzülen tertibi ayrıksadı derisen
    Başaramazsin hoca endişeden yitersin

    Yunus miskin bu sözü ışk aleminden söyler
    Deme bilmeden ona kendözünden katarsın
    Sözcükler:
    La-şerik: eşi ve ortağı olmayan,

    Bünyad: temel,esas, öz,

    İhlas: doğru ve temiz sevgi, bağlılık

    7.

    Acep şu yerde varm'ola şöyle garip bencileyin

    Bağrı başlı gözü yaşlı şöyle garip bencileyin

    Gezerim Rum'ıla Şam'ıYukarı İller'i kamu
    Çok istedim bulamadım şöyle garip bencileyin
    Kimseler garip olmasın hasret oduna yanmasın
    Hocam kimseler olmasın şöyle garip bencileyin

    Söyler dilim ağlar gözüm gariplere göynür özüm
    Meğer ki gökte yıldızım şöyle garip benceleyin
    Niçe bu der ile yanam ecel ere birgün ölem
    Meğer ki sinimde bulam şöyle garip bencileyin

    Bir garip ölmüş diyeler üç günden sonra duyalar
    Soğuk su ile yuyalar şöyle garip bencileyin
    Hey Emre'm Yunus biçare bulunmaz derdime çare
    Var imdi gez şardan şara şöyle garip bencileyin

    Sözcükler:

    Yukarı İller: Azerbaycan ve İran ülkeleri,

    Şar: şehir, çarşı-pazar

    8.

    Canlar canını buldum bu canım yağma olsun

    Assı ziyandan geçtim dükkanım yağma olsun

    Ben benliğimden geçtim gözüm hicabın açtım
    Dost vaslına eriştim gümanım yağma olsun
    Benden benliğim gitti hep mülkümü dost tuttu
    Alan veren dost oldu lisanım yağma olsun

    Taalluktan üzüştüm ol dosttan yana uçtum
    Işk divanına düştüm divanım yağma olsun
    İkilikten usandım birlik hanına kandım
    Derdi şarabın içtim dermanım yağma olsun

    Varlık çün sefer kıldı dost andan bize geldi
    Viran gönlüm nur doldu cihanım yağma olsun
    Geçtim bitmez sağınçtan usandım yaz u kıştan
    Bostanlar başın buldum bostanım yağma olsun

    Yunus ne hoş demişsin bal u şeker yemişsin
    Ballar balını buldum kovanım yağma olsun
    Sözcükler:
    Taalluk: ilgi, bağlanmak,

    Sağınç: Kazanç, kar

    9.

    Teferrüç eyleyivardım sabahın sinleri gördüm

    Karılmış kara toprağa şu nazik tenleri gördüm

    Kimi gamda kimi şadman yatarlar sininde pinhan
    Boşanmış damar akmış kan batmış kefenleri gördüm
    Yıkılmış sinleri dolmuş hep evleri harab olmuş
    Kamu endişeden kalmış ne düşvar halleri gördüm

    Yaylalar yaylamaz olmuş kışlalar kışlamaz olmuş
    Bar tutmuş söylemez olmuş ağızda dilleri gördüm
    Kimisi zevk u işrette kimi sözü beşarette
    Kimi bela vü mihnette dün olmuş günleri gördüm

    Soğulmuş o kara gözler belirsiz olmuş ay yüzler
    Kara toprağın altında gülderer elleri gördüm
    Kimisi boynunu eğmiş tenini toprağa salmış
    Anasına küsüp gitmiş boynun buranları gördüm

    Kimi zarı kılıp ağlar zebanile canın dağlar
    Tutuşmuş sinleri oda çıkan tütünleri gördüm
    Yunus bunu kande gördü gelip bize haber verdi
    Aklım vardı dilim şaştı netekim bunları gördüm

    Sözcükler:

    Sin: mezar, kabir,

    Şadman: sevinçli,

    Düşvar: güç

    Pinhan: gizli,

    İşret: zevk sefa,

    Beşaret: insanlık,

    Zebani: cehennemdeki kötülük melekleri

    10.

    Netekim ben beni bildim yakın bil ki Hakkı buldum

    Korkum onu buluncaydı şimdi korkudan kurtuldum

    Ben kimseden korkımazam ya bir zerre kayırmazam
    Ben şimdi kimden korkayım korktuğum ile bir oldum
    Azrail gelmez yanıma sorucu gelmez sinime
    Bunlar bana ne sorar onu sorduran ben oldum

    Ya ben onca kaçan olam anın buyruğun buyuram
    O geldi gönlüme doldu ben ona bir dükkan olam
    Dükkan ıssı dükkanından hali değildir evinden
    Ol bu araya gelelden halka bir ulu kan oldum

    Canlılar bizden el alır cansızlar eri ne bilir
    Hem verirler hem alırlar ben bir ulu divan oldum
    Yunus'a Hak açtı kapı Yunas Hakk'a kılar tapı
    Benim işim devlet baki ben kul iken sultan oldum

    Sözcükler:

    Kan: maden, maden ocağı

    11.

    Din ü millet kodurdu ol benim canım alan

    Anı duyan kişiye ne gönül kalır ne can

    Duymayanlar halimi dinin kodu der bana
    Neyile din beslesin cansız gönülsüz kalan
    Suretimde varlığım gönül ile canıdı
    Cümlesin yağmaladı bana ışk bağışlayan

    Işkın serhengi beni komadı hiç nesneye
    Ne İslamda ne dinde anılmaz küfr ü iman
    Şart u farz olmaz anda canı ışka kalandı
    Cevapsız dil söylenir nice bilsin bu lisan

    Elden iş bıraktırdı niceliksiz baktırdı
    Dostluk ticaretinde unuttuk assı ziyan
    Beni benlikten kodu varlık defterin yudu
    Havf u reca göstermez hayr u şer elden koyan

    Sorman Yunus'dan haber dost kandasa andadır
    Yüz bin gevherden farığ aşk denizine dalan
    Sözcükler:
    Serheng: Çavuş,

    Kandasa: neredeyse

    12.

    Bu gün sohbet bizim oldu bize bizim diyen gelsin

    Bu ışk zehrin seve seve içibeni yutan gelsin

    Kanaat hırkası içre selamet başımı çektim
    Melamet gömleğin biçtim arif olup giyen gelsin
    Bu ışk meydanı içinde çağırdım bir avaz ettim
    Müezzinlik bizim oldu imam oldum uyan gelsin

    Bu ummanda delim dürlü güher vardır elim ermez
    Akar rahmet suyu çağlar gönül kirin yuyan gelsin
    A dostlar işidin sözüm dün etmişim bu gündüzüm
    Yavı kılmışam kendözüm bu hak yola giren gelsin

    Yunus miskin anı görmüş eline bir divan almış
    Alimler okuyamamış bu ma'niden duyan gelsin
    Sözcükler:
    Melamet: kınama, azarlama,

    Ayıplama; şeriat kurallarına uymama, boşlama,

    Yavı Kılmak: yitirmek, kaybetmek

    13.

    Evvel benim ahır benim canlara can olan benim

    Azıp yolda kalmışlara hazır meded eren benim

    Bir karara tuttum karar benim sırrıma kim erer
    Gözsüz beni nerde görer gönüllere giren benim
    Kün deminde nazar eden bir nazarda dünya düzen
    Kudretinden han döşeyip ışka bünyad uran benim

    Düz döşedim bu yerleri baskı kadum bu dağları
    Sayvan gerdim bu gökleri yeri sonra düren benim
    Dahı acep âşıklara inkar ü din iman oldum
    Halkın dahı gönlündeki küfr ü İslam güman oldum

    Halk içinde dirlik düzen dört kitabı doğru yazan
    Ak üstüne kara düzen ol yazdığı Kur'an benim
    Dost ile birliğe yeten buyruğu neyise tutan
    Mülk bezeyip dünya düzen o bahçevan hemen benim

    Ben bu yere buyurucak yeryüzüne gün urucak
    Ulu deniz mevc urucak Hace dahi hemen benim
    Diller damaklar şaşıran ışk kazanını taşıran
    Hamza'yı dağdan aşıran o ağulu yılan benim

    Yunus değil bunu diyen kendiliğidir söyleyen
    Mutlak kafir inanmayan evvel ahır hemen benim
    Sözcükler:
    Bünyad urmak: temel kurmak,

    Sayvan: çardak, gölgelik,

    Mevc urmak: dalgalanmak, denizde dalga yapmak

    Hace: hoca, ulu, bilgin, sahib

    14.

    Muhammed ile bile miraca ağan benim

    Ashab-ı Suffeyile yalıncak kalan benim

    Sabr ile kanaatı verididim bunlara
    Kırk kişi bir gömlekten başın çıkaran benim
    O kırkından birine neşteri çaldımıdı
    Kırkından kan akıtıp ibret gösteren benim

    Adem peygamber ile Havva yaratılmadan
    Uçmak'dan sürülüben o müflis olan benim
    Musa peygamber ile binbir kelime kıldım
    İsa peygamber ile göklerde kalan benim

    Ömer i Hattab ile çok adl u dad işledim
    Oğluyla fısk içinde anda basılan benim
    İbrahim Edhem baktı tac u tahtı bıraktı
    Hak yoluna uyaktı o sırrı duyan benim

    Abdürrezzak o derviş yoldaş edindi beni
    Hallacı Mansur ile dâra asılan benim
    Adımı Yunus taktım sırrım aleme çaktım
    Bundan ileri dahı dilde söylenen benim

    Sözcükler:

    Müflis: iflas etmiş, tükenmiş,

    Yalıncak: çırıl çıplak,

    Ashab-ı Suffe: Kırklar,

    Adl u dad: adalet ve vergi,

    İbrahim Edhem: Belh sultanı ve tacını tahtını terkeden büyük İranlı mutasavvıf. ölm. 776-7,

    Abdürrezzak: Şeyh-i Sanan adıyla tanınan, türbesi Tiflis çevresinde bir mutasavvıf şeyhi

    15.

    Çün bende buldum ben Hakkı şekk ü güman nemdir benim

    O dost yüzün görmezisem bu gözlerim nemdir benim

    Gelsin münacat eyleyen doksan bin hacet söyleyen
    Taşra ibadet eyleyen görün o dost nemdir benim
    Musa olup Tur'a çıkam nur oluban gözden bakam
    Söz oluban dilden çakam sur u negam nemdir benim

    Musa varır Tur'a çıkar orya varır nura bakar
    Dosttan gayri zerre kadar bu gözlerim görmez benim
    Uş beni ben cemeyle
     
  2. bluedream

    bluedream Daimi Üye

    YUNUS EMRE

    Yunus Emre hakkındaki bilgiler kesin olmamakla beraber 1238 yılında doğduğu ve 1320´de hakka yürüdüğüdür şeklindedir. Anadolu´nun bir çok bölgesinde Yunus Emre´ye ait olduğu iddia edilen mezarlar vardır. Her ne kadar bazıları gizlemeye çalışsa da Yunus Emre bir Alevidir. Sanatıyla, düşüncesiyle kendinden sonraki kuşakları etkileyecek kadar büyük bir kişilik Yunus Emre, bu kişiliğe giden yolda ilk dersi büyük Alevi önderi Hacı Bektaşı Veli´den almıştır.

    Yunus Emre Anadolu´da hüküm süren Selçuklu devletinin halkı zulüm altında tuttuğu, baskılar uyguladığı ve bir de durmaksızın yinelenen Moğol saldırılarının olduğu bir dönemde yaşamıştır. Bu dönemde bir de kıtlık olunca Anadolu insanı daha da perişan oldu. Perişan olanlardan biri de Yunus Emre´ydi. Hacı Bektaşı Veli´nin yapıtlarından "Vilayetname"´de geçen anlatıma göre Yunus Emre bu kıtlık olan yılda köyünden yola çıkarak ulu Hünkâr Hacı Bektaşı Veli´nin dergâhına varıp biraz buğday isteyecekti. Giderken eli boş gitmemek için yolda heybesine alıç doldurdu. Ulu Hünkâr´ın huzuruna varıp halini anlattı. Bir kaç gün misafir kaldıktan sonra gitme vakti gelmişti. Hünkâr, Yunus´a şöyle dedi: "Buğday mı verelim nefes mi?" Yunus: "Nefesi ne edeyim, eşim çocukların aç bana buğday verin." Bunun üzerine Yunus´a buğday verdiler. Yunus dergâhtan ayrılınca yaptığı hatayı fark etti ve tekrar dergâha döndü. Halifeler durumu Hünkâr´a bildirdiler, o da: "Biz kilidin anahtarını Tapduk Emre´ye sunduk. Varsın ondan nasibini alsın." dedi. İşte asırlardır güncelliğini ve derinliğini koruyan Yunus Emre kişiliğinin başlangıç noktası burasıdır. Yunus bundan sonra yıllarca Tapduk Emre´nin dergâhında emek verir. Bu aynı zamanda eğitimdir de. Bu eğitim sonucu öğrendiklerini insanlarla paylaşmak için bütün Anadolu´yu gezer.

    YUNUS EMRE´NİN DÜŞÜNCELERİ

    Yunus Emre, vahdet-i vücut (varlığın birliği) öğretisine ulaşan bir tasavvuf felsefi yorumunu benimsemiştir. Vahdet-i vücut felsefesine göre; "Tanrıdan başka varlık yoktur. Var olan her şey onun çeşitli biçimlerde görünmesidir".

    Yunus Emre şiirlerinde insan, Tanrı, varlığın birliği, sevgi, yaşama sevinci, barış, ölüm, olgunluk, alçakgönüllülük gibi konuları dillendirmiştir. Bütün bu kavramları insanların anlayabileceği sözcüklerle yalın bir şekilde belirtmiştir.Yunus Emre´ye göre insan bir sevgi varlığıdır. Yunus Emre sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı diye yorumlar. "Yaratılanı severiz yaratandan ötürü". Sevginin amacı yüce yaratıcıyla bütünleşmektir. Sevginin olduğu yerde öfke, kırgınlık, kızgınlık olmaz. Sevginin değerini yalnız seven bilir. Sevmek bilgelik, emek, olgunluk ister. Tanrı ışığından mahrum kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlıkları (yaratılanları) birbirine bağlayan, onları tanrısal evrene yönelten sevgidir. Yaşamak belli nesnelerle (eşyalara) sahip olmak, sadece gelip geçici varlıklar edinmek için çırpınmak değildir. Böyle bir yaşam biçimi insanı sevgiden dolayısıyla yüce yaratıcıdan uzaklaştırır.

    Yunus Emre´ye göre gerçekte ölüm yoktur. Ölüm ruhun bedenden ayrılıp yaratıcısına dönmesidir. Bu nedenle ölüm ruhla beden arasında bir ayrılıktır. Yunus Emre´yi anlamak, ondaki derin sevgiyi çözmek günümüzde yaşanan sorunları da çözmek anlamına gelir.


    alıntıdır
     

Sayfayı Paylaş