Akil kişi, kemâl taleb eder. Akıllı insanlar az konuşur. Çok söyleyenler, yalnız ahmaktırlar. Allah dostları o kişilerdir ki, insanlar dünyanın görünüşüne baktıkları zaman, onlar dünyanın iç yüzünü görürler. Allah´ın hışmından kurtulmuş olan, bir tek zâlim yoktur. Amelsiz sevâb dileyen, yaysız ok atmaya kalkan kişiye benzer. Az ibâdet edip çok çalışmak, çok ibâdet edip az çalışmaktan efdâldir. Azim ve sebat, insanların en büyük yardımcısıdır. Başkalarının felaketinden hisse kapanlar, geçmiş musîbetlerden ders alanlar, cidden bahtiyar insanlardır. Bâtıla yardım eden, Hak´ka zûlmeder. Bedenin orucu, irâde ve ihtiyarla azaptan korkup sevâba girmeyi, ecre nâil olmayı dileyerek yemekten kesilmektir. Nefsin orucu, beş duyuyu öbür suçlardan çekmek, kalbi de bütün şer sebeplerinden ayırmaktır. Kalbin orucu, dil orucundan; dilin orucu, karnın orucundan hayırlıdır. Bir hakikatı müdafaa ederken, ona evvelâ kendimiz inanmalıyız. Sonra da, başkalarını inandırmaya çalışmalıyız. Bir hata işlediğiniz vakit, onu itiraftan çekinmeyiniz. Eğer böyle yaparsanız, o hatayı görmüş olanların, aleyhinize verecekleri hükmün önüne geçersiniz. Bir kişiyi lâyığından fazla övmek riyâdır, dalkavukluktur; lâyığından az övmek ise ya dilsizlikten ileri gelir, ya hasedden. Birinin aleyhinde söylenen sözü dinleyen, o sözü söyleyen gibidir. Bu ümmetin en hayırlıları hakkında bile Allah´ın azâbından emin olmamalısın; çünkü yüce Allah; «Allah azâbından emin olanlar ancak zarara uğramış topluluklardır» buyurmuştur. (A´raf 99. âyet) Bu ümmetin en kötüsü hakkında bile Allah´ın rahmetinden ümit kesmemelisin; çünkü yüce Allah; «Allah´ın rahmetinden kâfir olan topluluktan başka kimsecikler ümit kesmez» buyurmuştur. (Yûsuf 87. âyet) Can gözü kör olunca gözle görüşün faydası yoktur. Cömertlik, istemeden vermektir. İstendikten sonra vermekse utançtandır ve kötüdür. Dil yırtıcıdır; yuları bırakıldı mı salar, parçalar. Dilinizi dâimâ iyi kullanınız. O sizi saadete götürdüğü gibi, felâkete de götürebilir. Dost, kardeşini üç hâlde korumadıkça tam dost olamaz. Düşkünlüğünde, kendisi bulunmadığı vakit, ölümünden sonra. Dostunu ihtiyâtla sev, olabilir ki bir gün sana düşman olur; düşmanınla da ihtiyâta riâyet ederek düşmanlıkta bulun, olabilir ki bir gün sana dost kesilir. Dünyada açları doyurmak kadar büyük iyilik yoktur. Bunu yapanlar, âhirette mutlaka mükafatını bulur. Eğer giriştiğin herhangi bir davada haklı isen korkma. Hakkı müdafaa edenin yardımcısı Allah´tır. Eğer hayırlı bir iş görmek istersen, bugünün işini yarına koyma. Çünkü, yarına kadar ne olacağı belli değildir. Fena bir işe başlayacağın zaman da acele etme. Belki hayırlı bir düşünce, sana o fenalıktan gelecek olan tehlikeye mani olur. En kuvvetli kişi, kendi nefsine galip olan kişidir. Evlâtlarınızı yaşayacakları zamana göre, terbiye ediniz. Ey Ãdemoğlu, ihtiyacından fazla kazandığın şeyi, başkası için biriktirmedesin. Fazîlet sahibinin kıymetini, ancak fazîlet sahibi bilir. Hain kişilere vefâda bulunmak, Allah´a hıyânette bulunmaktır; hainlere gadretmekse, Allah´a vefâ etmek demektir. Hakiki dost; sıkıntılı zamanlarda, senin gurur ve izzet-i nefsini kırmadan, sana yardım edenlerdir. Haksızlık önünde eğilmeyiniz. Çünkü, haksızlıkla beraber, şerefinizi de kaybedersiniz. Hayatın, karşısına çıkardığı müşkül hadiselere sabır ve tahammül et. Onları, hiç kimseden bilme ve hiç kimseye karşı kalbinde bir buğz ve adâvet besleme; hiç kimseye hiddet ve şiddet gösterme. Bu suretle hareket edersen, en büyük müşkülleri bile yenersin ve sen de âİnsân-ı kâmilâ mertebesine erersin. Her şeye ibretle bakınız ve gördüklerinizden ibret alınız. Her şeyin sonunu uzun uzun düşünen ve bir türlü karar veremeyenlerden, şecâat ve cesaret namına, hiçbir şey beklenemez. Herkes için tatlı, acı bir son vardır. Hiç kimsenin hatasını yüzüne vurmayınız. O hatayı işleyene hatasını, başka birini misal göstererek anlatınız. Hiçbir işte lüzumundan fazla aceleci olma. Teenni (dikkatli davranma) sahibi olanlar, kendilerini bir çıkmaza girmekten muhafaza etmiş olurlar. İhtirâs; feyiz ve kemâlin en büyük düşmanıdır. İlim, hiçbir servet ile satın alınamaz. Onun içindir ki, bir cahil ne derece zengin olursa olsun, en fakir bir âlim ile mukayese olunamaz. İnananın yüzünde güleçlik vardır, kalbindeyse hüzün. Gönlü her şeyden geniştir, nefsi her şeyden alçak. Yücelikten nefret eder, şöhrete düşmandır, gamı gussası uzundur, düşünmesi derin, susması fazladır. Vakti yoktur, çok şükreder, çok sabreder, düşünceye dalmıştır. İhtiyacı olanları görünce, kendi ihtiyacını hatırlamaz bile. Hûyu güzeldir, geçinmesi hoş ve yumuşak. Şeref ve din bakımından serttir, hûy bakımından alçak. İnsanların en acizi insanlardan kardeş edinemeyendir; ondan daha acizi ise kardeş edindikten sonra onu yitirendir. İnsanların kıymeti, yaptıkları iyilikler ile ölçülür. İnsanlarla öyle geçinin ki öldünüz mü ağlasınlar size; sağ kaldınız mı sevgiyle çağırsınlar sizi. İyilik ediniz, onun mukabilinde fenalık göreceğinizi, katiyyen aklınıza getirmeyin. Kardeşi için kuyu kazan, o kuyuya akibet kendisi düşer. Kendi aybına bakan kimse ve onu ıslaha çalışan kişi, halkın ayıbına bakmaz. Kendisini tanıyan kişi, Allah´ını da tanır. Kim bir işte halka öncü olursa, başkasını terbiyeye kalkmadan kendisini terbiye etmeli. Bu terbiye de diliyle öğüt vermeden önce, hûyuyla öğüt vermek suretiyle olmalı. Nefsine muallim olup kendini terbiye eden kişi, insanlara muallimlik edip onları terbiye edenden daha fazla ululanmaya değer. Kim; halkın ayıplarını görür, onları kınar, fakat kendisi de o işleri yaparsa, ahmağın ta kendisidir. Merhamet ve ibâdetlerin en hayırlısı, gizli sadaka vermek ve inzivâ köşesinde ibâdet etmektir. Mü´min, insanların ezâsına tahammül eden, fakat hiç kimsenin ondan incinmediği kişidir. Mü´min, kardeşlerine karşı ululanmaya, ona güler yüz göstermemeye başladı mı ondan ayrıldı demektir. Ne kadar tenha bir yerde olursa olsun bir fenalık yaparken, seni hiç kimsenin görmediğine hükmetme. Seni,mutlaka bir gören vardır. O da Allah´tır. Nefsine hâkim olman, en üstün güç, kudrettir. Ona buyruk yürütmen en hayırlı emârettir. Öyle bir kimseyi dost tut ki, aranızda kardeşlik husule gelsin ve senin bulunmadığın yerlerde, seni müdafaa etmek için, düşmanlarınla pençeleşsin. Sabır ikidir; istemediğin, hoşlanmadığın şeye sabretmek; sevdiğin dilediğin şeye sabretmek. Size beş şey vasiyyet ediyorum ki, develere binip seferlere düşseniz de onları elde etseniz değer mi değer; Hiç biriniz Rabbinizden başkasından bir şey ummasın; günahından başka bir şeyden korkmasın; hiç biriniz kendisinden bilmediği bir şey sorulunca bilmiyorum demekten utanmasın; hiç bir kimse bilmediği bir şeyi öğrenmekten çekinmesin; sabredin, çünkü sabır îmana nispetle cesetteki baş gibidir. Başı olmayan bedenden hayır, sabır olmadıkça da îmandan hayır gelmez. Sorun bana beni yitirmeden; çünkü andolsun Allah´a, Kur´ân´da hiçbir âyet yoktur ki niçin ve kimin hakkında indi, nerde indi, düzlükte mi, dağlıkta mı, hepsini de en iyi bilenim ben. Gerçekten de Rabbim bana, anlayan bir akıl, söyleyen bir dil ihsân etmiştir. Sükût, yalan söylemekten ve başkalarını çekiştirmekten herhâlde evlâdır. Şahsınıza fenalık eden bir düşmanı affediniz. Lâkin vatanınıza ve milletinize fenalık eden bir kimseyi, asla affetmeyiniz. Şer´den çekinen kişi, hayır yapana benzer; suçtan sakınan kişi, iyilikte bulunana döner. Şeref ve namus, en büyük hazinedir. Onlara mâlik olanlar, hayatlarını dâimâ memnun ve mesut geçirir. Tevâzu gösteriniz ki, halkın hürmet ve tekrimini (saygısını) kazanasınız. Tövbe etmek elinde iken, ümidini kesene şaşarım. Yalancılardan uzak bulununuz. Çünkü onlarla ülfet ve ünsiyyet ederseniz, sizde yalancı olursunuz.
Hz.İmâm Hasan, Hz.Ali ile Hz.Fâtıma´tüz Zehra´nın evliliklerinden dünyaya gelen ilk oğullarıdır. Hz.Muhammed´in sevgili torunu olan Hz.İmâm Hasan, Hicret´in 3.yılı Ramazan ayının 15. gününde Medine-i Münevvere´de dünyaya gelmişlerdir. Hz.İmâm Hasan´ın, 5 kız 11 erkek olmak üzere, 16 evlâtları olmuştur. Hz.İmâm Hasan´ın künyeleri; âEbû Muhammedâ, lâkapları âMüctebââ, âZekiâ, âSıbtâtır; en meşhur lâkapları ise âSeçilmişâ anlamına gelen âMüctebââdır. Hz.Muhammed, sevgili torunları Hz.İmâm Hasan ve Hz.İmâm Hüseyin´i pek çok severler ve onlar hakkında; âHasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridir, ulularıdırâ, âOnlar dünyada benim iki demet çiçeğimdirâ der ve onlara; âOğullarımâ diye hitab ederlerdi. Hz.Peygamber; Hz.İmâm Hasan ve Hz.İmâm Hüseyin hakkında; âAllah´ımâ buyurmuşlar; âBen bu ikisini severim, sen de bunları ve bunları sevenleri sev; bunlar benim ve kızımın oğullarıdır.â Yine bir hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardı: âOnları seven beni sever, beni seven ise Allah´ı sever; Allah´ı seveni Allah cennete koyar; onlara buğzeden bana buğzeder; bana buğzeden Allah´a buğzeder; kendisine buğzedeni ise Allah cehenneme atar.â Hz.İmâm Hasan, göğüslerinden başlarına dek, Hz.Resûl-ü Ekrem´e benzerlerdi. Bilhassa yüzleri Cenâb-ı Peygamber´e çok benzerdi. Hz.İmâm Hasan, ahlâk bakımından insanlara bir örnekti ve cömertliği de çok fazlaydı. Hz.Muhammed´in bir hadîslerinde, Hz.İmâm Hasan hakkında: âBu benim oğlum seyyid´dir. Allah, onun vasıtasıyla Müslümanlardan iki büyük bölüğün arasını uzlaştıracaktırâ buyurdukları da zikredilmektedir. Hz.Ali, Hak´ka kavuştuktan sonra Hz.İmâm Hasan, kendilerini gasledip kefenlemişler, namazını kılmışlar, aynı gece sabaha karşı şimdiki türbelerinin bulunduğu yere, Necef (Irak) şehrine yerleştirmişlerdir. Hz.İmâm Hasan, babaları Hz.Ali´yi türbelerine yerleştirdikten sonra zengin, fakir bütün halkı topladı. Taziye şartları yerine getirildikten sonra, Ramazan ayının 21.günü Kûfe mescidinde halka buyurdu ki; âBu gece, öyle bir zât vefât etti ki; Resûlullah´tan başka, ne evvel gelenler içinde onun derecesini aşan vardır; ne sonra gelecekler arasında bulunur. O, Resûlullah´ın mâhiyyetinde savaşır, canıyla onu korurdu. Cebrâil sağında giderdi onun, Mikâîl solunda. Allah´ın izniyle, gittiği yeri fethetmeden dönmezdi. Meryemoğlu Ãsâ´nın göğe ağdığı, Mûsâ´nın vasîsî Yûşâ´ın vefât ettiği, Muhammed´e Kur´ân´ın indiği gece vefât etti. Altın ve gümüş olarak ancak yediyüz dirhem bıraktı.â Söz buraya gelince Hz.İmâm Hasan dayanamayıp ağlamaya başladı; halk da ona uydu. Sonra buyurdu ki; âEy insanlar, beni bilen bilir, bilmeyen bilsin ki benim Ali´nin oğlu Hasan. Benim insanlara müjde verenin, benim insanları korkutanın, benim Muhammed´in oğlu. Benim Allah izniyle insanları Allah´a çağıranın oğlu. Benim o «Ehl-i Beyt»ten ki; Allah, her türlü kötülüğü giderdi onlardan; tertemiz etti onları. Benim o «Ehl-i Beyt»ten ki; Cebrâil, evimize inerdi bizim; evimizden ağardı göğe. Benim o «Ehl-i Beyt»ten ki; onları sevmeyi her Müslümana farzetmiş ve Allah buyurmuştur ki; «De ki; Risâletimin (Peygamberliğimin) tebliği hususunda, akrabamı (Ehl-i Beyt´imi) sevmenizden başka hiçbir ücret istemiyorum. Her kim iyilik kazanmışsa onun mükâfatını arttırırız..»â (ŞÃ»râ 23.âyet) âyeti kerimesini okuduktan sonra; âYapılan güzel ve iyi iş, bizi «Ehl-i Beyt´i» sevmektir.â Hz.İmâm Hasan vaazdan sonra buyurdular ki; âPeygamberlik tahtının sultanlık vârisi, velilik mülkü hakiminin yerine geçen benim ki, atam sizi dinine davet etti. Babam da size hidâyet saadetini eriştirdi. Bende şimdi sizi onların yoluna davet etmekteyim. Ve gerçek biliniz ki; bana uymak onlara uymaktır, bana karşı koymak onlara karşı koymaktır.â Söz buraya gelince Abbas oğlu Abdullah ayağa kalktı: âEy insanlarâ dedi; âBu şehzade, Allah´ın Resûlü´nün oğludur. Bizden, imâmetine râzı olduğunuzun sözünü ve bey´atı kabul ettiğinizin gösterilmesini istiyor. Ne dersiniz?â Orada bulunanların hepsi bağrıştılar: âCanla, başla kabul ediyoruzâ dediler ve Hz.İmâm Hasan´a bey´at ettiler. Hz.İmâm Hasan´a, kısa zamanda otuz bin mücahit bey´at etti. Bunları duyan Şam Hâkimi Muâviye, sarsıldı. Altmışbin kişilik bir askerle Irak´ı zaptetmek için yürüdü. Hz.İmâm Hasan´da kırk bin mücahidi ile onu karşılamak üzere Kûfe şehrinden dışarı çıktı. Hz.İmâm Hasan, çok vakitte şöyle düşünürdü: âBen kendi isteğimle düşmanlığı ortaya koymam. Ve kimse ile dünya saltanatı için kavga etmem.â Şam´da Vâli olarak bulunan Muâviye ise Basra ve Kûfe´ye birer adam göndermiş, halkı Hz.İmâm Hasan´ın aleyhinde kışkırtmaya başlamıştı. Sonra bu adamlar tutulup öldürüldüler. Hz.İmâm Hasan´ın ordusunda, kendilerine ve âEhl-i Beyt´eâ candan bağlı olanlar pek azdı. Bu topluluğun içerisinde olanlardan; kimisi dünyalık elde etmek için uğraşmadaydı; kimisi şüphe içindeydi, kime kul olacağını bilemiyordu; kimisi yel ne yandan eserse, öte yana eğiliyordu; kimisi de Hâricîlerin inançlarına kapılmıştı. Çünkü; İslâm´ın düştüğü ayrılık, aykırılık, görüşlerin birbirine zıt oluşu, vahdetin kalmayışı, paranın ve servetin hâkimiyeti îman kudretini zayıflatmıştı. Muâviye ise bu ortamda; Hz.İmâm Hasan´ın taraftarları arasına nifâk sokmak için bir an bile boş durmuyor ve devamlı adamlar göndererek; bu ayrılığı, bu aykırılığı; re´yle, kıyasla daha da derinleştiriyor, daha da genişletiyor ve daha da körüklüyordu. Muâviye´nin gönderdiği bu adamlar; vaatle, parayla, tehditle adam avlıyorlar ve belli başlı kişileri Hz.İmâm Hasan´dan ayırmaya çalışıyorlardı. Bu yaşanılan olaylardan sonra Hz.İmâm Hasan: âEy Iraklılar! Bize yaptıklarınızdan dolayı Allah´tan korkun; biz, sizin hem emiriniziz, hem konuğunuz. Hakkımızda, Allah´ın «Ey âEhl-i Beytâ, Allah sizden günahı, her türlü fenalıkları ve kötülükleri giderip sizi kemâl üzre tertemiz tathir etmek ve pâk kılmak murad eder.» (Ahzâb 33.âyet) âyet-i kerîmesinde buyurduğu; «Ehl-i Beyt» biziz.â dediğinde mescidde ağlamadık kimse kalmamıştı; fakat ne çâre ki gözyaşı, düşmanı ne mağlup ediyor, ne de yok ediyordu. Şam Vâlisi Muâviye, bu ortamda Hz.İmâm Hasan´a uzlaşma teklifinde bulunmuştu. Hz.İmâm Hasan´da bunun üzerine adamlarına şöyle hitâb etmişlerdi: âBiz Şamlılarla, bir şüphe üzerine savaşmadığımız gibi, savaştığımızdan dolayı da bir nedâmet duymamaktayız. Onlarla, esenlikle, sabırla savaştık. Ama şimdi esenlik, düşmanlığa dönüştü; sabır ise telâşa, kargaşaya. Siz Sıffıyn´e giderken dîniniz, dünyanızın önündeydi; (Dîninize uymuştunuz, dünyanızı ardınıza atmıştınız.) bugün ise öyle bir hâldesiniz ki; dünyanız, dîninizin önünde. Duyun, bilin ki; size karşı biz, evvelce nasılsak yine öyleyiz; ama siz, bize karşı eskisi gibi değilsiniz. Duyun, bilin ki; siz, öldürülenlerden iki bölüğün ortasındasınız; Sıffiyn´de öldürülenlere ağlıyorsunuz. Nehrevan´da öldürülenlerin öclerini almak istiyorsunuz. Kalan yenilgiye uğramış, yapa-yalnız, hor-hakir; ağlayan, öc alma sevdasında. Muâviye, bizi öyle bir işe çağırıyor ki; onda ne bir yücelme var, ne bir adâlet. Ölümü göze alıyorsanız, teklifini reddedelim; yaşamayı istiyorsanız, kâbul edelim; hangisine râzıysanız bildirin.â Hz.İmâm Hasan´ın bu hitâbesinden sonra, karşısındaki topluluk her yandan bağrışarak; âyaşamayı, uzlaşmayıâ istediklerini bildirdiler. Hz.İmâm Hasan, bunun üzerine; âVallâhiâ buyurmuşlardı; âBen bu işi, Muâviye´ye teslim etmezdim; fakat yardımcı bulamadım. Yardımcı bulsaydım, gecemde de onunla savaşırdım, gündüzümde de; sonunda ise Allah, benimle onun arasında hükmederdi.â Yaşanılan bu olaylardan sonra Hz.İmâm Hasan, Kûfe halkından vefâ görmeyerek; âBarış, her şeyden hayırlıdırâ diyerek, Şam Vâlisi Muâviye tarafından, kendisine teklif edilen uzlaşma şartlarını kabul etmiş ve Muâviye ile bazı şartlarla antlaşma yapmak zorunda kalmıştı. Hz.İmâm Hasan ile Şam Vâlisi Muâviye arasında Hicretin 41.yılında yapılan antlaşma şartları şunlardı: 1. Halkın; Allah´ın kitabına, Resûl´ünün sünnetine uygun olarak idare edilmesi. 2. Hz.Ali ŞÃ®a´sından olanlara, hiçbir sûretle kötülükte bulunulmaması. 3. Hz.Ali´ye kötü söz söylenmemesi. 4. Hak sâhiplerine, Cemel ve Sıffiyn savaşlarında şehit olanların evlâtlarına, haraç mallarından pay verilmesi. 5. Muâviye´nin, kendisinden sonra, yerine birisini halîfe yapmaması. Muâviye, uzlaşma yazılıp taraflar ve tanıklar imzaladıktan sonra Nuhayle´ye gitti; orada okuduğu hutbede; âBenâ dedi, âHasan ile bazı şartlara uyacağımı vaad ederek uzlaştım; ama o şartların hepsi de ayağımın altında; onların hiçbirini yerine getirmeyeceğimâ dedi. Ve dediğini de yaptı. Muâviye uzlaşma şartlarının hiçbirisine riâyet etmedi. Daha Kûfe´deyken okuduğu hûtbede; âYapı yapıldıktan sonra iskele nasıl yıkılırsa, bende barış şartlarını yıktımâ dedi. Muâviye, mescidlerde bile Hz.Ali´ye kötü sözler söyletti. Hatta Medine´de, Mescid-i Nebevî´de (Hz.Peygamber´in mescidinde), ashâbın itirazlarına ve mü´minler anası Ümmü Seleme´nin bizzât meclise gelip; Muâviye´nin yüzüne karşı; âHz.Ali´ye sövenin, Hz.Resûl-ü Ekrem´e sövmüş olacağına, Hz.Resûl-ü Ekrem´e sövenin ise, Allah´a sövmüş bulunacağınaâ dâir hadîs-i şerifi söylemelerine rağmen, inadında ısrâr etti. Bu kötü âdet de, Emevilerin hüküm sürmüş olduğu 80 yıl boyunca devam etmiş ve Emevilerden Ömer bin Abdül´aziz´in hükümdarlığında son bulmuştur. Hz.İmâm Hasan, Muâviye ile barış yaptıktan sonra âEhl-i Beyt´iâ ile Medine´ye geri döndüğü zaman, düşmanlık yapanlar fitnenin tahrik edileceği zannına düşerek, Hz.İmâm´ın ortadan kaldırılması için bazı fesâdçıları kışkırttılar ve Hz.İmâm´ın Basra´da olan yakınlarından otuz sekiz mü´mini, bir bahane ile öldürtüp türlü suçlar işlediler. Sonunda Muâviye, Mervan aracılığı ile Hz.İmâm Hasan´ın zevcesi olan Câde´ye bir haber göndererek, Hz.İmâm´ı zehirleyip şehit ettiği takdirde, kendisini oğlu Yezîd´e alacağını ve bin dirhem para vereceğini vaat etti. Vefâsız Câde; bu sözler üzerine Hz.İmâm Hasan´a kastetmek için, Mervan tarafından gönderilen zehirli balı karıştırarak, o gün Hz.İmâm´a sundu. Hz.İmâm o zehirli balı yedikten sonra rahatsızlandı ve Hz.Resûlullah´ın türbesine gidip duâ ederek şifâ buldu. Câde, sonra yine bir fırsatını bulup Hz.İmâm´a, bu defa da zehirli hurmalar sundu. Hz.İmâm Hasan, hiçbir şey düşünmeyip zehirli hurmalardan yemiş ve yine mizâcı bozulmuştu. Bunun üzerine Hz.İmâm Hasan, Câde´ye sordu: âEy Câde, bu hurmayla halim değişti. Sebebi ne acaba?â Câde, türlü özürler dileyerek Hz.İmâm´ın şüphesini giderdi. Hz.İmâm Hasan, dertlilere şifâhane olan Hz.Resûlullah´ın türbesine giderek tekrar şifâ buldu. Câde, en sonunda yine bir fırsatını bularak, Sefer ayının 28. Cuma gecesi Hz.İmâm Hasan´ın kaldığı eve gizlice giderek; Hz.İmâm´ın, su içtiği testinin içine zehirli elmas zerrelerini dökerek su ile karıştırdı. Ve yine evine gizlice geri döndü. Hz.İmâm Hasan, bu testiden içtiği su ile zehirlenip, Hicret´in 49. yılı (Milâdi 669) Safer ayının 28. günü gecesi Medine´de Hak´ka kavuşmuştur. Hz.İmâm Hasan, Hak´ka kavuştuklarında 47 yaşlarında idi. Hz.İmâm Hasan Hak´ka kavuşmadan önce, Hz.İmâm Hüseyin, kendilerine bu işi kimin yaptığını sormuşlardı. Hz.İmâm Hasan: âEy sevgili kardeşim. Benim bildiğimi sende bilirsin; fakat onu Allah´a havale ettimâ buyurup bir şey söylememişler ve çocukları ile ashâbına ibâdetten geri kalmamalarını vasiyyet etmişlerdir. Hz.İmâm Hasan daha sonra kardeşi Hz.İmâm Hüseyin´e vasiyyet ederek; imâmlık emanetlerini teslim etti ve âAtaları Hz.Resûlullah´ın yanına defnedilmelerini, fakat buna engel olanlar bulunursa, savaşa, kan dökülmesine girişilmemesini, Bakî mezarlığına götürülmeleriniâ buyurmuşlardır. Hz.İmâm Hasan´dan sonra imâmet, kardeşi Hz.İmâm Hüseyin´e intikal etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Vecîzelerinin Bir Kısmı Barış herşeyden hayırlıdır. Ben kendi isteğimle düşmanlığı ortaya koymam ve kimse ile dünya saltanatı için kavga etmem. Bizler, hikmet hazinesinin muhafızları ve velilik meydanının şehsüvarlarıyız. Bizce bilinenler sizce bilinmez. Ve bizim idrâk ettiğimiz sırlar, sizin idrâkınızdan uzaktır. Ey şeriat hükümlerinin eşiğinde oturanlar, ey ibâdet ve gönül temizliği meydanında hazır bulunanlar: Hz.Mustafa´nın o din müjdecisinin oğluyum ben. Allah korkusunu ümmete bildiren Muhammed´in oğlu benim. Peygamberlik tahtının sultanlık varisi, velilik mülkü hakiminin yerine geçen benim ki, atam sizi dinine davet etti. Babam da size hidâyet saadetini eriştirdi. Ben de sizi şimdi onların yoluna davet etmekteyim ve gerçek biliniz ki, bana uymak onlara uymaktır. Bana karşı koymak onlara karşı koymaktır.
Hz.İmâm Hüseyin, Hicret´in 4. yılında Şaban ayının 3. gününde Medine-i Münevvere´de dünyaya gelmişlerdir. Hz.İmâm-ı Ali ile Hz.Fâtıma´tüz-Zehrâ´nın ikinci oğullarıdır. Hz.İmâm Hüseyin´in künyeleri; âEbû Abdullahâ, lâkapları; âSıbt, Şehit, Tâbi´li emr´illah (Allah´ın emrine uyan), Zeki ve Mübârekâ tir. Hz.İmâm´ın 5 erkek, 3 kız olmak üzere 8 evlâtları olmuştur. Erkek evlâdının üçünün adı Ali´dir; içlerinden sadece Ali Zeynel Ãbidin kendilerinden sonra hayatta kalmış ve soyları Hz.İmâm Zeynel Ãbidin Ãli´den yürümüştür. Ali Ekber ile süt emer bir çağda bulunan Ali Asgar ise Kerbelâ´da şehit olmuşlardır. Hz.Peygamber bir hadîslerinde; âHüseyin bendendir, ben Hüseyin´denim; Hüseyin´i seveni Allah severâ buyurmuşlardır. Bu sözü söyleyenin kendi dileğine uyup söz söylemediği, sözünün vahye uygun olduğu Kurân-ı Kerîm´de; â(3) O, arzusuna göre söz söylemez. (4) O´nun sözü kendisine vahiy olunan bir vahiyden başka bir şey değildirâ (Necm 3-4. âyetler) âyetleri ile bildirilen ve yine; âElbette Rabbin sana ihsân edecek, sen de hoşnut olacaksınâ (Duhâ 5.âyet) âyeti ile müjdelenen iki cihân serveri, Peygamberlerin sonuncusu ve adı Allah adından sonra anılan, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz.Muhammed´dir. Hz.Resûl-ü Ekrem´in, Hz.Fâtıma´nın evlerinin önünden geçerlerken, Hz.İmâm Hüseyin´in ağladıklarını duyup, Hz.Fâtıma´ya; âBilmez misin ki onun ağlayışı beni incitirâ buyurdukları da bildirilmektedir. Hz.Resûlullah yine bir hadîslerinde; âHasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin iki ulusudurâ demiş; âBabalarının, onlardan da hayırlıâ olduğunu buyurmuş ve onların; âArşın iki küpesiâ mesâbesinde olduklarını söylemiştir. Hz.Muhammed´in, bu iki göz nûru hakkındaki hadîslerini yazmaya kalksak ayrı ve büyük bir kitap olur. Hz.İmâm Hüseyin, babası Hz.Ali´nin yanından hiç ayrılmadı. Babası ile birlikte Cemel ve Sıffıyn savaşlarına katıldı. Bu savaşlarda yiğitliğini fazlası ile gösterdi ve kendisine herkesi hayran bıraktı. Hz.İmâm Hüseyin dünyaya geldiğinde, Hz.Resûl-ü Ekrem´in; âCebrâil´in onun şehâdetini kendilerine haber verdiğiniâ bildirdikleri rivâyet edilmiştir. Hz.Peygamber, Cebrâil Aleyhisselâm´dan bu haberi aldıklarında, İmâm Hüseyin´i kucaklarına alıp ağlamışlardı. Ümeys kızı Esmâ, ağlayışlarının sebebini sorunca, Hz.Peygamber; âAzgın bir tâife, onu öldürecek; onlar şefâatime nâil olamazlarâ buyurmuşlar ve bunu Fâtıma´ya haber vermemesini söylemişlerdi. Hz.İmâm Hüseyin´in doğumlarından bir yıl sonra Hz.Peygamber´e, Hz.İmâm Hüseyin´in şehâdeti yine haber verilmişti. Mü´minler anası Ümmü Seleme´de kendi evinde, Hz.Resûl-ü Ekrem´in; âİmâm Hüseyin´in Kerbelâ´da şehit edileceğiniâ haber verdiklerini bildirmişlerdir. Hz.İmâm Hüseyin, kardeşleri Hz.İmâm Hasan´ın, Muâviye ile uzlaştıklarını duyunca, huzûrlarına varıp sebebini sormuşlardı; aynı zamanda da ağlamaktaydılar. Hz.İmâm Hasan´ın kardeşine cevapları şu olmuştu; âBundan önce babam Hz.Ali´nin uzlaşmasına sebep olan şey, bana da sebep oldu.â Hiç şüphe yok ki bu soru, Hz.İmâm Hasan´a itiraz yollu sorulmamıştı; böyle bir şey olamazdı da. Ancak Hz.İmâm Hüseyin´in, bu sorusu ilerideki kıyâmlarına aykırı gibi görülen bu uzlaşmanın sebebini daha da açıklatmak içindi. Hz.İmâm Hasan´ın vefâtlarından sonra Iraklılar, Muâviye aleyhine hareket tasarlamışlar, Hz.İmâm Hüseyin´e bey´at etmek istemişlerdi. Hz.İmâm Hüseyin´den; âMuâviye ile aramızda uzlaşma var; onu bozmak olmaz; Muâviye ölünce bu iş için gereken şeyi yapacağımâ cevabını almışlardı. Hz.İmâm Hüseyin, kardeşleri Hz.İmâm Hasan´ın vefâtlarından 9 yıl sonra ve Muâviye´nin ölümünden 2 yıl önce Mekke´ye gitmişlerdir. Burada Hâşim oğullarıyla,âEhl-i Beytâ dostlarını toplayıp onlara bir hutbe îrâd buyurmuşlar; âEhl-i Beyt´eâ ve âEhl-i Beytâ ŞÃ®a´sına yapılan zulümlerden bahsedip demişlerdir ki; âBugün ben size bâzı şeyler sormak istiyorum; sözlerim doğruysa gerçekleyin; değilse yalanlayın; sözlerimi duyun, yazın, yayın; sonra şehirlerinize boylarınıza dönünce emin olduğunuz, inandığınız kişilere sözlerimi duyurun, onları çağırın; çünkü ben, bu gerçeğin sörpüp yıpranmasından, yitip gitmesinden korkuyorum; ama; «Allah, kâfirler hoşlanmasa da nûrunu parlatır»â (Saf 8. âyet) Hz.İmâm bu hutbelerinde; âZâlimlerin her tarafı tuttuğunu, Müslümanların onlara âdetâ kul-köle kesildiklerini, îmansız kişilerin iş başına geçtiklerini, inananlara acımadıklarını, zayıflara şiddetli davrandıklarını, bütün bunlara karşı da Allah´ın kendilerine ululuk ihsân ettiği kişilerin sustuklarını, bu yüzden gazaba uğramaları ihtimâlinin pek kuvvetli olduğunu anlatmışlarâ ve hutbenin sonunda; âAllahımâ buyurmuşlardı; âSen bilirsin ki bu sözlerim, hükmetmeye rağbetimden, mal-mülk elde etmeyi dilediğimden değil; ancak senin dîninin yollarını göstermek, şehirlerini mâmur bir hâle getirmek istediğimden. Böylece de mazlûm ve çâresiz kullarının esenliğe ulaşmalarını, emirlerini, hükümlerini yerine getirebilmelerini sağlamak istiyorum.â Ve sözlerini şöyle bitirmişlerdi; âEy halk, bize yardım etmezseniz, hakkımızda insâfa gelmezseniz, zâlimler size musallat olurlar; Peygamberimizin dîninin nûrunu söndürürler. «Allah bize yeter ve ona dayandık, ona yöneldik ve varıp gideceğimiz onun kapısıdır.» (Ãli İmran 173. âyet)â Görülüyor ki Hz.İmâm Hüseyin kıyâma hazırlanmaktadır. Muâviye, Hicret´in 54. yılının sonlarında oğlu Yezîd´i, halîfe olmak üzere yerine seçmişti. O yıl Şam halkı, Yezîd´e bey´at etmişler; Muâviye, Medine´ye gitmiş orada halka bu bey´at işini açmış, oğlunu övmüş, halkı bey´ate hazırlamaya çalışmıştı. Hz.İmâm Hüseyin ve Hâşim oğulları bey´at etmemişlerdi; esâsen Hz.İmâm Hüseyin, Muâviye´ye de bey´at etmemiş ve Hz.İmâm Hasan bu hususta ısrar etmemesini Muâviye´ye söylemiş, o da kabûl etmişti. Muâviye, Hicret´in 60. yılında, 83 yaşında iken öldü ve yerine oğlu Yezîd geçti. Yezîd´in o makama geçmesi ile Müslümanlık; Saltanatı sarayıyla-debdebesiyle, vezirleriyle- nedimleriyle, ordusuyla-kumandanlarıyla, zindanıyla-cellâdıyla, ihsânıyla-in´âmıyla, zulmüyle-kahrıyla ve saltanat hânedanıyla-keyfi idâresiyle, hazînesiyle ve yoksul sürünen halkıyla kurulmuştu. Ahlâk selâmeti, bencillikten, benlikten çekinmek esası, insan birliği ve eşitliği üzerine kurulmuş olan İslâm dîni; Câhiliyye devrindeki soy-boy rekabetinin yeniden canlanması, halka emredip dünyayı sömürme gayreti, zenginliğin gözleri kamaştırması, gönülleri avuç içine alması, meşrû mülkiyetin, gayri meşrû mâlikânecilik şekline girmesi, yüzünden bu hâle gelmişti. Bu dönemde Hz.Resûlullah´ın bıraktığı iki emânetten biri olan Kur´ân´ı Kerîm´in hükmü isteğe uyduruluyordu; âEhl-i Beyt´iâ ise her yerde kahrediliyordu artık. Bu zulme karşı çıkanlar; İslâm´ın esasını korumak için canlarını fedâ edenler ise İslâm arasına ayrılık sokanlar diye tanıtılıyordu. Hz.İmâm Hüseyin, Yezîd´in yaptığı bu hareketlerden dolayı, Medine´de kendilerine rastlayan ve Yezîd´e bey´at etmesini öğütleyen Mervan´ın sözlerine karşı; âİnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci´Ã»nâ (Biz, Allah´ın kullarıyız, ancak O´na döneriz, musîbetlerine râzıyız.) (Bakara 156.âyet) âyetini okuduktan sonra; âEsenlik İslâm´aâ buyurmuş ve âBaşımız sağ olsun; çünkü ümmet, Yezîd gibi birinin hükmü altına girmekle büyük bir belâya uğradıâ demiştir. Yezîd, Medine Vâlisi Utbe oğlu Velîd´e; âHz.İmâm Hüseyin´den hemen bey´at almasını, bu hususta hiçbir geciktirmeye meydan vermemesini emredenâ bir mektup gönderdi. Bunun üzerine Medine Vâlisi Velîd tarafından, Hz.İmâm Hüseyin´e derhal haber gönderildi ve çağrıldı. Hz.İmâm Hüseyin, böyle mühim bir işin, husûsi bir mecliste, âdetâ gizlice olup bitmesinin doğru olmadığını, halk toplanınca o vakit ne yapılması gerekse yapılacağını bildirdiler. Hz.İmâm Hüseyin kendisine yapılan bu resmi bey´ate dâvetten bir gün sonra, Hicri 60.yılı Recep ayının 29. günü; Hz.Resûlullah´ın, Hz.Fâtıma´tüz Zehrâ´nın ve âEhl-i Beyt´inâ kabirlerini ziyaret edip, Medine-i Münevvere´den çıktılar ve Mekke-i Mükerreme´nin yolunu tuttular. Hz.İmâm Hüseyin Mekke´ye hareketlerinden önce, Hâşim oğullarına; âKendileriyle gelenlerin şehit olacaklarını, fakat kendilerine uymayıp kalanların da bir fethe, bir huzûra erişemeyeceklerini bildiren muhtasar bir mektup yazdılar. Ayrıca kardeşleri Muhammed Hanefiyye´ye yazılı bir vasiyyetnâme verdiler. Bu vasiyyetnâmede Allah´ın birliğine, Hz.Muhammed´in risâletine, şehâdetle başlıyor; âhiretin, cennetin, cehennemin gerçek olduğunu bildiriyor, sonra kıyâmlarının hedefini anlatıyordu; serkeşlik, fesat koparmak, zulmetmek için kıyâm etmediklerini, cedlerinin ümmetini düzene sokmak, ma´rufu buyurmak, münkeri nehyetmek, cedlerinin ve babalarının yolunda yürümek için bu işe giriştiklerini, amaçlarını kabûl edip dâvetlerine uyanlardan memnun olacaklarını, kabûl etmeyip kendilerine yardımda bulunmayanlara, hatta kendileriyle savaşa kalkışanlara, sabırla karşı duracaklarını, bir tek kişi kalsalar da yine bu yolu bırakmayacaklarınıâ ifade ediyorlar; âAncak Allah´a dayandıklarınıâ bildiriyorlardı. Mü´minler anası Ümmü Seleme; âOğulcağızım, Irak´a gitmekle beni hüzünlere boğma; çünkü ben ceddinden; «Oğlum Hüseyin Irak´ta, Kerbelâ denilen yerde şehit edilecek» sözünü duydumâ demişti. Hz.İmâm Hüseyin: âAnaâ buyurmuşlardı; âVallâhi ben bunu daha iyi biliyorum, çâre yok, öldürüleceğim ben; öldürüleceğim günü, beni kimin şehit edeceğini, nereye defnedileceğimi, «Ehl-i Beyt´im»den kimlerin şehit edileceklerini, hepsini biliyorum; istersen şehit edileceğim ve defnolunacağım yeri sana da göstereyimâ buyurmuşlar ve Kerbelâ yönünü işaret eylemişlerdi. Hz.İmâm Hüseyin, Hicret´in 60.yılı Şaban ayının 4.günü Mekke´ye vardı. Bunun üzerine Kûfe´liler, Hz.İmâm Hüseyin´e yardım edeceklerine söz vermişler, kendilerine Irak´a gelmeleri için mektuplar yollamaya başlamışlardı. Hz.İmâm Hüseyin, kendilerinden önce Kûfe´ye amcaları Akiyl´in oğlu Müslim´i, ahvâli anlamaya, halktan kendilerine bey´at almaya ve sonucu kendilerine bildirmeye memûr ederek göndermişlerdi. Müslim Akiyl, Medine´de Hz.Peygamber´in kabrini ziyaret ettikten sonra Kûfe´ye yöneldi ve oraya ulaştı. Kûfeliler Muhtar´ın evinde, Hz.İmâm Hüseyin adına Müslim Akiyl´e gelip bey´at etmeye başladılar. Çeşitli rivâyetlere göre; Müslim´e onsekiz veya yirmisekiz bin kişi bey´at etmişti. Kûfelilerden Ümeyye oğulları tarafını güdenler, Kûfe Vâlisi Numân´ın bu hâle bir çare bulamayacağını, çetin birinin Kûfe´ye Vâli olarak gönderilmesini Yezîd´e bildirdiler. Yezîd bunun üzerine Ubeydullah İbn-i Ziyad´ı Kûfe´ye Vâli tâyin etmişti. Ubeydullah Kûfe´ye vardığının ertesi günü, halkı mescide toplayıp; âKimin evinde Yezîd´e isyân eden biri bulunursa onu, evinin kapısında astıracağınıâ söyledi; onları korkuttu. âKendisine yardım edenlere para-pul vereceğiniâ söylemeyi de ihmal etmedi. Kûfe´de bulunan Müslim Akiyl, bunu duyunca Muhtar´ın evinden çıkıp, Urve oğlu Hânî´nin evine gitti. Hânî, Ali dostlarındandı. Ubeydullah´ın adamları ise her yerde Müslim´i arıyorlardı. Sonunda Müslim´i âEhl-i Beytâ dostlarından bir kadın evine aldı. Kadının oğlu ise gizlice bu haberi Ubeydullah´a ulaştırdı. Ubeydullah, hemen Eş´asoğlu´nu yetmiş kişiyle gönderdi, evi kuşattılar. Müslim Akiyl kaldığı evden çıkıp tek başına onlarla savaşa başladı, karşısına çıkanlardan vurduğunu düşürüyordu. Bu savaşta Müslim Akiyl´in yardımcısı da yoktu. Bu arada Müslim Akiyl yaralar almış, kan içindeydi, yine de savaşıyordu. âEhl-i Beytâ düşmanları damlara çıkmışlardı; Müslim Akiyl´e taş yağdırıyorlardı. Sonunda Müslim Akiyl´i tuttular ve Ubeydullah´ın yanına götürdüler. Ubeydullah´ın adamları Müslim Akiyl´i Hükümet konağının damına çıkardılar. Müslim Akiyl; âAllahımâ buyurdu; âBizi aldatan, bize yalan söyleyen bu toplumla aramızda sen hükümcü ol.â Sonra Hicâz´a döndü; âSelâm sana yâ Hüseyinâ dedi. Bu sözlerden sonra Müslim Akiyl Hazretlerini orada şehit ettiler. Müslim Akiyl Hicretin 60.yılı Zilhicce ayının 8. günü şehit edildi. Hz.İmâm Hüseyin´de o gün âEhl-i Beyt´iâ ile Irak´a doğru yola çıkmışlardı. Hz.İmâm Mekke´de kan dökülmemesini istiyordu. Biliyordu ki; Yezîd kan dökmekten çekinmeyecekti. Bunu kardeşi Muhammed´e de anlatmıştı. Kardeşi Muhammed; âPekiâ dedi; âBari bu çoluğu-çocuğu götürme.â Hz.İmâm Hüseyin, kardeşine: âRüyada Hz.Peygamber´i gördüğünü, Irak´a gitmesini emrettiğini, Allah´ın kendisini kana bulanmış, çoluğunun çocuğunun esir edilmiş olarak görmek istediğiniâ bildirdiğini söyledi. Hz.İmâm bu konuda diğer yakınlarının ricâlarına da aynı cevabı verdi. Hz.İmâm Hüseyin, Yezîd´e bey´at etmemeyi ve bu zâlim iktidara karşı gelmeyi, îmanı ve İslâm´ı korumayı kendisine farz bilmişti. Hz.İmâm Hüseyin; Cuma hutbelerinde, Hz.Ali´ye ve âEhl-i Beyt´eâ hâşâ sövmeyi ve zulmü âdet edinen bu toplumun haksızlığını; kendine, evlâdına ve ayâline yapılan bu zulümleri; Müslümanlara yaymak, gerçeği-hakikatı gözü açık olanlara, gönüllerinde îman bulunanlara bildirmek; izzetle ölmenin, zilletle yaşamaktan çok üstün olduğunu İslâm ve insanlık tarihine kanıyla yazmak istiyordu. Hz.İmâm Hüseyin, Kûfe´ye hareketlerinden önce topluluğa şu kısa hutbeyi beyân buyurmuşlardı: âHamd Allah´a, Allah neyi dilerse o olur; güç kuvvet, ancak onunla elde edilir. Salât-ü selâm Resûl´üne. Ölüm, genç kızın boynuna takılan gerdanlık gibi Ãdem oğullarının boyunlarına takılmıştır; onlara ezelden yazılmıştır. Yâkub, nasıl Yûsuf´u özlediyse ben de geçmişlerimi öylesine özlemişimdir ve ulaşacağım şehâdet yerini Allah benim için hazırlamıştır. Allah´ın kudret kalemiyle yazılmış olan ölümden kurtuluş yoktur. Biz «Ehl-i Beyt», Allah´ın rızâsına uymuşuz; ondan râzıyım; belâsına sabrederiz; sabredenlerin ecirlerine ereriz. Hz.Resûlullah´ın bedeninden bir parçanın ondan ayrılmasına imkân yoktur; o kutluluk yerinde cennette onunla beraberdir; onun gözü, bizimle aydınlanacaktır; vaadine, bizimle vefâ edecektir. Bize canını fedâ etmeye, bizimle can vermeye hazır olanlar, Allah´a kavuşacaklarına tam inançla inanmış bulunanlar, bizimle gelirler; ben Allah dilerse sabahleyin hareket ediyorum.â Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; Hz.İmâm Hüseyin bu kıyâmın âkarşı duruşun- sonunda, kendilerinin de, kendilerine uyanların da şehit olacaklarını kesin olarak biliyorlardı. Burada özetle şunu arz edelim ki; Hz.İmâm Hüseyin bu kıyâmıyla âkarşı duruşuyla-; dîni ihyâ etmiş âyeniden diriltmiş- ve âEhl-i Beyt´eâ karşı yapılan zulümleri, dîne karşı olanların zâlimliklerini gözler önüne sermiştir. Hz.İmâm´a, Kûfe´den gelen birisi Müslim Akiyl´in şehâdet haberini verdi. Hz.İmâm Hüseyin bu şehâdet haberini alınca; âİnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci´Ã»n!â (Biz Allah´ın kullarıyız, ancak O´na döneriz, musîbetlerine râzıyız.) (Bakara 156.âyet) dedi ve pek kederlendi, ağladı. Bu gelen haber üzerine Hz.İmâm Hüseyin´e, Kûfe´ye gitmeyelim diyenler oldu. Bu arada Müslim Akiyl´in çocukları; âYâ İmâmâ dediler; âKûfelilerden Müslim´in kanını almayınca bizim dönmemiz mümkün değildir! Hiç kimse gitmese bile bari biz gidelim, ya intikam alırız, ya şehâdete erişiriz.â Hz.İmâm: âBunlardan sonra, yaşayışta hayır yokâ dedi. Sonunda hepsi Kûfe´ye gitmeye azmettiler. Yine rivâyet ederler ki; Hz.İmâm Hüseyin yolda giderlerken bir yerde konaklamış, Zeyneb´in dizine mübarek başını koyup uykuya dalmıştı. Birdenbire sıkıntı ile uyandı. Nemli gözlerinden yaş dökülüyordu. Ümmü Gülsüm dedi ki: âYâ Hüseyin niçin ağlıyorsun!â Hz.İmâm cevap verdi: âŞimdi düşümde dedem Hz.Peygamber´i gördüm. Ağlayarak bana dedi ki; «Ey Hüseyin! Birbirimize kavuşmamız yaklaştı!»â Ümmü Gülsüm ağladı. Oğlu Ali Ekber babasına sordu: âEy İmâm, düşmanlarımızla çarpıştığımızda Hak bizim tarafımızda mıdır, yoksa onların tarafında mı?â Hz.İmâm: âKulların dönüp mânevi huzûruna varacağı Allah´a andolsunâ buyurdu; âHak bizdedir, biz Hak ile beraberizâ dedi. Ali Ekber: âBabacığımâ dedi; âHak bizde olduktan sonra ölümden ne pervâmız olabilir. Her ne cefa düşünülmüş olsa da gam değil!â Hz.İmâm bu sözler üzerine oğluna hayır duâda bulundu. Hz.İmâm buradan da yola devam ederek âKatkataneâ denilen bir yere indiler. Hz.İmâm burada bütün askerlerini topladı. Onlara Müslim Akiyl´in şehit olduğunu ve Kûfelilerin ihânet ettiklerini açıkladıktan sonra şöyle buyurdu: âEy kavmim! Kûfelilerin ahidlerini bozarak Müslim Akiyl´i şehit ettikleri kesin suretle anlaşıldı. Yezîd´in askeri vuruşmak ve öldürmek için etrafımızı çepeçevre sarmıştır. Biliyorum ki, şehit olmak gerçeği bana zafer ve nusret vermez, şecâat gayreti de geri dönmeyi câiz görmez. Herhâlde bu belâ denizine dalmak lâzım geliyor. Sizin hepinize ruhsat ve izin veriyorum. Kurtuluş kapıları kapanmadan kendinizi selâmete doğru çekip bu tefrikadan emin olunuz.â Rivâyet olunur ki; Hz.İmâm Hüseyin´in bu sözlerinden sonra o topluluktan o vakte kadar hatırlarında henüz dünyadan faydalanmak şüphesi kalanlar, Hz.İmâm´la alâkayı kestiler. Sevgi davasında sabit kalanlar ise Allah´ın yazdığı kazâ ve kadere râzı olup şöyle figân ettiler: âEy doğru yolu gösteren! Ey sırât-ı müstakimin yol göstericisi! Biz senin yanında hidâyet yolunun yolcusu iken, bize imtihanla tasalanma çölünün yolunu gösterme.â Gerçekten de bu zamanda saâdetle şakavet birbirinden ayrıldı. Saîd ile şakî imtihanla belli oldu. Hz.İmâm Hüseyin yola devam ederken sahrada, Riyâhi oğlu Hur´un askerleri ile karşı karşıya geldi. Hz.İmâm bunların hallerini tahkik etmek için o askerlerin başbuğlarının çağrılmasını buyurdu. Riyâhi oğlu Hur, hiç çekinmeden Hz.İmâm´ın karşına geldi. Hz.İmâm onun ismini, hûviyyetini sordu ve; âEy Hur, bizim lehimiz için mi, aleyhimiz için mi geldin? Yâni bana yardıma mı, yoksa benimle cenge mi geldin?â Hur cevap verdi: âYâ İmâm! Ubeydullah İbn-i Ziyad tarafından senin yanında bulunmaya ve senin Kûfe´den başka bir yere gitmene müsâade etmemeğe memurum!â Hz.İmâm: âLâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh (Allah´tan başka kuvvet ve kudret sahibi yoktur)â dedi ve ilâve etti; âEy Hur. Şimdi namaz kılalım, sonra nereye gideceksek oraya gidelim!â Hur cevap verdi: âEy Resûl´ün oğlu! Sen zamanın imâmısın, imâmlık et sana uyalım.â Hz.İmâm, Hur´a: âAllah sana iyilik versin!â dedi. Hep beraber namaz kılındıktan sonra Hz.İmâm Hüseyin Allah´a hamd-ü senâ, Resûl´üne salât-ü selâmdan sonra beliğ bir hutbe beyân buyurdu ve Kûfe ahalisini kendisine muhatap tutarak vaazını şöyle sürdürdü: âEy Muhammed ümmeti! Benim, Yezîd´in boyunduruğu altına girmem münasip görülmeyip, onun makbûl sayılmayan itâatinin altına geçmediğim apâşikâr anlaşılmıştı. Mekke´de karar kılıp oturuyordum. Siz ey Kûfeliler, bana tevâtürlü mektuplar gönderdiniz. Sevgi ve saygı arzettiniz. «İmâmımız, uyacak kimsemiz yok!» diyerek benim buraya gelmeme lüzûm gösterdiniz. Eğer hâlâ o kararda iseniz ben bana lâzım olanı yaptım. Siz de kendinize düşeni yapınız. Eğer saâdet mülküne gitmekte dünya sevgisi çölünün dikeni eteğinize yapışmış ise ve yaptığınız işe pişman iseniz yolumun dikeni olmayın! Geldiğim gibi dönüp gideyim. Çünkü ben bu diyâra gelmeyi savaşmak ve öldürmek için kendi re´yimle, arzumla istemiş değilim. Kan dökülmesine de râzı değilim.â Hur: âEy Ali oğlu Hüseyin, benim bu mektuplardan haberim yokturâ dedi. Hz.İmâm: âSenin haberin yoksa askerinin arasında haberleri olanlar çokturâ dedi. Sonra o mektupları orada hazır bulunanlara gösterdi, onları utandırdı. Bu sırada Kûfe tarafından altı kişi acele ile gelerek, Ubeydullah İbn-i Ziyad´dan Hur´a bir mektup getirdiler. Gelen mektupta; âHz.İmâm Hüseyin´in hemen hücum edilip yakalanarak Kûfe´ye getirilmesiâ isteniyordu. Hur o mektubu okuduktan sonra mektubu Hz.İmâm Hüseyin´e göstererek dedi ki; âEy HaşÃ®mi Peygamberinin kıymetlisi! Ubeydullah İbn-i Ziyad senin hususunda ne kadar ihtimâm ediyor. Ben senin hakkında ne tedbir alayım diye hayretteyim ve eğer seni affedip bıraksam Ubeydullah İbn-i Ziyad´dan korkarım. Eğer sana kıyarsam Allah´ımdan korkarım. Ama Allah korkusu, Ubeydullah İbn-i Ziyad korkusuna galiptir. Fakat vuruşma ve öldürüşmenin anlaşmaya, arkadaşlığa döneceğini ve Hak´kın bana size tâbi olmanın devleti içinde saâdeti müyesser edeceğini umarım. En iyisi şudur ki, gece karanlığı bastığı zaman göçüp ne tarafa murad ederseniz gidersiniz.â Hz.İmâm Hüseyin, Hur´un teklifini uygun gördü ve o gece yanındaki ordusuyla yola düzüldü. Bütün gece yol aldılar, sonra bir durakta durdular. Daha ileri gidemediler. Hz.İmâm Hüseyin bindiği atı kamçıladı ve atı hareket ettirmek istedi ise de at hareket etmedi. Hz.İmâm: âEy bu menzilleri ve konakları bilenler, bu menzil neresidir, biliyor musunuz?â diye sordu. Onlar: âBurası Mariye menzilidir!â dediler. Hz.İmâm: âBelki başka bir adı da olacak!â dedi. Onlar: âBir adı da KERBELôdırâ dediler. Hz.İmâm: âAllahuekber!â dedi. âBurası Kerb ve Belâ (Hüzün ve Belâ) yeridir!â dedi. Bu adı duyunca Hz.İmâm Hüseyin´in gözleri yaşardı;âAllah´ımâ buyurdu;âKerbden, belâdan sana sığınırım; burası ineceğimiz yer; kanımızın döküleceği yer; kabirlerimizin bulanacağı yer. Bunu bana ceddim Resûlullah haber vermiştiâ ve âAllah´ın adıyla, Allah´la, budur; Allah yolunda öldürülen, şehit olup can verenâ buyurup, Zül-Cenah adlı atından yere indiler. Hz.İmâm ayaklarını yere basınca o mübârek topraktan bir toz kalkıp mübârek yüzlerine kondu. Hz.İmâm Hüseyin, Kerbelâ´ya Hicret´in 61.yılının Muharrem ayının ikinci günü indiler ve çadırlarını kurdular. Sonra yanındakileri topladılar; yaşlı gözlerle onları bir zaman seyrettikten sonra âAllah´ımâ dediler; âBiz senin Peygamberinin yakınlarıyız; diyârımızdan sürdüler, çıkardılar bizi. Ceddimizin hareminde kalmamıza müsâade etmediler. Ümeyye oğulları zulmettiler bize; sen onlardan hakkımızı al bizim, sen zâlim kavme karşı yardım et bize.â Hz.İmâm sonra buyurdular ki: âİnsanlar dünyaya kul oldular; din, yalnız ağızlarında. Geçimleri düzendeyse söz ediyorlar dinden, ama bir belâya uğradılar mı bundan da vazgeçiyorlar. İçilmiş kabın içinde kalan su, sömürülmüş yayladaki ot kadar değersiz bir hale geldi dünya. Görmez misiniz? Gerçeğe uyan işe koyulan yok; fakat bâtıla koşan çok. İnanan, bunları görünce Allah´a kavuşmak ister; ben, ölümü bir kutluluk görmedeyim; zâlimlerle yaşamayı ise bir zillet saymadayım.â Söz buraya gelince Züheyr kalkıp: âEy Resûlullah´ın oğluâ dedi; âSözlerini duyduk; dünya ebedî olsa, biz de ölümsüz olsak, yine de seninle geçip gitmeyi orada oturup kalmaktan üstün biliriz.â Sonra Büreyr söze başlayıp; âEy Allah´ın Resûlu´nun oğluâ dedi; âAllah lütfetti de senin gözlerinin önünde savaşmayı, kolumuzun kanadımızın kesilmesini nasîb etti bize; sonra da kıyâmet günü ceddin şefâatçi olacak bize.â Böylece, Hz.İmâm Hüseyin o kan içici çölde, o elemli sahrada Kerbelâ´da konaklayıp oturdu. Burada, Irak ileri gelenlerine bir mektup yazıp Kays ile gönderdi. Mektupta Hz.İmâm şöyle diyordu: âEy uzakta olduğu halde bize sadakat gösteren ve iştiyâklarını bildirenler! Ey candan ve yürekten kulluk mektupları yollayan mücâhidler. Sizin mektuplarınızdaki satırların yazıları irâdemizi çekti, bu yönlere yol aldık. Şimdi Kerbelâ çölündeki belâ yerinde ve Arap Irak´ında çadırlarımızı kurduk. Hicâz´ın ikbâl yıldızı bu kazâya saâdet ışığı saldı. Şimdi içtiğiniz yemine vefâ göstermeniz ve mübarek ayak basışımızın saâdetini gânimet bilerek bize uyup can akçesini saçmağa koşmanız gerektir. İkbâl kıblesi ve ülkü yolu olan dergâhımıza yüz tutunuz. Ãhiret saâdetinin dünya devletinden önde olduğunu mutlaka biliniz. Gerçekten bu müjde size hidâyet yolunun hediyesidir. Bunu bir yardım dilemek sanmayın. Çünkü dünya saltanatı gelip geçicidir. Onu minnet ile ele geçirmeğe ve zilletle bırakıp gitmeğe değmez!â Hz.İmâm´ın mektubunu, Kûfe şehrinde Süleyman Huzaî´ye vermek ve cevabını almak maksadıyla Kays yola çıktı. Fakat Kûfe´ye varmadan Ubeydullah´ın askerleri Kays´ı yakaladılar ve Ubeydullah´ın huzûruna getirdiler. Kays, Ubeydullah ile karşılaşınca ilk işi mektubu çıkarıp, okunmayacak bir şekilde yırtmak oldu. Ubeydullah, Kays´a sordu; âMektubu neden yırttın?â dedi. Kays: âDost sırrını düşmandan gizlemek gerek!â diye cevap verdi. Ubeydullah: âEy Kaysâ dedi; âEğer benim seni öldürmemden kurtulmak dilersen iki işten birisini seç; Ya mektuptaki isimleri bana bildir. Ya da minbere çık, Hüseyin´e ve ona uyanlara söv- say, beni ve Yezîd´i öv!â dedi. Kays: âEy Ziyad´ın oğlu! Mektubu açığa vurmak mümkün değildir benim için. Ama minbere çıkmak işi elimden gelir. Emredin halk toplansın!â dedi. Halk toplanınca Kays minbere çıktı. Allah´a hamd-ü senâ, Resûl´ü ile soyuna salât-ü selâmdan sonra topluluğa hitab ederek; âEy Kûfe halkı! Ben Hüseyin´in elçisiyim. Onun burasını şereflendirmeğe geldiğini size bildirmeğe geldim!â dedi. Ve mektubun içinde yazılanları başından sonuna kadar bildirdi. Yezîd ile İbn-i Ziyad´a lânetler ve nefretler savurdu. Hz.İmâm Hüseyin ile ona uyanları övdü. Bu sözlerden sonra Ubeydullah kızdı ve henüz minberde iken o mazlûmu şehit ettirdi. Ubeydullah, Hz.İmâm Hüseyin´in Kerbelâ´ya geldiğini öğrenince ona bir mektup yolladı. Mektup şöyleydi; âEy Hüseyin! Bana Yezîd mektuplar yazarak şunları bildirdi: «Ali oğlu Hüseyin o taraflara geldiğinde, bana bey´at edeceğine dair kendisinden söz almadıkça hakkında bir karar verme, eğer teklifini kabul etmezse onu hiç düşünmeden derhal öldür!» Şimdi sana nasîhat ediyorum. Kendine acı! Yezîd´e bey´at etmeyi kabul et. Eğer kabul etmezsen savaş vasıtalarını hazırla!â Hz.İmâm Hüseyin o mektubun içindekileri öğrenince buyurdular ki; âNe talihsiz bedbaht kavim ki; halkın rızâsını kazanmayı, Halik´in -Yaratan Allah´ın- gazâbına üstün tutup, «Ümmetiyiz!» dedikleri Peygamberin evlâdını helâk ederek, Yezîd´in hoşuna gitmek isterler!â Ubeydullah´ın mektubunu getiren adam sordu; âYâ Hüseyin, bu mektuba cevabın nedir?â Hz.İmâm; âBenim ona verecek cevabım yoktur. O muhakkak azâbı hak ettiâ diyerek mektubu yere atmıştı. Mektubu getiren adam, Ubeydullah´ın yanına dönünce Hz.İmâm Hüseyin´in sözlerini, kendisine aktardı. Bunun üzerine Ubeydullah İbn-i Ziyad orada bulunan meclis ehline döndü ve âEy Şam ve Kûfe´nin ileri gelenleri; içinizde her kim ki Hüseyin ile harp ederse kendisine koca bir Vilâyeti vereceğimâ dedi. Bu teklife hiç kimse sesini çıkartmadı. Sorusunu birkaç defa tekrarladı, yine kimseden cevap alamayınca, en sonunda; kendisinden çoktandır Rey Vâliliğini isteyen Sa´d İbn-i Vakkas´ın oğlu Ömer´i, Hz.İmâm Hüseyin ile savaşacak orduya kumandan tayin etti ve Ömer´e dedi ki; âEmrine vereceğim kuvvet ile Kerbelâ´ya gidip Ali´nin oğlu Hüseyin´e, Yezîd´e bey´at etmesini teklif edeceksin. Kabul etmezse onun ve ona tâbi olanların başlarını kesip bana getireceksin. Bu önemli hizmeti yapmakla yükselme yolunu bulacaksın.â Bu sözler üzerine Ömer ayağa kalktı; âEy Ziyad oğlu! Bu çok önemli bir meseledir. Düşünmek için zamana ihtiyaç vardır. İzin verin evime gideyim, düşüneyim; oğullarımla müşâvere edeyim, ondan sonra cevap veririm.â Ubeydullah İbn-i Ziyad, onun bu isteğini kabul etti. Ömer evine gelince oğullarını çağırttı ve durumu onlara anlattı. Bunun üzerine büyük oğlu şu cevabı verdi: âEy baba, bu ne cahilce sözdür? Bu ne gaflettir. Üzerine gideceğin şahsın Peygamber´in göz bebeği, Fâtıma´nın ciğerparesi olduğunu bilmiyor musun? Elbette bilirsin. Bile bile bu büyük vebâli yükleniyorsun. Senin baban Sa´d İbn-i Vakkas, hayatını Resûlullah ve onun yakınları uğrunda harcamadı mı? Sen ise Resûlullah´ın evlâdı üzerine gidiyorsun ve Resûlullah´ın göz bebeği ile harbetmek istiyorsun. Ali´nin oğlu Hüseyin´i buraya davet edenler arasında sen de yok mu idin? Ona üst üste üç tane mektup yazmadın mı? Şimdi ise dünya nimetleri için böyle bir zâtın üzerine gidiyorsun. Ve âdetâ Peygamber´in kanını dökmek istiyorsun. Dünya nimetlerini sevmenin bütün hata ve kötülüklerin başı olduğunu bile bile, bu işi yüklenmek istiyorsun. Ey baba! Böyle bir şey yapacak olursan bunun lâneti kıyamete kadar senin ve soyunun üzerinde kalacaktır.â Ömer büyük oğlunun sözlerinden hoşlanmadı, kızdı. Harîs bir genç olan küçük oğluna döndü. Küçük oğlu dedi ki; âEy baba! Gerçi ağabeyimin sözleri doğrudur. Fakat onlar ilerde, gaibte olacak işlerdir. Hâlbuki Ubeydullah´ın ihsânı hazır ve önündedir. Elde hazır olan nimet elbette meçhul bir nimete tercih edilmelidir. Akıllı olan böyle bir nimeti tepmez.â Bu sözler üzerine Sa´d oğlu Ömer, kendisi gibi düşünen küçük oğlunun sözlerini kabul etti. Çünkü mal ve hükmediş hırsı, gözünü bürümüştü. Ömer, Ubeydullah´ın yanına giderek teklifi kabul ettiğini bildirdi. Ömer İbn-i Sa´d´ın, teklifi kabul etmesinden sonra Ubeydullah İbn-i Ziyad, onun emrine beşbin kişilik bir kuvvet verdi ve onu Kerbelâ´ya , Hz.İmâm Hüseyin ile savaşmaya gönderdi. Ömer İbn-i Sa´d´ın Kerbelâ´ya gelişi, Muharrem ayının 6. günüydü. Hur bin Riyâhi de ordusu ile Ömer İbn-i Sa´d´ın ordusuna katıldı. Ömer İbn-i Sa´d, Kerbelâ´ya gelince ilk iş olarak Hz.İmam Hüseyin´e bir elçi gönderip neden geldiğini sordu. Hz.İmâm Hüseyin Sa´d oğlu Ömer´e şu cevabı verdi; âBenim buralara gelmemin sebebi; bana arka arkaya göndermiş olduğunuz mektuplar ve davetlerinizdir, tarafınızdan gösterilen istektir. Bana üst üste mektuplar yazarak ve heyetler göndererek beni ısrarla çağırdınız. Ben de bu davetlerinizi kabul ederek; sizi dalâlet yolundan kurtarıp hidâyet yoluna sokmak, size insanlığı öğretmek, sizi ıslâh ederek size dîni öğretmek için geldik. Sizin göndermiş olduğunuz bu mektuplar üzerine, Mekke´den gönderdiğim amcamın oğlu Müslim ile iki yavrusunu zulümle şehit ettiniz. Onların şehit edildikleri haberini buraya gelirken yolda öğrendim. Ve şunu söyleyeyim ki, sizlerde artık hidâyet yoluna girmek cevherini görmüyorum. Bunun için Mekke´ye dönmek istiyorum. Eğer buna engel olursanız «Ehl-i Beyt»im ve bana uyanlarla birlikte buradan geri dönmek ve Hicaz´a gitmek kararındayım.â Ömer İbn-i Sa´d, Hz.İmâm Hüseyin´den aldığı bu cevabı hemen Ubeydullah´a bildirdi. Ubeydullah, Sa´d oğlu Ömer´e gönderdiği cevapta; âHüseyin´den ve yanındakilerden Fırat suyunun kesilmesini ve Yezîd´in bey´atını kabul etmezse savaşmasınıâ emrediyordu. Hz.İmam Cafer´üs Sâdık şöyle rivâyet eder: âİmâm Hüseyin, kardeşi İmâm Hasan´ın zehirlendiği gün ağlıyordu. İmâm Hasan; «Yâ Hüseyin» buyurmuştu; «Ne ağlıyorsun? Beni zehirlediler; fakat Yâ Hüseyin, senin gününe benzer gün yoktur. Ceddimiz Muhammed´in ümmeti olduklarını iddia edenlerden, İslâm olduklarını sananlardan otuz bin kişi, senin kanını dökmek, evlâdını öldürmek, ayâlini esir etmek, malını yağmalamak için toplanırlar; bu yüzden de Ümeyye oğulları lânete lâyık olurlar. Gökten kül ve kan yağar; herşey, hatta çöldeki vahşi hayvanlarla, denizlerdeki balıklar bile sana ağlarlar.»â Ubeydullah´tan gelen emir üzerine, Ömer İbn-i Sa´d´ın askerleri Fırat suyunu, Hz.İmâm´ın, ehlinden-ayâlinden ve ona uyanlardan kestiler. Bu olay Muharrem ayının 7. gününde oluyordu. Hemen o gün Hz.İmâm´ın askerinde susuzluk başladı. Susuzluktan çocuklar ağlamaya başladılar. Geceleyin Hz.İmâm Hüseyin´in kardeşi Ali oğlu Abbas, yanına yirmi er alarak Fırat nehrine vardı. Muhafızları püskürttü ve yeteri kadar su getirerek ordugâha yetiştirdi. Bu arada Hz.İmâm Hüseyin, Sa´d oğlu Ömer´e haber göndererek ona son defa nasîhatlar etti, fakat o zâlime bu nasîhatlar bir fayda etmiyordu. Muharrem ayının 8. günü idi. Hz.İmâm´ın askerlerinde, çocuklarında tekrar susuzluk baş gösterdi. Hz.İmâm´a başvurdular. Hz.İmâm bir yer işaret etti; âBurayı kazınâ buyurdular. Orayı kazdılar; bir kaynak fışkırdı; âİçinâ buyurdu; âHayvanlarınıza da içirin; bu dünyadan son içeceğiniz suâ dediler. Sonra o kaynak su yok oldu. Hz.İmâm Hüseyin: âBu gece son gecemiz ve Cuma gecesidir. Ömrümüzün son günleridir. İbâdetle, tâatle, Kur´ân okumakla, bağışlanma dilemekle geçirelim bu gecemizi. Sabah olunca her ne yapmak lâzım gelirse yaparızâ dedi. Bu sırada düşman askerlerinden Hz.İmâm Hüseyin´e, yakışıksız söz ve hakaretlerde bulunanlar oluyordu. Hz.İmâm Hüseyin, bu hakaretleri yapanlar için yüzünü gökyüzüne çevirdi; âYâ İlâh´i, bu melûnlara hak ettikleri cezaları verâ diye duâda bulundu. Gerçekten de mazlûmun duâsı kabul edilir hükmü gereğince, Hz.İmâm´a o hareketleri yapanlar, âhiret azâbından evvel bu dünyada hak ettikleri cezalarını hemen buldular ve ebedî cehennemi boyladılar. Yezîd´in askerleri gözlerinin önünde olan bu kerametleri de görmekteydiler. Ama hiçbir faydası olmuyordu. Gönüllerinin îman aynalarında, bu kerametlerle hiçbir pas silinmiyordu. Öyledir, çünkü zâlimlere hiçbir keramet tesir etmez. Allah, Kur´ân-ı Kerîm´deki âyetlerde; zâlimler hakkında şöyle buyurmaktadır: â(86) İnandıktan, Peygamberin gerçek olduğuna şehâdet ettikten, kendilerine de açık hüccet geldikten sonra kâfir olanları Allah nasıl hidâyete erdirir? Allah zâlim ve kâfirleri hidâyete erdirmez. (87) İşte onların cezaları, Allah´ın, meleklerin, bütün insanların lânetleri üzerlerine olmaktır.â (Ãli İmrân 86-87. âyetler) âAllah´a kendiliğinden yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Bunlar Rab´lerinin huzûruna getirilirler, şahitler; «Rableri namına yalan söyleyenler işte bunlardır» derler, haberiniz olsun ki; Allah´ın lâneti zâlimlerin üzerindedir.»â(Hud 18. âyet) âAllah´ın rahmetinden kâfir olan topluluktan başka kimsecikler ümit kesmez.â (Yusuf 87. âyet) âSakın sen Allah´ı zâlim olan müşriklerin yaptıkları şeylerden gafil sanma, Allah onları yalnız seğirderek (seslerini keserek) başlarını yukarı kaldırarak gözleri kırpmayacak bir halde gözlerinin durduğu güne tehir eder. Onların kalpleri boştur.â (İbrahim 42. âyet) âAllah, insanları zulümleri yüzünden helâk etseydi yeryüzünde yürür bir tek mahlûk kalmazdı, fakat onlara azâb etmeyi mukadder bir zamâna tehir etti; vakitleri gelince de ne bir an geri kalırlar, ne bir an önce gelip-çatar o mukadderat vakit.â (Nahl 61. âyet) â(6) Şurası muhakkak ki; kâfir olanları, Tanrı azâbıyla korkutsan da, korkutmasan da onlar için birdir; onlar inanmazlar. (7) Allah onların kalplerini, kulaklarını mühürlemiş, gözlerinin üstüne bir de perde çekmiştir. Onlar için büyük bir azâb vardır.â (Bakara 6-7. âyetler) Bu olaylardan sonra, Kerbelâ Şahı, Hz.İmâm Hüseyin bütün kardeşlerini, yakınlarını, çoluk çocuğunu bir araya topladı; Allah´a hamd-ü senâ, Resûl´ü ile ve soyuna salat-ü selâmdan sonra onlara buyurdu ki; âBen, sizden daha hayırlı dostlar, arkadaşlar, sizden daha iyi yardımcılar olduğunu bilmiyorum; Allah hepinize ecir versin. Ceddim, Kerbelâ´da şehit edileceğimi haber vermişti bana; o zaman da gelip çattı işte. Sizin hepinize izin veriyorum, hakkımı helâl ettim size. Gece gelip çatınca karanlığı fırsat bilin; herkes «Ehl-i Beyt´im» den birinin elinden tutsun, gitsin; dağılın yeryüzüne; çünkü bu topluluk, ancak beni ister; beni ele geçirdiler mi başkasını aramazlar artık.â Hz.İmâm´ın bu sözleri üzerine, ona tâbi olanlar hep birlikte; âSenden sonra yaşamayı istemeyiz bizâ dediler; âAllah o günü göstermesin bize.â Hz.İmâm Hüseyin´e uyanlar hep buna benzer sözler söylediler. Hz.İmâm´da onlara hayır duâda bulundu ve o geceyi ibâdetle geçirmelerini buyurdu. Kerbelâ´da Muharrem ayının 10. gecesiydi. Hz.İmâm Hüseyin´e tâbi olanların çoğu o gece çadırlarında, kimi Kur´ân okuyordu; kimi namaz kılıyordu, duâ ediyordu; kimi kılıcını bilemedeydi, kimi yayını denemedeydi. Kadınların gözleri yaşlıydı; çocuklar titriyorlardı, susuzluk ciğerlerini yakmaktaydı. Kadınlar feryâd edip ağlamaya başladıklarında Hz.İmâm onları susturduktan sonra kardeşi Zeyneb´e; âSenâ dedi; âKadınların ulususun üzerinde olan hakkım için beni kana bulanmış; şehit olmuş görünce başını açma; yüzünü yırtma; elbiseni parçalama; sesini yükseltme; feryâdınla düşmanları sevindirmeâ buyurmuştur. Söylenmiştir ki; her iki taraftan da cenk safları sıralanınca, Hak ile bâtıl ve küfür ile îman yerli yerini bulunca Kerbelâ Şahı, Hz.İmâm Hüseyin düşman askerinin karşısına çıkıp onlara dedi ki; âEy merhametsiz kavm! Başımdaki sarık ve belimdeki kılıç, arkamdaki zırh, altımdaki at Hz.Resûlullah´ındır. Ben Resûl sancağının vârisiyim. Zehra Betül´ün göz nûruyum. Hiçbir zaman yalan ve boş yere söz söyleyip ayak diremedim. Allah´a ve Resûl´e aykırı yol tutmadım. Bana mektuplar ve elçiler gönderdiniz. Üzerime hüccetler yolladınız. Beni bu diyâra getiren sizlersiniz. Bu fitneyi türlü sebeplerle kışkırtıp bu raddeye siz getirdiniz. Bu ne sahtekârlıktır! Ama hilenin yapısı sağlam değildir. Hilenin eseri yaşamaz.â En sonunda Ömer İbn-i Sa´d, Hz.İmâm´ın karşısına gelip; âEy Hüseyinâ dedi; âYezîd´e bey´at etmedikçe, bu sözlerin bir faydası yok.â Sa´d oğlu bu sözleri söyledikten sonra, yayını gerip bir ok attı ve âEy Kûfe halkı! Bilin ve şahit olun ki, Hüseyin ile savaşa başlayan ben oldumâ dedi. Daha sonra Hz.İmâm Hüseyin, çadırlara döndü ve âEy vefâlı dostlar!â dedi; âEy canlarını fedâ edenler! Kavgaya hazır olun ve savaş araçlarını hazırlayın ki; bu dem kan dökülecek demdir.â Bu olay Hicret´in 61.yılında, Muharrem ayının 10. Cuma günü sabahında geçiyordu. Düşman askeri, doğru bir rivâyete göre yirmi iki bin kişiydi. Hz.İmâm Hüseyin´in askeri ise yetmiş neferdi. Otuz kişi atlı, kalanı yaya idi. Savaş başlamıştı artık. Askerlerin safları düzenlenince Riyahi oğlu Hur, Sa´d oğlu Ömer´in huzuruna geldi; âEy Sa´d oğlu!â dedi; âGerçekten Hüseyin ile savaşın mutlaka yapılacağına karar verilmiş midir?â Sa´d oğlu; âElbette karar verilmiştirâ dedi. Hur: âSen Resûlullah´a kıyâmet gününde ne cevap vereceksin?â Bu söz üzerine Sa´d oğlu Ömer cevap vermedi. Hur, kendi askerinin arasına döndü heyecandan titriyordu. Sonra kendinde olmadan bir nâra savurdu; âAllah´a minnetler olsun ki, gayb âleminden hidâyet nûrunun ışığını gördüm. O beni eğri yoldan doğru yola çevirdi!â dedi ve atını mahmuzladı, kendi askeri arasından çıktı. Hz.İmâm Hüseyin´in ordugâhına geldi ve Hz.İmâm´ın huzûruna çıktı; âAcaba mü´minlerîn emiri özrümü kabul ediyor mu?â diye sordu. Hz.İmâm şu âyeti okudu; âAllah kullarının tövbelerini kabul eder.â (Tövbe 104. âyet) diye cevap verdi. Sonra da; âEy Hurâ dedi; âLûtuf ve ihsân dergâhının kapıları özür dileyenlere dâimâ açıktır. Günahını itiraf eden kimse her zaman sevâbı kazanır ve dâimâ beğenilir.â Hur, Hz.İmâm Hüseyin´den bu sözleri duyduktan sonra izin isteyip savaşa başladı. Yanında kardeşi, oğlu ve kölesi de vardı. Hur, savaşa başladıktan sonra Yezîd ordusundan birçok nâmerdi öldürdü ve sonunda kendisi de yaralandı, yere düştü; âYetiş yâ İmâmâ diye bağırdı. Hz.İmâm, hemen yetişip Hur´u o zâlimlerin elinden aldı, çadırların yanına getirdi. Hur o anda gözlerini açtı; âEy zamanın imâmı! Benden râzı oldun mu?â dedi. Hz.İmâm: âEvet senden râzı oldum, sen annenin sana Hur adını verdiği gibi hürsünâ dedi. Vefâlı Hur bu müjde ile, Hz.İmâm´ın yüzüne baktı ve gülerek Hak´ka canını teslim etti. Hur´dan sonra kardeşi, oğlu ve kölesi de savaşmak için atılıp Yezîd´in askerleriyle savaştılar ve sonunda üçü de şehit oldular. Savaş olanca şiddetiyle başlamıştı artık. Hz.İmâm Hüseyin´e tâbi olan Hüseyniler; şehâdet aşkıyla; îman aşkıyla, İslâmiyet ve din için savaşıyorlardı. Karşılarındaki Yezîd ordusu ise; Hz.İmâm Hüseyin´i şehit etmek, İslâmiyet´i ve dîni ortadan kaldırmak için savaşıyordu. Bu ordu tam bir zâlimler topluluğu idi. Hüseyniler´den her biri Yezîdîler´den bir kaçını öldürmeden şehit olmuyordu. Biri şehit olurken, diğerine; âHüseyin´i bırakmamasınıâ vasiyyet ediyordu. Savaş bütün hızıyla sürüyordu. Sıra Hz.İmâm Hasan´ın evlâtlarına gelmişti. Hz.Hasan Mücteba oğlu Abdullah, Hz.İmâm´dan izin alıp meydana atıldı, savaştı; bir çok Yezîd askerini öldürdü ve sonunda o da şehit olup Rab´bine kavuştu. Abdullah´ın şehâdetinden sonra Hz.Hasan Mücteba oğlu Kasım amcasından izin alıp meydana çıktı. Şehzade Kasım savaşta bir çok Yezîd askerini öldürdü, sonunda yaralandı, yere düştü; âEy amca, beni bul!â diye haykırdı. Hz.İmâm Hüseyin hemen yetişti, Kasım´ı o zâlimlerin arasından aldı, çadıra getirdi. âEhl-i Beytâ hatunları başına toplaşıp ağlaştılar. Bu anda Kasım da şehit olup Rab´bine kavuştu. Ondan sonra savaş meydanına Hz.Ali Murtazâ evlâtları girdiler. Onlar da birer birer savaşıp birçok Yezîd askerini öldürdükten sonra hepsi şehit oldular. Hz.Ali Murtazâ evlâtlarından sonra şehit olmak sırası Hz.Ali oğlu Abbas´a gelmişti. O, askerin sancaktarı, muzaffer askerin başbuğu idi. Hz.Abbas, ordusunun sancağını toprağa sapladı. Hz.İmâm´dan şu niyâzda bulundu: âEy sabır ve tahammül gemisinin demiri! Benim de yüce âlemin bayrak yükselteni olmamım vakti yaklaştı. Ãhiret âlemine gitmem gerek.â Hz.İmâm Hüseyin ağlayarak; âEy Abbas!â dedi; âSen İslâm ordusunun sancaktarı idin. Bu anda asker, fânîlik çölünden beka ülkesine göç etti. Sana da o diyâra bayrak çekmek münasip düştü. Ama sana nasîhatım şudur;«Meydana girince bu zâlimlere hücceti yenileme yolunda nasîhat ver»â Hz.Abbas bu sözleri kabul etti, savaş meydanına yürüdü. Hz.Abbas´ın şehâdetinden sonra, şehitlik sırası Hz.İmâm Hüseyin´e ve evlâtlarına gelmişti. Hz.İmâm´ın oğlu Şehzade Ali Ekber, o zamanlar on sekiz yaşındaydı. Ali Ekber, Resûlullah´a çok benzerdi. âEhl-i Beytâ Resûlullah´ı görmek istediler mi ona bakarlardı. Hz.İmâm Hüseyin evlâdının şehâdetini görmemek için silahlandı, meydana doğru yürüdü. Oğlu Ali Ekber, o anda Hz.İmâm´a yalvardı, izin istedi. Hz.İmâm, onun ısrarından üzüntü duydu. Kendi mübarek eliyle savaş aletleri hazırladı ve oğlunu meydana saldı. Şehzade Ali Ekber, bir nâra savurarak; âAllah´a ibâdet fidanının çiçeği benim, Ali Murtazâ oğlu Hüseyin´in ciğer köşesi benim işteâ dedi ve kendisini düşman askerinin ortasına atıp, savaşa başladı. Yezîd ordusundan birçok zâlimi öldürdü. Sonunda; âEy baba, susadım, susadımâ dedi. Hz.İmâm nemli gözlerinden kanlı yaşlar akıtarak; âEy ciğer köşem!â dedi; âSabret! Senin için Kevser şarabı hazırlanmaktadır.â Şehzade Ali Ekber bu müjde ile yine meydana döndü. Düşman askeri ona hücum ettiler ve vücudunda çok yaralar açtılar. Şehzade en sonunda atından düştü; âBabacığım, beni bulâ diye bir nâra savurdu. Hz.İmâm, o nârayı işitince, meydana atılıp, şehzade Ali Ekber´i çadıra getirdiler. Şehzade bu anda ruhunu Hak´ka teslim etti. Şehzade Ali Ekber´in şehit olmasından sonra âEhl-i Beytâ hatunları ağlaştılar, matemlerini yenilediler. Hz.İmâm Hüseyin onlara teselli verdi, dedi ki; âEy Peygamber´in «Ehl-i Beyt´i»! Ey İmâmet güllüğünün rüzgarları! Gökyüzünün belâsı inince, eseri bütün kâinata yayılır. Kâfir ve Müslümanların hepsi bu mihnetin içine girerler. Ama mü´minin kâfirden üstün olduğunu gösteren ölçü şudur ki; mü´min belâya sabreder, kâfirse ondan feryâd ve şikâyet eder. Nitekim; nimette de kâfir günah işler, mü´minse verâ sahibi olur. Şüphe yok ki; mü´min belâya sabır ve şükür gösterir. Bu suretle de mertebesi yücelir. Kâfir ise sızlanıp şikâyet etmekle kahra uğrar ve kınanmış olur. Bu mânaya en gerçek delil ise; «Ancak Allah yolunda sabır gösterenlere hesapsız mükâfatlar vardır» (Zümer 10.âyet) âyet-i kerîmesidir. Ey iffet perdesi ile örtülü kadınlar! Sabredin, tahammül gösterin. Sabır ve tahammülün sonu âhirette cennet bahçeleri, dünyada kıyâmete kadar izzet ve tâzimdir. Sakın benden sonra yakalarınızı yırtıp saçlarınızı yolmayınız. Bu, düşmanların sevincini artırır. Fakat gözyaşı dökmekten sizi alıkoyamam. Çünkü mazlûmun gözünden akan su, rahmet bahçesini sular. Dertli garibin gözyaşı, amel tozlarını giderir.â Hz.İmâm Hüseyin bunları söyledikten sonra, evlâtlarını büyüklere emanet yolu ile teslim etti. Hepsini de ulu Allah´a ısmarladı. Sonra onlara vedâ edip, gazâ meydanına yürüdü. Hz.İmâm gazâ meydanına yürüdüğü anda, süt emer bir yaşta olan çocuğu Ali Asgar´ın, susuzluk acısı ile neredeyse ölüm derecesine geldiğini kendisine bildirdiler. Hz.İmâm Hüseyin´e bu hali bildirdikleri zaman, Hz. İmâm o masum 1,5 yaşındaki çocuğu eline almış, düşman askerine karşı tutmuş; Yezîd ordusuna karşı; âEy zâlimler!â dedi; âDiyelim ki, ben günahkârım. Fakat şu günahsız çocuğa niçin bir damla su vermezsiniz?â Bu sözlere rağmen o taş yüreklilerden bir akar suyun çıkmasının yolu yoktu. Hz.İmâm´a şu cevabı verdiler; âEy Hüseyin! Ubeydullah İbn-i Ziyad´ın kesin buyruğu bir yudum su verilmemesi hakkındadır. Bu değişmez. Ve bey´at etmeyince, ne sana, ne evlâdına su içmek nasîb olmayacaktır.â Hz.İmâm Hüseyin ümitsizlendi, geri dönmek üzere iken Yezîd ordusundan bir zâlim yayını kurup bir ok attı. Atılan ok Hz.İmâm´ın kucağındaki Ali Asgar´a rastladı. Ok masum çocuğun o mübarek boğazından geçti, Hz.İmâm´ın mübarek koluna saplandı. Hz.İmâm o masumun boğazından oku çekip çıkardı ve sonra o yavruyu annesine götürüp; âEy biçâre!â dedi; âOğlun şehâdet şerbetini içti.â Hz. İmam Hüseyin'in Vedası ve Şehadeti Böylece o masum çocuğun şehit olması ile yetmiş iki kişinin şehit olması tamamlanmıştı. Hasta olan oğlu Hz.Zeynel Abidin´den başka sağlar arasında Hz.İmâm Hüseyin´e yardımcı kimse kalmamıştı. Rivâyet edilmiştir ki; Hz.Zeynel Abidin, babası ile yalnız kaldığını görünce, kendine dikkat ederek yatağından dışarı çıktı, çok zayıftı, titriyordu. Kendisine savaş silahı hazırlıyordu. Tam meydana yürüyecekti ki, Hz.İmâm Hüseyin; âEy gözümün nûru!â diye haykırdı; âŞimdi sana şehitlik izni yoktur. Çünkü seyyitlik silsilesi sana bağlıdır. Mustafa ve Murtazâ´nın soyunun bekâsı senin sağ kalmana bağlıdır!â dedi. Hz.Zeynel Abidin´de ; âEy baba! Ben şehâdet şerbetinden nasıl mahrum kalırımâ dedi. Hz.İmâm Hüseyin: âEy ciğer köşem!â dedi; âBelâ meclisinde şehâdet kadehini içmene henüz sıra gelmemiştir.â Sonra oğlu Hz.Zeynel Abidin´i bağrına bastı. Yüzünü yüzüne sürdü, ona vedâ etti ve dedi ki: âEy gözümün nûru! Sabırlı olmak yolundan ayrılma ki, o yol Peygamberlerin ve evliyânın ahlâk yoludur. Eğer bize bu musîbet nasîb olmasaydı bizden sonra gelecek Müslüman kişilere bir belâ inse onu ilâhi bir gazab diye düşünerek üzüleceklerdi. Ne saâdet ki, belâ bizim yanımızda hakikat ehlinin sevgilisidir. Ve musîbetin başa gelmesi ümmetin Allah´tan korkanları için teselli sebebidir.â Bundan sonra Hz.İmâm Hüseyin, oğlu Hz.Zeynel Abidin´e atalarından kalan imâmet emanetleri teslim etti. Bunlar kıyâmet ilmi ve baki ilimlerdi ki, bunları imâmlardan başkasının zabtı mümkün değildi. Böylece Hz.İmâm, vasiyyetlerini tamamladıktan ve emanetleri oğluna teslim ettikten sonra savaş elbiselerini giyindi ve âEhl-i Beyt´eâ; âAllah´a ısmarladıkâ diyerek meydana yürüdü ve dedi ki; âBen Resûlullah´ın oğluyum, ben Allah´ın velîsi Ali Murtazâ´nın evlâdıyım.â Hz.İmâm Hüseyin, daha sonra o zâlimler topluluğuna son bir defa söz söyleyerek dedi ki; âEy zâlim kavm? Ey gaddar topluluk! O yüce Allah´ın kahredici kahrından çekinin ki; Firavun´un tayfasını Nil ırmağının selleri içinde boğdu. Fil ashâbının askerini Ebabil kuşlarının hücumu ile mağlup etti. Korkun o Allah´tan ki; o Cebbar´ın gazabından ki, Lût kavmi âsilerinin şehrini darmadağın etti. Nûh oğullarının yurduna ölüm selleri yürüttü. Ey zâlimler! Eğer kazâ dîvânının Hâkimine, Hz.Resûl´ün şeriâtına inanıyor ve bunlara boyun eğiyorsanız bu işlerin sonunu anın, bu zulümlerden tövbe edin. Bana amân verin ki; bu çocukları bu kadınları gurbette ayak altında ezdirmeden, Habeş diyârı yönlerine veya Anadolu´ya alıp gideyim. Bu Arap adası ile Babil topraklarını size teslim edeyim. Eğer muharebeden vazgeçme imkânı yoksa, bâri birer birer meydana gelin!â Hz.İmâm Hüseyin´in bu sözlerinden sonra, askerlerinin inançlarını değiştireceğini anlayan Yezîd ordusunun başındakiler; âEy Hüseyin! Bizim savaşımız Yezîd´in emriyledir. Senin kurtuluşun ona bey´at etmektir. Ya kabul edip bey´at edersin, ya ölüme boyun eğersin!â dediler. Sonra ok atıcılara şu emri verdiler: âHüseyin´i göz açtırmadan ok yağmuruna tutun!â Askerler de Hz.İmâm´ın üzerine ok yağdırmaya başladılar. Öyle ki, hava ok kanatlarıyla doldu. Ama Rab´bin himayesi ile korunan o dünya sığınağı padişaha bir zararı dokunmadı. Hz.İmâm Hüseyin de meydanda dolaşıp;âEr istiyorum!â dedi ve karşısına çıkanları birer vuruşta öldürdü. Hz.İmâm Hüseyin o sapık askerleri dağıttıktan sonra, rüzgar uçuşlu atını Fırat´a eriştirdi. Bir yudum su içip hararetini söndürmek istedi. Ama kadınların ve çocukların susayışlarını hatırladı, su içmedi. Sonunda düşman askerinin hücumları ile Hz.İmâm´ı yaraladılar. Hz.İmâm Hüseyin yetmiş iki yara almıştı, yaraların çokluğundan ve susuzluktan güçsüz düşmüştü. Ömer İbn-i Sa´d Hz.İmâm´ın bu halini görünce öldürülmesini istedi. Hz.İmâm Hüseyin yere düştüğü zaman Sa´d oğlu Ömer´in emriyle bir vuruşcu Hz.İmâm´ı öldürmeye gitti. O zaman Hz.İmâm Hüseyin: âEy fukara!â dedi; âBeni öldürecek adam sen değilsin. Bu kötü işe çalışma ki, yazıktır. Sonra cehennem ateşine uğrarsın.â O adam ağlayarak; âEy Resûlullah´ın oğlu! Bu halde iken bile bize hâlâ acıyorsun. Hak ehli olduğuna şüphem kalmadı!â dedi ve elindeki kılıcı korkusuzca geriye dönüp, Sa´d oğlu Ömer´e fırlattı. Ömer´in adamları koştular, kılıcın ona vurmasına engel oldular ve daha sonra o adamı yaraladılar. O da yaralı bedeniyle Hz.İmâm´ın yanına geldi; âEy İmâm Hüseyin!â dedi; âSenin için beni şehit ediyorlar!â Hz.İmâm da; âMücâhidlerin ameli kaybolmaz!â dedi. Sonra o kişiyi şehit ettiler. Böylece her yönden kılıçlar çekilip Yezîd´in nimetlerine ve iltifatına kavuşmak ümidiyle o alçak emre uyuluyordu. Bu alçaklık yalnız iki kişiye erişti. Birisi Enes oğlu Sinan, birisi de Şimir Zilcevşen´di. Bu iki zalim Hz.İmâm Hüseyin´i şehit etmek için üzerine yürüdüler. Zalim Şimir öne atılarak Hz.İmâm´ın karşısında dikildi. Hz.İmâm gözünü açtı: âEy bahtsız adam! Sana kim derler?â diye sordu. O alçak: âBen Şimir Zilcevşen´im!â diye cevap verdi. Hz.İmâm: âZırhının ucunu pis yüzünden çek. Seni göreyim!â dedi. Şimir zırhını çekti, pis yüzünü gösterdi. Hz.İmâm Hüseyin o alçağın dişlerinin domuz dişi gibi murdar ağzından dışarı çıkmış olduğunu gördü. Hz.İmâm: âResûlullah doğru söylemiş!â dedi; âBu bir nişânedir.â Gerçekten de Hz.İmâm Hüseyin´e rüyasında, Hz.Peygamber; Hz.İmâm´ın katilini ve şehâdet vaktini bildirmişti. Hz.İmâm dedi ki; âEy Şimir! Benim öldürülmem sana mukadder kılınmıştır. Ama bugün hangi gün ve hangi vakittir? Ve bu ay hangi aydır?â Şimir bedbahtı: âMuharrem ayıdır. Ve Cuma günüdür. Vakit de namaz vaktidir!â diye cevap verdi. Hz.İmâm Hüseyin: âEy zâlim!â dedi; âBöyle bir haram ayında, Cuma gününde, namaz vaktinde İslâm hatipleri minber başında Atamın vasıflarını anlatırlar. Ve zengin, fakir kullar camiye yüz tutarlar. Sen nasıl olur da bu kötü işi yapmağa kalkarsın? Ey Şimir üzerimden çekil biraz mühlet ver. Ben de kurumuş dudağımla namaz kılayım. Çünkü namazda iken şehit olmak bana miras kalmıştır. Ben de o baba saâdetini bulayım.â Bahtsız Şimir, Hz.İmâm Hüseyin´in üzerinden çekildi. O Hazret de biraz kuvvet bularak oturdu, kıbleye yüz tuttu ve namaza durdu. Hz.İmâm Hüseyin namazda secdeye baş koymuşken, alçak Şimir, Hz.İmâm´ın baş kaldırmasına zaman bırakmadı ve Hz.İmâm´ı şehit etti. Hz.İmâm Hüseyin, Hicret´in 61. yılı (Milâdi 680) Muharrem ayının 10.günü Cuma öğlen namazı vakti Kerbelâ´da, âEhl-i Beytâ ve din düşmanı olan; Allah, Peygamber ve din ile hiç ilgisi bulunmayan Mûaviye oğlu Yezîd ordusu tarafından, şehit edilmiştir. Türbesi Kerbelâ (Irak)´dadır. Hz.İmâm Hüseyin şehâdetlerinde, 57 yaşlarında idi. Hz.Resûlullah´la 6, Hz.Ali ile 37 yıl yaşamışlar, kardeşleri Hz.İmâm Hasan´dan sonra da 10 yıldan biraz fazla ömür sürmüşlerdir. Hz.Resûlullah´ın; âHüseyin bendendir, ben Hüseyin´denimâ buyurdukları Hz.İmâm Hüseyin; bu şehâdeti ile Müslümanlık iddiasında bulunanlar tarafından ve mü´minlerin emiri adını takınan kişinin emriyle, nasıl ihânete uğradığını, nasıl şehit edildiğini, Hz.Resûlullah´ın vücutları mesâbesinde bulunan vücutlarının, nasıl cefâlara lâyık görüldüğünü, Hz.Peygamber´in öpüp kokladığı başın, gözlerin, dudakların nasıl hakaret gördüğünü, İslâm´ın ne hâle düştüğünü, bütün âleme ilân etmiştir. Hz.İmâm Hüseyin saltanat elde etmek için değil, İslâmiyet´i ve dînin esasını korumak için harekete geçmişti. Hz.İmâm Hüseyin biliyordu ki; dört bucağı sarmış zulme, gözleri karartmış hırsa karşı, üst olamayacaktı. Medine´de kalsaydı orada, Mekke´de kalsaydı orada şehit edeceklerdi. Nitekim bu zalim kavim daha sonra Kâbe´yi yıktılar, Medine´de Hz.Peygamber´in mescidine hürmet etmediler, akla gelmez zulümlerde bulundular. Hz.İmâm Hüseyin oraları da korumak gayretiyle Irak´a yöneldi, Kûfe´den gelen mektuplara aldanmış değildi, gitmemesini söyleyen herkese Hz.İmâm; işin sonunu, önceden haber vermişti. Hz.İmâm Hüseyin İslâm uğruna kendisini, kendi aşk ve istekleriyle; dostlarını, ehlini-ayâlini tehlikeye atmak zorundaydı. Böyle bir zamanda asıl tehlike, susmak, zulme boyun eğmek, bey´atı kabul etmek, İslâm´ın izzetini, zillete satmaktı. Hz.İmâm Hüseyin, Hz.Resûlullah´a ve dînine karşı kendisini amaç edinenlerin, şehit etmek isteyenlerin, iç yüzlerini insanlık âlemine göstermek istiyordu. Hz.İmâm Hüseyin dostlarının şehâdetini gördü; yüzüyle, özüyle Hz.Peygamber´i andıran oğlu Ali Ekber´i, gözünün önünde kanlara bulandı. Süt emer çağındaki yavrusu Ali Asgar´ı, kucağında oklandı, âEhl-i Beyt´iânin esâretine inandı. Fakat şehâdetiyle de İslâm´ın izzetini, îmanın kudretini, hakkın bâtıla karşı zaferini, bütün âleme bildirdi, ceddinin dînini ihyâ etti. Hz.İmâm Hüseyin, bu şehâdeti ile Ümeyye oğullarının; Muâviye ve Yezîd soylarının, sözde Müslümanlığa inanmış görünenlerin, Hz.Muhammed ve âEhl-i Beytâ soylarına yapmış oldukları zulümleri, cefâları; bütün insanlık âlemine safha safha gösterdi. Hz.İmâm Hüseyin, Yezîd´in ve ondan sonraki zalimlerin, zulmün karşısındaydı. Hz.İmâm Hüseyin, bir İslâm fedâisiydi ve buna memurdu. Bu memuriyetini Hz.İmâm gerçek bir surette yerine getirdi. Hz.İmâm Hüseyin kanıyla, âEhl-i Beyt´iânin esâretiyle, düşmanlarının hareketleriyle, sözleri ile gerçeği gösterdi, meydana çıkardı. Hz.İmâm insanlığın, insan hürlüğünün, zulme karşı duruşunun ebedî bir örneği oldu. Hz.İmâm Hüseyin canıyla, kanıyla bu zulmün karşısında durmasaydı; zulüm adâlet yerine geçecek, kötülük İslâm şiârı olacaktı. Hz.İmâm Hüseyin ki; şehâdetinden sonra yüzyıllar geçtiği hâlde, sevenlerin gönüllerinde her an yaşamada, ümmeti Müslümanı kurtarmak için âleme rahmet olmakta. Hz.İmâm Hüseyin ki; her an zulme uğrayanlara güç kuvvet vermekte; her an zulme karşı durmakta; her an Hak´kı izhâr etmektedir. Hz.İmâm Hüseyin´in şehâdetinden sonra savaş bitti. âEhl-i Beytâ kadınları ve çocukları Şam´a götürüldüler. Bu şehadet olayından sonra, her sene Muharrem ayında şehitler için mâtemler tazelenir, zâlimlere lânet edilir. Bu konuda yazılanlar deryadan bir damla. Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Zeynel Ãbidin intikal etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Vecîzelerinin Bir Kısmı Ãhiret saâdetinin, dünya devletinden önde olduğunu mutlaka biliniz. Çünkü dünya saltanatı gelip geçicidir. Onu minnet ile ele geçirmeğe ve zilletle bırakıp gitmeğe değmez. Allah´a yakınlık alâmeti; mihnetin ve belânın ölüm veren zehrini yudum yudum içmekten ve Ulu Tanrı dergâhına kabûl nişânesi; musîbetlere ve çilelere tahammül etmekten ibarettir. Ben, zalimlerle yaşamayı bir zillet sayarım. Biz «Ehl-i Beyt» Allah´ın rızâsına uymuşuz; ondan râzıyım; belâsına sabrederiz; sabredenlerin mükâfatlarına ereriz. Biz Hak´kın rızâ incisini arama da belâ denizinin dalgıçlarıyız. Felâket kılıcından korkmayanlar, bizimle atbaşı beraber olurlar. Biz Tanrı yakınının cevherlerini aramak maksadıyla sebat ve sabır sahasının seyyahlarıyız. Gam ve keder hâdiselerinden sakınmayanlar, bize arkadaşlık etmeye rağbet ederler. Biz Peygamber´in âEhl-i Beyt´iâyiz ve Nübüvvet hanedanıyız. Bizim makamımız Allah´a yakın olan meleklerin yanıdır. Ve duâmızın oku dâimâ kabûl edilir olmuştur. Bizce açık olan sırlar sizin için gizlidir. Nitekim geminin delinmesi hikmeti Mûsâ Peygamber´e gizli kalmıştır, fakat Hızır Aleyhisselâm için bu açık seçiktir. Ey Peygamber´in «Ehl-i Beyt´i»! Gökyüzünün belâsı inince, eseri bütün kâinata yayılır. Kâfir ve Müslümanların hepsi bu mihmetin içine girerler. Ama mü´minin kâfirden üstün olduğunu gösteren ölçü şudur ki, mü´min belâya sabreder kâfirse ondan feryâd ve şikâyet eder. Nitekim nimette de kâfir günah işler, mü´minse verâ sahibi olur. Şüphe yok ki; mü´min belâya sabır ve şükür gösterir. Bu suretle de mertebesi yücelir. Kâfir ise sızlanıp şikâyet etmekle kahra uğrar ve kınanmış olur. Bu mânaya en gerçek delil ise; «Ancak Allah yolunda sabır gösterenlere hesapsız mükâfatlar vardır.» (Zümer 10. âyet) Hak bizdedir, biz Hak ile beraberiz. Hak rızâsı, zaten tehlikelidir. Bunu böyle kabûl eden yolunda gider. Her dileğin incisi, belâ girdaplarındadır. İnci avcısı olan onu yakalar. Hayat, inanmak ve mücadele etmektir. Hikmetin gizli sırlarına erişilmez, takdirin irâdesinin dışına çıkılmaz. Hikmetin sırları bize gizli olmaz. Ve ismetin feyzi bizi gaflete sürüklemez. İbâdet; emredilenlerle amel edip, yasak edilenlerden sakınmaktan ibarettir. İnsanlar dünyaya kul oldular; din, yalnız ağızlarında. Geçimleri düzendeyse söz ediyorlar dinden, ama bir belâya uğradılar mı bundan da vazgeçiyorlar. Gerçeğe uyan işe koyulan yok, fakat bâtıla koşan çok. İnsanların en cömerdi, istemeden veren; en asili de intikama gücü yeterken bağışlayandır. Namazda iken şehit olmak, bize miras kalmıştır. Ne talihsiz bedbaht kavim ki; halkın rızâsını kazanmayı, Halik´in (Yaratan Allah´ın) gazâbına üstün tutup, «Ümmetiyiz!» dedikleri Peygamber´in evlâdını helâk ederek Yezîd´in hoşuna gitmek isterler! O varlıkları yaratan Ulu Tanrı´ya sonsuz hamd-ü senalar olsun ki, insan soyunu akıl ve düşünce üstünlüğü ile öteki yaratıklardan yüce kılmıştır. Ve ölçüsüz şükürler olsun o dünya evinin şekillerini çizen ve âhiret yerinin hallerini tedbir eden Allah´a ki, insan cinsinden Peygamberler zümresine üstünlük vasfı yardımında bulunup onları imtiyaz şerefi ile yüceltmiştir. Ve sayısız selâm ve sınırsız selâvat o Kâinat´ın Efendisine ki, Peygamber sınıfında kendi itibar cevheri daha şerefli ve daha uludur. Ve yine selâmlar o ashâplar ve ashâp zümresine ki, Risâlet ailesinde sohbetleri kabûl edilmiştir ve ibâdetleri her an elden üstündür. Oğlu Hz.Zeynel Abidin´e dedi ki; «Sabırlı olmak yolundan ayrılma ki; o yol Peygamberlerin ve evliyânın ahlâk yoludur. Eğer bize bu musîbet nâsib olmasaydı; bizden sonra gelecek Müslüman kişilere bir belâ inse, onu ilâhi bir gazab diye düşünerek üzüleceklerdi. Ne saâdet ki; belâ bizim yanımızda hakikat ehlinin sevgilisidir. Ve musîbetin başa gelmesi, ümmetin Allah´tan korkanları için teselli sebebidir.» Ölüm, genç kızın boynuna takılan gerdanlık gibi, Ãdem oğullarının boyunlarına takılmıştır; onlara ezelden yazılmıştır. Şüphesiz takdir kalemiyle yazılan şey bozulmaz. Kazâ hükümleri yürürlüğe girince, hiçbir çare ile engellenemez.
Hz.İmâm Zeynel Ãbidin, Hicret´in 38. yılında Medine-i Münevvere´de dünyaya gelmişlerdir. Künyeleri âEbû Muhammedâ, lâkapları âZeynel Ãbidin (İbâdet edenlerin bezentisi), Seyyid´üs Sâcidin (Secde edenlerin ulusu)â ve âZü´s-Sefenâtâtır. Fazla secde etmeleri dolayısıyla mübarek alınlarında, dizlerinde meydana gelen sertlik yüzünden bu lâkapla anılmışlardır. âSeccâdâ yani çok secde eden sözü de lâkaplarındandır. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´in 11 erkek, 4 kız olmak üzere, 15 evlâtları olduğu rivâyet edilmiştir. Soyları oğlu Hz.İmâm Muhammed´ül Bâkır´dan yürümüştür. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´in oğlu Hz.İmâm Muhammed Bâkır, babası hakkında naklettiği bir rivâyette söyle buyurmuştur: âBabam İmâm Zeynel Ãbidin hep iyilik yapmaktan zevk alırdı. Allah´a karşı şükranını ifade etmek için; bir iyilik gördüğü zaman, Kur´ân-ı Kerîm okurken «Secde» âyeti gelince, bir kötülükten kurtulunca, iki kişinin arasını bulunca, bir zorluğu atlatınca, mutlaka şükran secdesine kapanırdı. Bunun için kendisine «Seccad» adı verilmiştir.â Hz.İmâm Zeynel Ãbidin, babası Hz.İmâm Hüseyin´in Kerbelâ´da şehâdetlerinde çocuk yaşta ve hasta olduklarından dolayı, Hz.İmâm Hüseyin onun savaşa girmelerine müsâade buyurmamışlardı, çünkü nesilleri oradan devam edecekti. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin son derece iyi yürekli, sakin yaratılışlı idi. İlim sahasında ise, erişilmez bir derecesi vardı. Hayatını iyilikler yapmak, okumak ve ibâdetle geçirmiştir. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin, sık sık Kerbelâ hadisesini hatırlar ve kendini tutamaz uzun uzun ağlardı. Böyle kendisini harap edercesine ağlamamasını söyleyenlere şu cevâbı verirdi: âHz.Yakup, oniki oğlundan birini kaybedince ağlamaktan gözlerine ak düştü. Görmez oldu. Halbuki kaybolan oğlu Yusuf sağ idi. Ben ise «Ehl-i Beyt»ten bütün yakınlarımın şehit düştüklerini gördüm. Bunların acısını yüreğimden nasıl çıkarabilirim?â Hz.İmâm Zeynel Ãbidin de, ataları Emîr´ül-mü´minîn gibi, geceleri taşıyabildikleri kadar yiyecek, odun v.s. yüklenirler, kapı kapı dolaşıp yoksulların evlerine giderler, onların ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlardı. Bu arada yüzlerine nikab vurunurlar, kendilerini tanıtmazlardı. Yoksullar kendilerine yardım edenin Hz.İmâm Zeynel Ãbidin olduğunu, ancak onun Hak´ka yürümesinden sonra anlamışlardı. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin ailesine; âKendilerine başvuran herkese mutlak suretle yardım etmeleriniâ emretmişti. Halbuki kapıya gelerek sadaka isteyenler arasında, böyle bir yardıma hakikaten müstehak olanlar olduğu gibi, pek tabii olarak müstehak olmayanlar da vardı. Fakat Hz.İmâm böyle bir ayırım yapılmasına râzı olmuyordu; âKapıya gelerek el açan herkese mutlak suretle yardım yapılmasınıâ istiyordu. Birgün ailesinden biri; Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´e; âBelki de bu gelenler arasında yardım görmeğe hiçbir şekilde hak kazanmamış kimseler de vardır. Bunlara yardım etmekle, asıl yardıma muhtaç kimselere yardım yapmamak veya daha az yardım yapabilmek zorunda kalıyoruz. Acaba her başvurana mutlaka yardım etmemiz yolundaki emrinizi geri alamaz mısınız?â dediler. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin şu cevâbı verdi: âKapımıza gelerek el açan herkese mutlaka elimizde olanı vermeliyiz. Müstehak olmadığını sandığımız kişilere de bir şeyler vermek lâzım gelir. Onun sadakaya muhtaç olup olmadığını siz nereden bileceksiniz? Olabilir ki; boş çevireceğiniz bir kimse, hakikaten sadakaya muhtaçtır.â Bir çok kimseler halledemedikleri meseleleri halledebilmek için Hz.İmâm´a gelirler, çeşitli sorular sorarlardı. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin, bunların hiçbirini tatmin olmamış bir halde geri göndermezdi. Sorularına mutlaka tatmin edici cevaplar verir, onları aydınlatırdı. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin âEdebâe fevkalâde riâyet ederlerdi; yemeklerini yetimlerle yoksullarla yerler, çocuklara kendi elleriyle lokma sunarlar, yoksullara bir şey vermeden, onları doyurmadan yemek yemezlerdi. Halk, kendilerine büyük bir saygı gösterirdi; düşmanları, âEhl-i Beyt´eâ muhalif olanlar bile, karşılarında saygı göstermek zorunda kalırlardı. Kerbelâ faciasından sonra âEhl-i Beytâ ile Şam´a götürülen Hz.İmâm Zeynel Ãbidin; mescidde, hatibin Ebû Sufyan soyunu övüp Hz.Ali ve Hz.İmâm Hüseyin hakkında kötü sözler söylemesi üzerine Yezîd´e; âBenim de minberde Allah´ın rızâsını elde edecek, meclis ehline ecir vermesine sebep olacak, birkaç söz söylememe müsâade eder misin?â buyurmuşlardı. Yezîd, müsâade etmek istememiş, fakat meclistekiler Hicaz ehlinin fesâhatini duymak istediklerini söyleyip ısrar edince, müsâade etmek zorunda kalmıştı. Bunun üzerine Hz.İmâm Zeynel Ãbidin, minberi teşrif buyurup Allah´a hamd-ü senâdan, Hz.Resûlullah´a ve âEhl-i Beyt´iâne salat-ü selâmdan sonra şu hutbeyi beyân buyurmuşlardır: âEy insanlar, bize altı şey verildi ve yedi şeyle üstün edildik: İlim, hilim, cömertlik, fesâhat, yiğitlik verildi ve mü´minlerin gönüllerine sevgimiz ihsân edildi. Seçilmiş Peygamber Muhammed bizdendir; onu ilk gerçekleyen, îmanını ilk izhâr eden Ali, Cafer Tayyâr, Allah´ın ve Resûl´ünün Arslanı Hamza ve bu ümmetin, iki torunu (Resûlullah´ın iki torunu soyunu sürdüren iki hayırlı ümmet mesâbesinde olan oğulları) ve Deccal´ı öldürecek Mehdî bizdendir; bunlarla da herkesten üstün bir makam ihsân edildi bize. Beni tanıyan tanır; tanımayana da soyumu-sopumu haber vereyim: Ey insanlar! Benim, Mekke´yle Medine´nin oğlu. Benim, Zemzem´le Safâ´nın oğlu. Benim, abâsının eteğinde Hacer´ül-Esved´i taşıyanın oğlu. Benim, herkesten daha iyi, daha güzel bir tarzda Hac törenini edâ edenin oğlu. Benim, en hayırlı ve gerçek tavâf edip sa´yi îfâ edenin oğlu. Benim, en hayırlı ve gerçek Haccedip «Lebbeyk» diyenin oğlu. Benim, burâka binip göğe ağanın oğlu. Benim, geceleyin Mescid´ül-Harâm´dan Mescid´ül-Aksa´ya varanın oğlu. Benim, Cebrâil´le Sidret´ül-Müntehâ´ya varan zâtın oğlu. Benim, hakkında, «Yaklaştı, yakınlaştı; iki yay kadar kaldı, yâhut daha da yakın» denen zâtın oğlu. Benim, gökte meleklerle namaz kılanın oğlu. Benim, Allah´ın dilediği, kendisine vahyedilenin oğlu. Benim, Muhammed Mustafa´nın oğlu. Benim, Aliyy´ül Mürteza´nın oğlu. Benim, Allah´tan başka yoktur tapacak deyinceye kadar halkla savaşanın oğlu. Benim, Resûlullah´ın huzûrunda iki kılıçla savaşanın, düşmana iki mızrakla vuranın, iki kere göçenin, iki bey´atte de bey´at edenin, Bedir´de, Huneyn´de dövüşenin, göz ucuyla bakıncaya kadar bile Allah´a şirk koşmayanın, Mü´minlerin Sâlihi, Peygamberlerin vârisi olanın, dîne bid´at katanların köklerini kazıyanın, Müslümanların sevgilisi kesilenin, savaşların nûrunun, ibâdet edenlerin zînetinin, ağlayanlara baştacı olanın sabırlıların en sabırlısının, Ãlemler Rabbinin Resûlü Yâsîn´in (Muhammed´in) soyundan olan, gecelerini ibâdetle geçirenlerin en üstünü bulunanın, Cebrâil´le güçlendirilen, Mikâil´le yardım görenin oğluyum. Müslümanların haremini koruyanların oğluyum; dinden çıkanları gerçekten sapıp zulmedenleri, bey´atten dönüp ahdını bozanları öldürenin oğlu. Benim, Fatımâ´tüz Zehrâ´nın oğlu; Benim, kadınların ulusunun oğluâ¦.â Bu hutbe; hem Yezîd´in yaptığını, hem Hz.Hüseyin´in kıyâmını, hem dînin esasını, hem de îmanın kudretini gerçeğin azametini göstermiş ve Yezîd´e uyanları hayrete düşürmüş, çoğunu ağlatmış, mescidde bir isyân havası estirmişti. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin yalnız dostlarına değil, düşmanlarına da vakti gelince iyilik yapmaktan çekinmezdi. Emevi hükümdarları ve bunların Vâlileri, kendisine zaman zaman çok kötülükler yapmış oldukları halde, birinden bile şikâyet etmiş değildir. Medine emiri Hişâm bin İsmail, dâima Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´in aleyhinde bulunduğu, rastladıkça sözleriyle Hz.İmâm´ı incittiği hâlde, emirlikten azledilince herkes ona hakaret ederken, Hz.İmâm kendilerine uyanlara; âOna bir şey söylememelerini, incitmemeleriniâ emir buyurmuş ve ona rastlayınca da kendisine selâm verip gönlünü almıştı. Emevi hükümdarları, casusları vasıtasıyla Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´i adım adım takip ettiriyorlar, yaptığı her şeyi öğreniyorlardı. Bunun sebebi korkuları idi. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´in bir işaret verdiği anda bütün Hicâz ile Irak´ın ayaklanabileceğini biliyorlardı. Halbuki Hz.İmâm, kendisini her çeşit dünya işlerinden çoktan çekmiş bulunuyordu. O kendisini olduğu gibi ilim ve ibâdete vermişti. Yapılan aksi telkin ve teklifleri kabul etmiyordu. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin, kendilerine söven birisine; âEğer benâ buyurmuşlardı; âDediğin gibiysem Allah´ın beni yargılamasını dilerim; ama dediğin gibi değilsem, dilerim Allah seni bağışlasın.â Hz.İmâm Cafer-i Sâdık zamanında bir gün, Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´den bahsedildi. O zaman Hz.İmâm Cafer-i Sâdık: âYemin ederim ki o, hayatı boyunca aslâ haram bir şey yemiş değildirâ dedi; âÖmrü boyunca hak yolunda, hak için çalışıp çabalamıştır. Karşısına çıkan güçlüklerden hiçbiri kendisini yıldırmamıştır.â Yine tanınmış Arap ülemâsından Tavus Yemâmî şu olayı anlatmıştır: âBir yıl hac mevsiminde Mekke´ye gitmiştim. Herkes ibâdetle meşguldü. Baktım Kâbe´nin yanında Hz.İmâm Zeynel Ãbidin namaz kılıyor. Hemen ona yaklaştım ve kendisini seyre başladım. Kendisinden tamamiyle geçmiş, bütün varlığını ibâdete vermişti. Namazdan sonra da niyâza başladı. O zaman ben, Peygamber soyundan gelen bu zatın duâ ve niyâz ederken neler söylediğini merak ederek kendisine iyice yaklaştım. Hz.İmâm´dan kulağıma şu sözler geldi; «Yâ Rabbî! Ufak bir kulun kapına geldi. Bir zavallı kul sana sığındı. Muhtaç bir kulun kapındadır. Senden lûtuf ve inâyet dileniyor.» Bu sözler bana öylesine dokundu ki; ömrüm boyunca bu sözler, hiçbir vakit hatırımdan çıkmadı. Ne zaman bir zorlukla karşılaşsam ben de aynen bu şekilde duâ ve niyâza başladım. Ve hemen her seferinde Cenâb-ı Hak´ka, Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´in dili ile yaptığım bu duâ, nezdi ilâhi de makbul olmuş ve beni de sıkıntıdan kurtarmıştır.â Bu sözler de; Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´in, ne mertebelere kadar yükselmiş bulunduğunu açıkça gösterir. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin, babaları Hz.İmâm Hüseyin´in şehâdetinin, şehâmetinin bir timsali, lûtuf ve ihsânın bir mümessili olmak, Peygamber-i Ekrem´in bir yadigârı bulunmak ve aynı zamanda bilgide de eşi bulunmamak dolayısıyla herkesin saygısına mazhar olmuşlar, çevrelerini ilim ve edeb âşıklarıyla doldurmuşlardı. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´in ibâdette bulundukları Mescid-i Nebî, âdeta bir medrese hâlini almıştı. Hicaz´daki bilginler, kendilerine mürâcaatla bilgilerini ilerletiyorlar, hac mevsimlerinde uzak illerden gelenler de kendilerinden faydalanıyorlardı. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´in tedvin edilmiş eserlerinden biri âE´s-Sahifet´ül-Kâmileâdir. âSahife-i Seccâdiyyeâ de denilen bu kitapta, ellidört duâ mevcuttur. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´in bir de âRisâlet´ül-Hukukâu vardır. Bu risâlede; İslâmi hukuk esaslarının insanî vecheleri, bütün incelikleriyle izâh edilmektedir. Hz.İmâm Zeynel Ãbidin, Hicret´in 75. yılı (Milâdi 693) Muharrem ayınının 12. günü Ümeyye oğullarından Abdülmelik oğlu Velid´in saltanatı zamanında, Hişâm bin Abdülmelik´in iğvasıyla zehirletilerek, şehâdet mertebesine ermişlerdir. Ömürlerinin müddeti, 37 yıldır. Kabri, Medine-i Tayyibe´deki Baki mezarlığında, Hz.İmâm Hasan´ın medfun bulundukları yerdedir. Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Muhammed´ül Bâkır´a intikal etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Vecîzelerinin Bir Kısmı Hayrın hepsi de, insanın kendisini koruması içindir. Her isteyene hayırla muamelede ihsânda bulun. O buna lâyıksa yaptığın yerini bulmuştur. Değilse sen bunu yapmağa lâyıksın ya! Ãman sahibinin, îman sahibinin yüzüne sevgi ile bakması ibâdettir. Ne Kureyş için asâlet, ne Arap için asâlet vardır. Asâlet ancak gönül alçaklığı iledir. Kerem de ancak Allah´tan çekinmekledir. Sana ilim ve nasîhat vereni sen de yüceltmeli, ağırlamalısın. Sözünü iyi dinlemelisin. Kendisini dinlerken ona doğru dönmeli, aklından başka şeyleri çıkarmalı, bütün anlayışını ona hasretmelisin. Kalbini ona karşı temiz tutmalı, gözünü dört açmalısın. O sana nasıl bilmediğin şeyleri öğretiyorsa, senin de ondan öğrendiklerini bilmeyenlere öğretmen, onun hakkını en iyi şekilde ödemen demektir. Onun yanında, onunla konuşurken sesini yükseltme! Ondan birisi bir şey sordu mu sen cevap vermeğe kalkışma! Mecliste kimse ile konuşma! Kimsenin aleyhinde bulunma ve biri onun aleyhinde bulunacak olursa reddet! Ayıbı varsa ört, iyiliklerini herkese duyur. Düşmanları ile düşüp kalkma, görüşme! Dostlarından biri ile düşman olma! Böyle davranacak olursan, Allah´ın melekleri de, senin ilmi kullar için değil de, Allah için tahsil ettiğine şehâdet ederler. Şükür de, aczini itiraf da, şükürdür. Yalandan sakının! Ne olursa olsun, şaka için bile yalan söylemeyin! Az yalan söyleyen cesaretlenir de yalanın çoğunu da söyler. Sahife-i Seccadiye´den Bir Duâsı Yâ Rabbî! Muhammed´e ve soyuna rahmet eyle! Ãmanımı en yüce îman eyle! Niyetimi, niyetlerin en güzeline ulaştır. Amelimi, amellerin en güzeline vardır. Yâ Rabbî! Lûtfunla niyetimi tam bir hâle ilet! Mertebende olan şeylere karşı îmanımı düzelt! Bende bir kötülük, bir yanlışlık olursa bunu kudretinle ıslâh et! Yâ Rabbî! Giriştiğim işde de bana yardım et de başarıya ulaşayım. Dileğimi yapmada sen yardım et! Beni niçin yarattınsa o işde kullan! Beni zenginleştir! Rızkımı artır! Sana kulluk ettir! Kulluğumu benlik ile bozma! İnsanlara elimden hayır gelsin, fakat hayrımı hiç etme! Bana iyi hûylar ver; fakat beni öğünmekten koru! Yâ Rabbî! İçimde bir gönül alçaklığı ver ve sonra insanlar arasında derecemi yükselt! Yâ Rabbî! Benliğimde bir gönül alçaklığı meydana getir de sonra görünüşte bir üstünlük ver! Hem bu gönül alçaklığım, yüksekliğim, üstünlüğüm kadar olsun! Yâ Rabbî! Bana asla değiştirmeyeceğim tertemiz bir hidâyet ver! Beni, ayağımın kaymayacağı bir doğru yola götür. Dosdoğru bir niyet ver bana! Ömrümü itâatine sarfet! Eğer ömrüm şeytana oyuncak olacaksa, azâbın gelmeden, gazabın beni bulmadan beni al! Yâ Rabbî! Bende ayıplanacak hûy bırakma! Varsa ıslâh et! Güzelleştir! Bir iyiliğim varsa, bunu tamamla, olgunlaştır. Yâ Rabbî! Kötülere düşmanlık etmek yerine sevgi ver! Doğru yoldan sapanlardan, nefret yerine güzellik ver! İyi kişilere karşı muhabbet ver! Yakınlarına isyân yerine, görüp gözetme ver! Yakınlarını kötü ve aşağı görmek yerine, onlara yardım etmeyi nasîb et! Sevilenlere karşı güzel bir sevgi ver! Şüphe edenlere karşı iyi niyet ver! Zalimlerden korku acısı yerine, emniyet tatlılığı ver! Yâ Rabbî! Bana zulûm edenlere karşı kuvvet ver! Benimle düşmanlığa kalkışanlar karşısında, kendimi korumam için bana söz kudreti ver! Bana inâd gösterenlere karşı, bana zafer ihsân et! Aleyhimde tertipler hazırlayanlara karşı, bana bir tertip ilham et! Beni kahretmek isteyenlere karşı, bana kuvvet ve kudret ver! Bana iftira edenleri, yalanlayacak bir kudret ver bana! Benden ayrılana selâmet nasîb et! Beni doğrulukla destekleyenlere itâat etmemi nasîb eyle! Yâ Rabbî! Bana o kudreti ver ki; Beni aldatana, öğüt verebileyim! Beni terk edene, iyilik edebileyim! Bana vermeyene, ben ihsânda bulunabileyim. Beni tavaf etmeyeni, ben tavaf edeyim. Aleyhimde bulunan kişiyi, ben iyilikle anayım. Bana biri bir iyilik edince ona şükredeyim de, bana kötülük edene karşı da, kendimi koruyabileyim! Yâ Rabbî! Muhammed´e ve onun soyuna rahmet et! Ondan önce yarattıklarından birine, ondan sonra yarattıklarından birine ettiğin, edeceğin rahmetten üstün bir rahmet eyle! Dünyada da, âhirette de, iyilik ve güzellik ver bize! Cehennem azâbından da koru bizi!
Hz.İmâm Muhammed´ül Bâkır, Hicret´in 57. yılında, Safer ayının 3. günü Medine-i Münevvere´de dünyaya gelmişlerdir. Babaları Hz.İmâm Zeynel Ãbidin Ali´dir, anneleri Hz.İmâm Hasan´ın kızları Fâtıma´dır. Böylece hem baba, hem ana tarafından soyları Hz.Ali´ye ulaşmaktadır. Hz.İmâm Muhammed Bâkır´ın künyeleri âEbû Caferâdir. Lâkapları âBâkırâdır. Bâkır; âYaran, açanâ anlamlarına gelmektedir. İlmi, hikmeti yarıp açtıkları, bilgi de kendilerine bir engel, bir sınır tasavvur edilemediği, ilmi tamamıyla kavradıkları cihetle bu lâkapla anılmışlardır. Hz.İmâm Muhammed´ül Bâkır´ın 4 erkek, 3 kız olmak üzere 7 evlâtları olmuştur. Soyları, Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık´tan yürümüştür. Babası Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´in Hak´ka kavuşmasından sonra imâmeti devr alan Hz.İmâm Muhammed Bâkır, babasının yolundan hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ayrılmamıştır. Hz.İmâm kendisine başvuran ihtiyaç sahiplerini her zaman dikkatle dinlerdi ve onları hoşnut edebilmek için elinden gelen gayreti sarfederdi. Onlar da Hz.İmâm Muhammed Bâkır´dan râzı olurlardı. Hz.İmâm Muhammed Bâkır, gayet doğru sözlü, halûk, iyilik sever bir zattı. Onunla bir defa konuşan hemen tesirinde kalırdı. Aynı zamanda ihsân bakımından, dünyanın eli en açık kimsesiydi. Vaktini ya ibâdetle, ya ilim tahsil etmekle, ya bildiği şeyleri başkalarına öğretmekle, ya kendisine başvuranlara doğru yolu göstermekle, ya da muhtaçlara ihsânda bulunmakla geçirirlerdi. Hayatı da hep bu çalışmalar içinde geçmiştir. Zamanında yaşamış olduğu bütün âlimler, Hz.İmâm Muhammed Bâkır´ın ilim bakımından yüksekliğini kabul etmekte ittifak etmişlerdir. Bir seferinde Kur´ân-ı Kerîm´de geçen; «Bilmiyorsanız, bilmediklerinizi zikir ehline sorunuz» şeklindeki âyetin manâsı kendisine sorulmuş, Hz.İmâm da şu cevâbı vermiştir: âZikîr ehl-i biziz.â Bu söze yanındaki âlimlerden hiçbiri itiraz etmemiştir. En tanınmış din âlimleri, zaman zaman halledemedikleri meselelerle karşılaştıkları zaman, mutlaka gelir, Hz.İmâm Muhammed Bâkır´a başvururlardı. Hz.İmâm da hiçbirini yanından tatmin edilmemiş olarak göndermezdi. Hepsinin de takıldıkları noktaları aydınlatmanın yolunu bulurdu ve onları kelimenin tam manâsıyla tatmin ederdi. Hz.İmâm Muhammed Bâkır son derece güzel konuşurdu. Hemen hemen her sözünde derin hikmetler mevcuttu. Hz.İmâm´ı dinleyen, huzûrundan ayrıldıktan sonra da uzun müddet kendisini bu sözlerin tesirinden kurtaramazdı. Mekkeli bilgin Abdullah bin Atâ; âBilginlerin, Muhammed Bâkır´ın huzûrunda küçüldükleri gibi, hiçbir kimsenin huzûrunda küçüldüklerini görmedim Hatem bin Uteybe´nin, toplumu içinde o kadar büyük, kadri o kadar yüceyken, onun huzûrunda, mualliminin huzûrundaki küçük çocuğa döndüğünü gördümâ demiştir. Hz.İmâm Muhammed Bâkır´ın ilmi, sadece din işlerine inhisar etmiş değildi. Hz.İmâm, ilmin, bilginin her cephesiyle meşgul olurdu. Kendisine hangi konudan bir şey sorulacak olursa, cevâbını mutlaka doğru olarak verirdi. Hz.İmâm Muhammed Bâkır, kendisinden yardım isteyen her fakire mutlaka yardımda bulunurdu. Açları doyurur, çıplakları giydirirdi. Kendisini ziyaret eden dost ve ahbaplarının bu ziyaretlerini, mutlaka iade ederdi. Hz.İmâm Muhammed Bâkır´ın meclisleri, bir çeşit ilim meclisleri olurdu. Burada bulunmak ve kendisinden feyiz almak, her kula nasip olmaz saadetlerdendi. Irak´ta olsun, Hicaz´da olsun, başka yerlerde olsun, yetişen din bilginlerinin çoğu kendisinden feyiz almışlardır. Hz.İmâm Muhammed´ül Bâkır, babalarının kurduğu gerçek ve ilâhi medreseyi devam ettirmişlerdir. Hz.İmâm Muhammed Bâkır, kendisi senet göstermeden, yani rivâyet edicisinin adını zikretmeden bir hadîs-i şerifi okuduğu zaman, bunun sahih bir hadîs olduğundan kimse şüpheye düşmezdi. Çünkü şöyle söylerdi; âBen bir hadîs okudum, rivâyet edenini anmadım mı bilin ki onu mutlaka babamdan duymuşumdur. Babam da babasından, babası da ceddim Resûlullah´tan duymuştur.â Bu şekilde rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerden bir tanesi şudur: âİşlerin zoru üçtür; Kardeşlerle mal hususunda iyi geçinmek, menfaat söz konusu olunca insanlara karşı insafla muamelede bulunmak, her durumda Allah´ı anmak.â Tasavvuf inancını benimseyen ve kendini ibâdete vermiş olan Muhammed bin Münkedir; âMuhammed bin Ali´yi görünceye dek Ali bin Hüseyin´in, fazîlet yönünden kendi gibi bir halef bıraktığını ummazdım; ben ona öğüt vermek isterken o bana öğüt verdiâ der ve şu olayı anlatır: âHararetim bastığı bir saatte Medine dolaylarında gezerken, Muhammed bin Ali´ye rastladım. Pek yorulmuştu, yanındaki iki kişiye dayanarak yürüyebiliyordu; adam akıllıda terlemişti. Ona, «Hâşimi ulularından olan senin gibi bir kişinin, bu saatte dünya için bu derece yorulmasını, hiç de doğru bulmuyorum» dedim. Hz.İmâm bu söz üzerine dayandığı kişileri itti, doğruldu da bana dedi ki: «Vallâhi bu halde ölüm gelip çatsa, beni Allah´a edilen ibâdetlerden biriyle meşgul olarak bulur; çünkü bu halimle ben, kendimi senden de, bütün halktan da çekmişim, ehlimin-ayâlimin rızkı için çalışmaktayım; Ben, Allah´a karşı irtikâb edilen bir suçu işlerken, ölümün gelip çatmasından korkarım» Bu sözü duyunca; «Allah sana rahmet etsin» dedim; «Sana öğüt vermeyi isterken, sen bana öğüt verdin.»â Hz.İmâm Muhammed Bâkır´ın zamanları, Ümeyye oğullarından Mervan oğlu Abdülmelik ile oğulları Velid ve Süleyman'ın, Abdülaziz oğlu Ömer´in ve yine Abdülmelik´in oğullarından Yezîd´le, Hişâm´ın saltanatlarına rastlar. Abdülmelik öyle bir kişiydi ki, kendisine saltanat müjdelendiği zaman, okumakta olduğu Kur´ân´ı Kerîm´i;âBu seninle son görüşmemizâ deyip elinden bırakmıştı. Abdülmelik saltanata oturunca, amcasının oğlunu saltanatta kendisine rakip gördüğü için sarayına konuk çağırmış ve onu kendi eliyle öldürmüş sonra da Şam mescidinde minbere çıkıp; âBundan böyle, kim benim yaptığım işe dâir bir soru sorar veya îtirâz ederse cevâbını ancak kılıçla alırâ demişti. Şimdi bu devirde bir de Şam´da olup bitenlere bakalım. Muâviye´nin kurduğu saltanat ne âlemde idi? Onun halefleri ne ile meşgul idiler? Ne yapıyorlardı? Bütün bunları bilmek, akıl ve izân sahipleri için pek güzel bir mukayese imkânı hazırlar. Biz Hz.Ali´nin torunlarının nasıl yaşadıklarını birer birer anlatırken, Şam´da yaşanılan olayları anlatmamak ve unutmak insafsızlık olurdu. Hz.İmâm Muhammed Bâkır´ın imâmlık makamına oturduğu zamanda, Şam saraylarında fesat ve ahlâksızlık son haddini bulmuştu. Hz.İmâm Muhammed Bâkır çekilmiş olduğu ilim ve fâzilet dolu köşesinden bu manzarayı hayret ve hatta dehşet içinde seyrediyordu. Muâviye´nin soyundan, Mervan´ın soyuna geçen bu sahte Emîr´ül-mü´minlik, halka zorla kabul ettirilmek isteniyordu. Bunlar; Şam saraylarında hükümdarlar gibi yaşıyorlardı ve her çeşit sefâhat hayatının içine adetâ gömülmüşler, boğulmuşlardı. Bunlar; emirlerini ancak kılıç kuvveti ile gördürebildikleri için sadece buna tapıyorlar, bütün varlıkları ile sadece bunu benimsiyorlardı. Bunlarda; fâzilet, doğruluk, adâlet gibi kelimeler çoktan unutulmuş, iş düpedüz bir rezâlet, ahlâksızlık ve zulme dökülmüştü. Şam saraylarında, Ümeyye oğulları rezâlet ve sefâhat içinde hayat sürerlerken, Hz.Ali´nin torunları ise Medine´de büyük bir fâzilet içinde hayatlarını devam ettiriyorlardı. Bu halîfelerin içinde yalnız Mervan oğlu Abdülaziz´in oğlu Ömer, bir istisna teşkil ediyordu. Bu zât Hicret´in 99. yılında saltanata gelir gelmez ilk iş olarak; Muâviye´nin koyduğu pis ve kötü bid´atı, Cuma günleri hutbelerde Hz.Ali´ye hâşâ, zem edilmesini kaldırdı ve yerine; Kur´ân-ı Kerîm´deki şu âyetin okunmasını emretti: âGerçekten de Allah adâlet ve ihsânla muameleyi buyurur ve yakınları görüp gözetmeyi emreder; kötü olan, yapılmaması buyrulan şeylerden ve azgınlıktan isyândan nehyeyler; düşünüp anlamanız içinde size öğüt verir.â (Nahl 90. âyet) Abdülaziz´in oğlu Ömer, daha sonra Hz.Muhammed´in Hak´ka kavuşmalarından sonra Hz.Fâtıma´nın elinden alınan Fedek hurmalığını, Hz.Fâtıma´nın soyuna geri verdi. Sonra Ümeyye oğullarının gasbettikleri şeyleri tekrar onlardan aldı, Beyt´ül-mâl´e (Devlet Hazinesi) iâde etti ve hak sahiplerine de devlet hazinesinden verilen payda, eşitliğe riâyeti şart koştu. Ümeyye oğulları, Abdülaziz oğlu Ömer´in yapmış olduğu bu hareketlerini hoş görmediler ve onu zehirlettiler. Abdülaziz oğlu Ömer, bu zehirlenme sonucunda Hicret´in 101. yılında vefât etmiştir. Arap milliyetçiliği, Arap olmayan Müslümanların aşağı görülmesi, gayr-i Arap olanları büsbütün incitmedeydi. Halifelerin sorumsuzluğu, yahût adâlet sâhibi olsun, olmasın, onlara itâatin lüzumu hakkındaki rivâyetler, artık söyleyenlerin dillerinde ve yazılmış sahifelerde kalıyordu. Hz.İmâm Hüseyin´in, mazlûm olarak din, îman adına, ümmetin selâmeti ve İslâm´ın, insanlığın özgürlüğü uğruna şehâdeti unutulmuyor, yer yer ayaklanmalarla, intikam almaya kalkışmalarla yeniden yeniye canlanıyordu. Hicret´in 120.yılında, Hz.İmâm Muhammed´ül Bâkır´ın tasvib etmemesine rağmen, Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´in oğlu Zeyd, zamanın yönetimine karşı ayaklanmış; fakat onu şehit etmişlerdir. Hicret´in 125.yılında da Zeyd´in oğlu Yahyâ ayaklanmış; fakat o da şehit edilmiştir. Bütün bu olaylar halka bir ibret olmuyordu. Kerbelâ fâciasını, Resûlullah´ın oğlunun şehâdetini, âEhl-i Beyt´inâ esaretini, Muhammed evlâdına revâ görülen zulümleri unutmayanlar için bir hatırlatma oluyordu. Kendilerine, Resûlullah´ın halîfesi ve mü´minler emîri lâkaplarını takanların sefâhatları, zulümleri, bu hatırlatmayı, en azından hoşnutsuzluk hâline getiriyordu. Ümeyye oğullarının kendi aralarında da hoşnutsuzluklar, hattâ ayaklanmalar başlamıştı; zulüm temelinin üstüne kurulan bu saltanat, artık çöküyordu. Hz.İmâm Muhammed Bâkır, Ümeyye oğulları saltanatının son zamanlarında yaşamışlardır. Hz.İmâm; hükümetin bir yandan dıştaki, bir yandan içteki muhaliflerle uğraşmasından faydalanmışlar ve İslâm´ın gerçek esaslarını, ilmi, hikmeti yaymışlardır. Sahâbeden olup Hz.İmâm´ın zamanına ulaşanlardan ve tâbiinden birçok kişi, kendilerinden faydalanmışlar, rivâyetlerde bulunmuşlardır. Hz.İmâm Muhammed´ül Bâkır´ın bir de tefsirleri vardır. Hz.İmâm Muhammed´ül Bâkır, Hicret´in 114. yılı (Milâdi 733) Zilhicce ayının 7. günü Hak´ka kavuşmuştur. Hz.İmâm Muhammed´ül Bâkır, Ümeyye oğulları tarafından zehirlettirilerek şehâdet makamına ermişlerdir. Ömürleri 57 yıl, 5 ay, 7 gün´dür. Hz.İmâm Muhammed Bâkır vasiyyetleri mucibince, Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık tarafından yıkanıp techîz ve tekfîn edilmişler, namazları da Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık tarafından kılınmıştır. Hz.İmâm Muhammed Bâkır, Medine-i Münevvere´deki Baki mezarlığında, babaları Hz.İmâm Zeynel Ãbidin´in yanına defnedilmişlerdir. Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık´a intikal etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Vecîzelerinin Bir Kısmı Allah o mümine rahmet etsin ki; dilini tutar da kötü söz söylemez. Çünkü bu, Cenâb-ı Hak´kın kendisine verdiği sadakadır. Dilini tutmadıkça hiç kimse, günahlardan kurtulamaz. Amel ancak bilgi ile beraber olursa makbuldür. Bilgi de amelle olur. Bilgi sahibine bu bilgisi, ameline kılavuzluk eder. Bilgisiz kişinin ameli ise beyhudedir. Aşağılık ruhtaki bir kimsenin silâhı; kötü sözdür, iftiradır. Bilgisinden faydalanılan bir bilgin, ibâdetle meşgul olan bin kişiden daha yararlıdır. Bir bilginin ölümü, şeytanı yetmiş ibâdet edicinin ölümünden daha çok sevindirir. Bu dünyada bir büyük belâya çatmış bulunuyoruz. Zira bu halk, bizim göstereceğimiz yoldan başka Hak´ka giden bir yol bulamaz. Buna karşılık ne yazık ki; bunlar çok defa bizim sözümüzü dinlemezler. Cenâb-ı Hak´kı her zaman aklınızda bulundurun; tâ ki sizleri görünmez kaza ve belâlardan korusun! Doğru ve güzel sözü kim söylerse söylesin; bunu kabul ediniz. Varsın isterse bu sözü söyleyen sözünü tutmasın. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur´ân-ı Kerîm´de; âOnlar ki doğru sözü dinlerler ve sözün güzeline uyarlar; Allah´ın doğru yola götürdükleri kişiler kendileridir.â buyurmuştur. Doğruluk ve hidâyet kapısını bilene, onunla amel edenin ecri kadar ecir verilir. Onunla amel edenle, ecirlerinden de bir şey eksilmez. Buna karşılık sapıklık yoluna giden, bir sapıklık icat eden kimseye de, o sapıklıkla amel edenlerin işledikleri günah kadar günah yazılır. O sapık yolda gidenlerin günahlarından da bir şey eksilmez. Eline fırsat geçer geçmez bundan âzâmi istifadeye sakın kalkışma! Fırsatçılık meydanı öyle bir meydandır ki, bu meydana düşenleri sonunda mahrumiyete götürür. Gönül zenginliği gibi zenginlik yoktur. Gönül fukaralığı kadar da, fukaralık yoktur ve olamaz. En yüksek irfân, kendi kendini tanımaktır. İyi sıhhat kadar büyük bir nimet bulunamaz. Başarı kazanmak kadar âfiyet yoktur. Gayreti ve azmi uzattıkça uzatmak gibi yücelik olamaz. Dünya mallarına karşı isteği azaltmak kadar zahitlik yoktur. İnsaf kadar adâlet olamaz. Hevâ ve hevese uymak kadar günah işlenemez. Allah´ın farzlarını yerine getirmek gibi itâat yoktur. Akılsızlık kadar musîbet düşünülemez. İşlenen bir suçu küçümsemek kadar fena şey olamaz. Haksızlığa ve kötülere karşı savaşmak gibi üstünlük yoktur. Gönül isteği ile savaşmak kadar da savaş olamaz. Öfkeyi yenmek kadar kuvvet yoktur. Tamah etmek derecesinde alçalış da olamaz. Gönülleri aydın olanlar, ka´tiyyen dünya işleri peşlerinde koşmazlar. Her zaman öteki dünyayı düşünürler. Onların kulakları, gökten gelen seslere açık, gözleri ilâhi nur ile doludur. Gökten gelen sesleri gönül kulağı ile dinlerler ve bunları sanki öz kulakları ile dinliyormuş gibi olurlar. Onların gönül gözleri ile gördüklerini, bayağı gözlerle görmek mümkün değildir. Ve neticede en temiz olanların makamlarına erişirler. Bunlar pak ve olgun dostlardır. Seni her zaman saâdet yoluna yolcu ederler. Sana her zaman fazîlet ve kemâl yolunu gösterirler. Güler yüz ile tatlı söz; insana sevgi ve saygı kazandırır. Asık surat ile kötü söz ise, ancak nefret uyandırır. Böyleleri, insanları Allah´tan uzaklaştırır. Günah işlemekten, sapık yollara düşmekten çekinin! İbâdette kusur etmeyin! Yalandan sakınıp ancak doğru söyleyin! Emanete ihânet etmeyin! İyi kimse olsun, kötü kimse olsun; size biri bir şey emanet etti mi, onu istediği vakit bunu kendisine geri verin! Bana Ali bin Ebû Tâlib´i öldüren bile bir şey emanet etseydi, bunu kendisine geri verirdim. Her işinde doğru ol! Boş ve beyhude işlerle uğraşmaktan sakın! Düşmanından her zaman çekin ve dostunu da çekindir! Her üstün ve iyi şeyden daha üstünü ve daha iyisi; adâlet ve ihsândır. Onun için Cenâb-ı Hak; adâlet ve ihsânı emreder. İnsanın ilmi ile beraber hilmi de olması ne kadar güzel olur. Sabırlı ve bilgili olmak, fazîletlerin en üstünüdür. İnsanın yüreğine az olsun, çok olsun bir defa kibir girecek olursa, bu kibir ne miktar girerse, aklı da o miktar da azalır. İnsanoğlu için şu noksanlık yeter ki; Başkalarının kabahatlerini sayıp döktüğü halde, kendi kabahatini ve ayıbını görmez. Başkalarını kötü yola gitmekten men eder de, kendisi o kötü yolun yolcusudur. Ve hiçbir menfaati olmadığı halde, halka zulüm ve eziyet edilmesinden sevinç duyar. Kardeşinde bile bulunsa, onda gördüğün fakat Allah´ın örttüğü bir kusuru söylemen fena bir şeydir. Onda olmayan kusuru söylemen ise iftiradır. Kibirli ve gururlu olanlar ahmak bir cemâattir. Onların ahmaklıklarının ölçüsü, kibirleri ile mütenâsibtir. Yani ne kadar kibirli olursa o kadar ahmaktırlar. Kullar, Cenâb-ı Hak´kın dergâhında duâ ettikleri zaman, bunu içten gelen huzûr ile yapmalıdırlar. Makbul olanı budur. İlâhi kaza ve belâyı, içten gelen duâdan başka hiçbir şey geri çeviremez. Pişmanlık gözyaşları ile ıslanan yüzü cehennem ateşi yakmaz. Şeref ve servet insanın vücudunda dolaşır. Nihayet sonunda tevekkül evine yerleşir. Orada karar kılar. Şiâmız, yani âEhl-i Beyt´iâ sevenler üç kısımdır. Bir kısmı bizlerle geçinenlerdir. Bir kısmı sırça gibi çabucak kırılıp gidenlerdir. Bir kısmı ise kırmızı altın gibidir. Ateşe girdikçe, zahmet ile karşılaştıkça değeri artar. Şu zât gözümde çok büyüktür. Çünkü dünya onun gözünde küçülmüştür. Temizlik ve iffet kadar bir şey, Cenâb-ı Hak´kın indinde makbul değildir. Karnı haram lokma ile doldurmaktan ise aç bırakmak ve nefsi körleterek, başkalarının iffet ve namusuna tecavüz etmemek evlâdır.
Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık, Hicret´in 83. yılında Rebîülevvel ayının 17. gününde Medine-i Münevvere´de dünyaya gelmişlerdir. Babaları Hz.İmâm Muhammed´ül Bâkır, anneleri Ümmü Ferve´dir. Künyeleri âEbû Abdullah, Ebû İsmailâ ve âEbû Mûsââdır. Lâkapları âSâdıkâtır. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık´ın 7 erkek, 3 kız olmak üzere 10 evlâtları olmuştur. Kendileri, Hz.İmâm Muhammed´ül Bâkır´ın Hak´ka kavuşmalarından önce oğullarını ve âEhl-i Beyt´iâ seven seçkin kişileri huzûrlarına davet ettiklerini, onlara Kur´ân-ı Kerîm´in; âOğullarım, Allah size bu dini seçti; artık siz de ancak Müslümanlar olarak ölünâ meâlindeki Bakara 132. âyet-i kerîmesini okuduklarını, sonra yüzlerini kendilerine döndürüp; âBen vefât edince na´şımı yere koy, beni yıka, Cuma günleri giyindiğim elbisemle kefenle, kabrime indirince kefenimin bağlarını çöz, defnimden sonra mezarımı dört parmak miktarı yükseltâ buyurduklarını, sonra huzûrundakilere dışarı çıkmalarına izin verdiklerini rivâyet etmişlerdir. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık buyururlar ki: âBaba, vasiyyetlerini yalnızca bana da söyleyebilirdinâ dedim. Babaları Hz.İmâm Muhammed Bâkır buyurdular ki: âBenden sonra işler kimin elinde, hepsinin bunu bilmesini; dost-düşman, hiç kimsenin senin imâmetinde bir şüpheye düşmemesini istedim.â Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık, babaları Hz.İmâm Muhammed´ül Bâkır´ın vefâtlarında 34 veya 35 yaşlarında idi. Saltanat makamında Ümeyye oğullarından Abdülmelik oğlu Hişâm oturuyordu. Hişâm´dan sonra saltanat tahtına geçen, Abdülmelik oğlu Yezîd´in oğlu Velid´in hareketleriyse, yalnız Ümeyye oğullarının aleyhinde bulunanları değil, Ümeyye oğullarını da aleyhine kışkırtmış, nihayet öldürülmüştü. Velid´in öldürülmesi, gerçekte Emevilerin saltanatlarının da sonuydu. Emeviler, Hz.Ali evlâdına şiddetle karşı durmakla kalmamışlar, aynı zamanda kudretlerini Arap milliyetine dayamışlardı. Emeviler, Arap olmayan Müslümanlara; âMevâli-Kölelerâ adını takmışlar, onları her hususta aşağı görmüşler ve aşağılatmaya, hatta yok etmeye çalışmışlardı. Irk üstünlüğüne dayanan bu siyâset; Arap olmayanların, bilhassa İranlıların, âEhl-i Beytâ tarafını tutmalarına sebep olmuştu. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık, Ümeyye oğullarının yıkım devresiyle Abbas oğullarının kuruluş devresinde, ümmetin imâmetini uhdelerine almışlardı. Emevi saltanatı bir yandan çeşitli isyânları yatıştırmaya, bir yandan yer yer aleyhlerine alevlenen ve Ãl-i Muhammed´in öcünü almayı amaç edinmiş görünen kıyâm yangınlarını söndürmeye, ayrıca da halkın iktidara karşı hoşnutsuzluğunu gidermeye uğraşıyordu. Fakat artık ne iktisadi durumu düzene sokmaya imkân vardı, ne ırk ayırımını, hatta sathi olarak telif mümkündü. Zengin zümre asâlet iddiasına sığınan servet sahipleri, daha da muktedir bir hâle gelmek için bölünenleri kışkırtıyorlar; horlanan zümre ise aldanmaya devam edip duruyordu. Her yanda kan kokmada, öc alma hırsı canlanmakdaydı. Aynı zamanda düşünce ve inanç bölünmeleri, ayrılanları büsbütün ayırmakdaydı. Bu zıt inançlara, bu inançları benimseyen zıt zümrelere karşılık; tefsir, fıkıh, hadîs, kelâm, aynı zamanda ricâli mantık ve cedel, lûgat, şiir ve edebiyat, tarih, hatta tıp ve astronomi bilginleri inkişaf etmiş, bu bilginler de rüsûh sahipleri yetişmişti. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık, iktidarın zaafı karşısında gerçek İslâm´ı yaymak için bir zemin bulmuştu. Fakat aynı zamanda Mürcie, Kaderiyye, Sûfiyye inançları karşısında durmak ve bütün bu sınıflara karşı koymak bu inançlara karşı âEhl-i Beytâ mezhebini korumak, gerçek inancı müdâfaa etmek zorundaydı. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık, imâmetleri dolayısıyla bu vazifeyi gerçekten de ifâ ettiler ve zamanlarındaki çeşitli inançları temsil eden mezheplere karşı; âEhl-i Beytâ mezhebine uyanlara âCaferiâ ve bu mezhebe âCaferiyyeâ denilmesini sağladılar. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık; bilgileriyle, üstünlükleriyle pek büyük bir ün sahibi olmuşlardı. Mâliki mezhebinin kurucusu sayılan Mâlik bin Enes; âÜstünlük, bilgi, ibâdet ve takvâ bakımından, Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık´tan ileri birisini ne bir göz görmüştür, ne bir kulak duymuştur, ne de öyle bir kişi, birinin gönlüne, aklına gelebilirâ demiştir. Ebû Hanife´ye; âFıkıhta en ileri kimi gördün?â diye sorulmuş. Ebû Hanife´de; âCafer bin Muhammed´i gördümâ diye cevap vermiştir. Zamanındaki ünlü bilgin ve fıkıh âlimleri Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık´tan faydalanmışlardır. İnançlarında, hükümlerinde ayrılık olmakla beraber, tutarları dört bini bulan bilgin, Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık´tan rivâyette bulunmuş, hadîs ashâbı çevrelerinde toplanmışlar ve kendilerinden hadîs rivâyet etmişler, faydalanmışlardır. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık; tefsire, kelâma, fıkıha, fıkıh usûlüne v.s ´ye dair birçok sorulara cevap vermişlerdir. Hz.İmâm, tefsire ayrıca büyük bir ehemmiyet vermişler, kendilerine sorulan sorulara verdikleri cevaplarla da bu bilginin tedvîninde âmil olmuşlardır. Aynı zamanda sahâbe ve tâbiinden kendilerine müracaat edenlere verdikleri cevaplarla da hadîs ve fıkıh bilgilerinin esaslarını vaaz etmişlerdir. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık; filozoflara, maddecilere, sertlikle değil; akli delillerle ve hoş bir sûretle karşı durmuşlar, akli delilleri nakli delillerle telif etmişler, böylece de dini gerçekleri izhâr eylemişlerdir. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık´ın bu konularda yazmış oldukları 15 adet çok değerli eserleri, kitapları vardır. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık, bu sorulara verdikleri cevaplarla, telifleriyle çevrelerinde toplananlarla ve kendilerinden faydalananlarla gerçekten de bir medrese kurmuşlardı. Bu medrese; babalarının, atalarının ve Hz.Resûl-ü Ekrem´in medresesidir ve Hicret yurdu olan Medine-i Münevvere´de, Mescid-i Nebevî´de kurulmuştur. Burada Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık´tan; tefsire, hadîs´e, fıkıha, bunların usulüne, cedele, mantıka, kelâma, ricâle, felsefeye ait bilgileri tahsil ve tahlil edenler, İslâm ülkesinin her yanına dağılmışlar, bilgilerini İslâm âlemine yaymışlardır. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık aynı zamanda bilginin yazılmasına, telifin çoğalmasına da ehemmiyet vermişler, ashâbını da bu yola sevk etmişlerdi. Onlara; âYazın, yazmadıkça aklınızda kalmazâderlerdi. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık, Mufaddal bin Ömer´e; âYaz ve ilmini din kardeşlerine yay; ölünce oğullarına kitaplarını miras bırakâ buyurmuşlardı. Bu medresenin en bariz vasfı, bilhassa bağımsız oluşuydu. Bu medrese de; inançları, dîni hükümleri, iktidarda bulunanların dileklerine göre yorumlayan, onlara yamanan, onları koruyan, yaptıklarını meşru göstermeye uğraşan kişilerin temayülleri yer bulamamaktaydı; bu çeşit yorumlar, bu medresede kabul edilmiyordu. Bu medresede; İslâm, bütün insanları bir görmekteydi ve herkes sorumluydu, kendisini bir sınıfın imtiyazına satanların, bu çeşit bilginlerin yeri değildi. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık, Emevilerin yıkıntı devresiyle Abbas oğullarının henüz kuvvetlenmediği zamanlarda, imâmette bulundukları halde; devlete karşı kıyâm etmekle, hatta iktidarı ele geçirmekle bir şey yapılamayacağını görüyor ve biliyordu. Bu durumda İslâm´ı, kendilerine uyanlar arasında inanç ve ahkam cihetinden, atalarının; Hz.Resûl-ü Ekrem´in tebliğ buyurdukları hâle, ircâ´ı hedef edinmişler, İslâm dînini ve Müslümanları bölüntülere uğratan bütün fırkalara karşı durmuşlar, kendilerine uyanlara; âÖzleriyle, sözleriyle, hareketleriyle İslâm´ı temsil etmeleriniâ öğütlemişlerdir. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık; âHalkı, bize yalnız dillerinizle çağırmayınâ buyurarak, kendisine uyanlardan ahlâk bakımından dürüst olmalarını istemişler; âSize Allah´tan korkmanızı O´na isyândan çekinmenizi, size verilen emanete riâyet etmenizi, bu sûretle de halkı bize sessizce, susarak davet eylemenizi tavsiye ederimâ buyurmuşlardır. âSessiz olarak nasıl davet ederiz?â sorusuna da; Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık; âAllah´a itâat hususunda size emrettiklerimizi tutarak, insanlara gerçek ve adâletle muamelede bulunarak, emanetlere riâyet ederek, ma´rûfu buyurup münkerden nehyeylerek. İnsanlar sizden ancak hayır görmeli; sizde bu güzel sıfatları, bunlara riâyeti, bu üstünlüğü görünce, bizim üstünlüğümüzü anlarlar, bilirler ve bize koşarlarâ demişlerdir. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık, oldukça uzun bir fetret devresinden sonra İslâm´ın kurduğu; iktisadi, ictimai ve siyasi düzenin, savaşla iktidar sahiplerine karşı durmakla sağlanamayacağını anlamışlar; siyâsete karışmamışlar, buna karşılık Müslümanları inanç, ahlâk ve ahkâm yönünden uyarmaya koyulmuşlardı. Böyle olmakla beraber, Abbas oğulları devletinin ikinci hükümdarı Mansur (Saltanatı Hicri 136-158 yılları), zahiren Hz.İmâm´a büyük bir hürmet göstermekte, fakat her an ondan, onun Hz.Resûlullah´a yakınlığından, halk tarafından sevilip sayılmasından, tek sözle nüfuzundan şüphelenmekteydi. Abbas oğulları devletinin ikinci hükümdarı Mansur, bir kere; âHz.İmâm Cafer´üs Sâdık´ın, Medine´deki evlerinin yakılmasınıâ emretmiş, bu emri yerine getirilmişti. Birkaç kere de Hz.İmâm´ı Irak´a getirtmiş, kendisine yazılan yazılara dayanarak şehit ettirmeyi kurmuştu. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık, Hicret´in 148. yılında (Milâdi 765) Recep ayının 15. günü, Medine´de Mansur tarafından zehirlettirilerek şehit edilmiştir. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık, Hak´ka vuslat etmeden önce, yakınlarından kendilerine uyanların, ileri gelenlerini hepsini huzûrlarına çağırmışlar, onlara; âNamazı küçümseyenler, «kılmayanlar değil, mühimsemeyerek kılanlar, küçük bir iş sayanlar» gerçekten de bizim şefâatimize nâil olamazlarâ buyurmuşlardır. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık´ın ömürleri 65 yıl sürmüştür. Kabirleri, Medine´deki Baki mezarlığındadır. Hz.İmâm; babalarının, atalarının yanına defnedilmiştir. Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´a intikal etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Vecîzelerinin Bir Kısmı Hz. İmâm Cafer-i Sâdık´ın en büyük hususiyetlerinden biri de, herkesle anladığı dil ile konuşabilmesidir. Onun derslerinde ve sohbetlerinde bulunanlar, bilgi bakımından birbirlerinden çok farklı derecelerde olsalar bile, onun sözlerinden hepsi de kendilerine göre birşeyler öğrenebiliyorlardı. Hz.İmâm Cafer-i Sâdık; Hak´kın, hakkıyla tanınması için şu dört şeyin bilinmesi gerektiğini ileri sürerdi: 1. Cenâb-ı Hak´kı tanımak. 2. Seni nasıl yarattığını, sana ne yaptığını, sana neler ihsân ettiğini bilmek. 3. Sana verdiği bütün bu paha biçilmez nimetlere karşı senden neler istediğini bilmek. 4. Varlık nurunu söndürecek, davranışların neler olduğunu bilmek. Bu dört şeyin aynı zamanda ilmin esasını teşkil ettiğini söyler, şöyle derdi: âSadece Cenâb-ı Hak´kın varlığına inanmak yetmez. Allah´ı tanıdıktan sonra, onun varlığına inandıktan sonra, onun bizlere verdiği nimetleri de hakkıyla bilmemiz lâzım gelir. Bunu bilmek, o varlığın bize verdiği nimetlere şükretmenin başlangıcıdır. Şükretmek kulluk vazifesini yerine getirmek demektir. Ancak bunu idrâk eden bir varlık, insan olmak sıfatına lâyık olur. Her çeşit ilim, bilgi falan da ancak bundan sonra gelir. Ne olduğunu bilmeyen, bunu düşünmeyen, hiçbir şeye inanmayan, inanmak veya inanmamak için delili de olmayan bir insana ancak acımak lâzım gelir. O, Allah´ın kendisine verdiği aklı kullanamıyor demektir.â Tövbe ederek halinizi ıslâh ediniz. Vakit varken tövbe edip ıslâh eylememekte direnenler, kendilerini beğenmiş zümreden sayılırlar. Tövbe ve istiğfar etmeyi, bugünden yarına bırakanlar ise ancak serserilerdir. Günah işlemeyi âdet edinenler ve günah işlemekte devam edenler günün birinde düşeceklerini bilmez ve gaflet ederler. Günün birinde de bundan ancak zarar görürler. O gün büyük pişmanlık duyarlar ama, bu pişmanlık kendilerine hiçbir fayda vermez. Bir gün Hak yolunun aşıklarından birisi Hz. İmâm Cafer-i Sâdık´a; âYâ İmâm bana öğüt verâ diye yalvardı. Hz.İmâm buyurdu ki: Hak yolunun yolcularına şu dokuz öğüdü verebilirim. Sana da aynı öğütleri vereceğim. Eğer onun yolunda yürümeye azimli isen, bu dokuz öğüdü tutabilmek için Cenâb-ı Hak´kın sana yardımcı olmasını dilerim. Bu dokuz öğütten üçü nefsin riyâzeti, üçü hilim ve üçü ilim hakkındadır. Bunları aklında tut ve ona göre davranmayı ihmal etme! Hz. İmâm konuşmaya devam etti: Nefsin riyâzeti için vereceğim üç öğüt şudur: 1. Karnının iyice acıktığını, iştahının iyice açıldığını hissetmeden, buna kanâat getirmeden hiç bir şey yemeyeceksin. İştahın olmadan yenilen yemek, insanı aptallaştırır. İnsan, ancak aç olduğu ve aç olduğunu hissettiği zaman yemek yemelidir. 2. Yiyeceğin yemeğin ancak helâl olduğuna kanâat getirdiğin takdirde, bunu yemen câizdir. Helâl olmayan yiyeceğe, karnın ne kadar açıkmış olursa olsun, hiçbir şekilde el sürmeyeceksin. Sofraya oturduğun zaman da yemeğe başlamadan önce Allah´ın adını anacaksın! Bu yemeğin sana Allah tarafından verildiğini unutmayacaksın! 3. Hz.Resûlullah bir hadîs-i şerifinde şöyle buyuruyor: «İnsanoğlu karnından daha temiz olmayan bir kabı tıka basa doldurmamalı. Karnını üçe ayırmalı. Birini yiyecekler, birini içeceklere tahsis edip, üçüncü kısmını kendi nefsine ayırıp bunu boş tutmalı.» İşte en doğru hareket tarzı da budur. Yani insan oğlu ne kadar aç olursa olsun, midesini yiyecek ve içecek ile midesinin ancak üçte iki kısmını doldurup bir kısmını boş bırakmalıdır. İnsan sofradan her zaman bir miktar daha yemek yiyebilecek halde iken kalkmalıdır. İnsanlara çok lüzumlu olan hilm için vereceğim üç öğüde gelince, bunlara da çok dikkat etmek gerekir. Hilm, insanla hayvanı ayıran başlıca unsurdur. Bir hayvana şiddetle muamele edilecek olursa, ondan da ancak şiddetle karşılık görülür. Şiddete karşı hilm ile karşılık verebilmek kudreti ancak insanlara mahsus bir şeydir. Hilmin sırrına ermiş olan kimse kemâl mertebesine yükselmiş olur. Nefsin terbiyesi hilm ile belli olur. Kötülüğe karşı iyilik ile, hıyânete karşı sadâkatle, şiddete hilm ile karşılık verebilecek ve bunu seve seve yapabilecek kimseye ne mutludur. Böylelerinin hem diğer insanlar arasında itibarı çok artar; hem de dereceleri yükselir. Kemâl yolunda, Hak yolunda yücelmek isteyenler mutlaka daha önce hilm yolundan geçmek zorundadırlar. Hilm için vereceğim üç öğüt şudur: 1. Eğer biri haklı haksız yakana sarılıp sana hakaret savurur, küfür ederse; «Bana bir küfür edecek olursan on misli karşılık görürsün» bile dese, ona aslâ bir kötü söz söylemeyeceksin. Kendisine; «Bana yüz kötü söz söylesen bile, sana bir tek kötü söz söylemeyeceğim» diyeceksin. Kötü söz söylenecek kadar insanları aşağılatıcı bir şey olamaz. 2. Eğer sana biri kötü bir şey isnat edecek olursa, vereceğin karşılık şu olacaktır; «Eğer bana isnat ettiğin kötülükler bende mevcutsa, Cenâb-ı Hak´tan beni ıslâh etmesini niyâz ederim. Eğer bende, bana isnat ettiğin kötülükler yoksa, bana sadece iftira ediyorsan, o zaman da Cenâb-ı Hak´ka, bu kusurundan dolayı kazanacağın günahları affetmesi için yalvarırım. » 3. Sana karşı kötülük yapanlara sen iyilikle karşılık ver. İşte insanı insan yapacak olan üç nasîhat. İnsanlar bu yolu tutacak olurlarsa çok kazanırlar. Haksız yere işiteceğin kötü bir söze, uğrayacağın bir hakarete, hakkında yapılan bir iftiraya, eğer hilmin bu üç düsturu ile karşılık verecek olursan; sana bu kötülükleri yapmış olan kişiler, sonunda ne olsa utanacaklardır. Yürekleri ne kadar karanlık olursa olsun, yine de bir pişmanlık duyacaklardır. Yüreğinde duyulacak bu pişmanlık kadar insanlara iyi tesir eden, onları doğru yola sevk eden bir şey olamaz. Sen böyle davranmakla, hem de başka insanları doğru yola sevk edeceksin! Böylelikle de sevâb kazanmış olacaksın. Derin bir ruh huzûru hissedeceksin. Bunlar insanları saâdete çıkaracak kapıların anahtarlarıdır. Şimdi de ilme ait üç öğüt veriyorum. Bu üç öğüt de şunlardır: 1. İlmi, hakiki âlimlerden öğrenmeğe bak. İlmi bilgisi hakkında, mutlak kanâatin olmayan kimselerden, bilgi öğrenemezsin. Bu gibiler belki de seni doğru yoldan saptırırlar. Bilgisine her hususta güvenebileceğin bir âlim bulursan, ona bilmediklerini, iyi anlayamadıklarını sormaktan asla çekinme! Hiçbir vakit alaya kaçma! Ve bilhassa vaktin kıymetini bil. Boşuna vakit geçirme! Allah´ın insanlara verdiği ömür pek kısadır. İlim yolunda ilerlemek isteyen bir kimse, vaktinin pek dar olduğunu hiçbir vakit unutmamalıdır. 2. Konuşurken çok dikkatli ol! Hiçbir vakit doğruluğundan emin olmadığın bir sözü söyleme! Kafadan atma! Konuşurken de mutlaka ihtiyâtlı ol! 3. İlimde fetvâ verecek bir dereceye vardığın zaman; konuşmadan, fetvâ vermeden önce çok düşün! Yanlış, hatalı bir fetvâ vermeden önce çok düşün! Yanlış, hatalı bir fetvâ vermekten, arslandan korktuğun kadar kork! Biri senden bir şey öğrenmek istediği zaman da, ondan hiçbir karşılık beklemeden ve ummadan kendisine doğru cevaplar vermeğe çalış. Gerekiyorsa cevap vermeden önce başkalarına da danışmaktan çekinme! Hz.İmâm Cafer-i Sâdık, bir gün de büyük oğlu İsmail´e nasîhat ediyordu. Ona on iki nasîhat verdi. Hakikatte bu nasîhatlar yalnız oğluna değil, bütün mü´minlere verilmiş nasîhatlardır. Kıymeti de pek büyüktür. İnsana doğruluk ve saâdet yolunu gösteren bu nasîhatlar şunlardır: 1. Kendi malına ve hissesine kanâat eden her zaman zengindir. Fakat bir insan ne kadar zengin olursa olsun, eğer başkalarının malında gözü varsa o fakirdir. Ve fakir, muhtaç olarak dünyadan gider. Hayatında da hiçbir zaman rahat edemez. 2. İlâhi kazaya razı olmayanlar, bunu tâyin etmiş bulunan Cenâb-ı Hak´kın emirlerine karşı gelmiş sayılırlar. 3. Kendi hatasını, noksanını bilmeyen ve anlamayan bir kimse, başkalarının hatâ ve noksanlarını olduğundan büyük görür. Böyle bir kimse, herkes de kusur bulmağa çalışır. Böylelikle de hiçbir zaman kendi noksan ve kusurunu göremez. Kendisini ıslâh edemez ve çok yazık etmiş olur. 4. Başkalarının kusurlarını meydana vurmak isteyen, buna çalışan bir kimse, günün birinde kendi kusurlarının meydana vurulduğunu görerek dünyaya rezil olur. 5. Müslümanlar arasında fesâd çıkarmak maksadıyla kılıç çekmiş olan bir kimsenin kanı, günün birinde yine kılıçla dökülmeğe mahkumdur. 6. Halka kuyu kazanlar, her zaman kazdıkları kuyuya düşerler. Böylece lâyık oldukları cezayı, kendi elleri ile kendilerine vermiş olurlar. 7. İmkân ve fırsat buldukça bilgi sahibi kimselerle beraber ol. Onlardan bir şeyler öğrenmeğe bak. O zaman fazîletin artar. Merteben yükselir. 8. Eğer câhil ve sefîhlerle düşüp kalkarsan, onlar seni de günün birinde kendi derecelerine düşürürler. Bu gibilerle asla yakınlık kurmayasın. 9. Kötü işlerle uğraşanlara ayak uyduranlar, bir gün onlar gibi kötü olurlar. 10. Her yerde hakikati söylemekten çekinmemelisin. Hatta böyle konuşmaktan sana zarar geleceğini bilsen bile sen yine de doğruyu söylemelisin! Böyle davrandığın için belki ilk zamanlarda sana zarar gelecektir. Ama sonunda böyle davranmış olduğun için ancak fayda göreceksin. Hakikati gizlediğin için fayda görebilmene imkân yoktur. Fayda gibi göreceğin şeyler de gelip geçicidir. Sonunda fayda umduğun halde büyük zarar görmen muhakkak ve mukadderdir. 11. Başkalarını ayıplamaktan, başkalarının ayıbını yüzüne vurmaktan kaçınmalısın! Böyle davranmayıp ayıbını yüzüne vurursan, herkes sana düşman olur. Ve günün birinde kendi ayıplarının da yüzüne vurulduğunu görürsün. 12. Bir gün bir ihtiyaç karşısında kalabilirsin. O zaman durumunu herkese açma! Herkesten yardım isteme. Ancak kerem sahibi olduklarını bildiklerinden yardım isteyebilirsin. Bu on iki nasîhat, birer birer üzerinde durulacak olursa, ne derece kıymetli olduğu kolayca anlaşılır. Hz.İmâm Cafer-i Sâdık, oğluna bu oniki nasîhatı verdikten sonra ona şu sözleri söylemiştir: âEğer bu nasîhatlarımı tutacak olursan, hem bu dünyada rahat yaşarsın; hem de öldükten sonra selâmete ulaşırsın.â
Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, Hicret´in 128. yılında Safer ayının 28. gününde Mekke ile Medine arasında Ebvâ denilen yerde dünyaya gelmişlerdir. Babaları Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık, anneleri Hamide-i Berberiyye´dir. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ın künyeleri; âEbû´l-Hasan, Ebû İbrahimâdir. Lâkapları; âKâzım, Ãlim, El Abd´üs-Salih, Zeynel-Müteheccidinâdir. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ın, 18 erkek 19 kız olmak üzere 37 evlâtları olmuştur. 20 yıl babalarıyla yaşamışlar, ömürlerinin kalan kısmını; Mansur, Mansur´un oğulları Mehdî ve Mûsâ ile Mehdî´nin oğlu Hârun´ür-Reşid´in hükümdarlıkları devrelerinde geçirmişlerdir. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık, çeşitli münasebetlerle kendilerinden sonra Hz.İmâm Mûsâ´i Kâzım´ın, imâmet makamına geçeceklerini bildirmişlerdir. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık´ın bütün ashâbı ve oğulları kendilerinden sonra Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ın imâmetinde, ittifak etmişlerdir. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık´ın oğullarından Ali buyurur ki; âBabam Ca´fer bin Muhammed; «Oğlum Mûsâ´ya saygı gösterin; O evlâdımın en üstünüdür, en bilginidir; yerime geçecek olan ve Ãdem evlâdı içinde, Allah hücceti bulunan o´dur buyururlardı.»â Ali, Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´dan rivâyetlerde de bulunmuştur. İmâmiyye fıkhının birçok meselesi, onun rivâyetlerine dayanır. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ın, zamanlarında; zühd ve takvâ bakımından eşleri yoktu. Gecelerini ibâdetle, gündüzlerini itâatla, halka yardımla, halkı irşâdla geçirirlerdi; pek az uyurlardı. Münâcaatlarında ağlarlar, gece namazlarını bırakmazlar, bu sûretle kendisine uyanların, korkuyla ümid arasında bulunmasını hareketleriyle, halleriyle ihtâr etmiş olurlar, mü´minlere örnek olurlardı. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım münâcaatlarında; âÖlüm anında rahat, hesap anında af ve mağfiretâ dilerler; âKulundan suçlar, günahlar çoğaldı; ama katından da bağışlamak pek güzel bir lûtuf ve ihsân varâ buyururlardı. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, ataları Hz.Ali´nin ve kendilerinden önceki imâmların yollarını tutmuşlardı. Geceleri içi ekmek, et, para-pul dolu zembili sırtlarına vururlar, yoksulların, kimsesizlerin, yetimlerin evlerini tek tek dolaşırlar, kendilerini tanıtmadan onların ihtiyaçlarını giderirler, yine gizlice evlerine dönerlerdi. Hz.İmâm´ın Medine´de, devamlı aleyhlerinde bulunan bir kişi vardı; bu işte pek ileri gitmişti. Hatta Hz.İmâm´ın ashâbından, onu öldürmek için izin isteyenler bile olmuştu. Yine birkaç zât bu istekte bulundukları bir gün; Hz.İmâm: âDurunâ buyurdular; âŞimdi ben onu uyarırım.â Ve katırlarına binip hayvanı, o adamın tarlasına sürdüler. Adam bunu görünce şiddetle bağırıp çağırmaya koyuldu. Hz.İmâm hiç aldırış etmeden o adamın yanına varıp selâm verdiler ve güler bir yüzle; âBu hareketim sana kaça mal oldu?â buyurdular. Adam: âYüz altınaâ dedi. Hz.İmâm: âBu tarladan ne kazanacaksın, ne umuyorsun?â diye sordular. Adam: âBen gaybi ne bileyimâ dedi. Hz.İmâm: âSözüme dikkat et; ben de gaybi bilmem, ne umuyorsun diyorumâ buyurdular. Adam, biraz düşünüp; âİkiyüz altınâ dedi. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, koltuklarındaki keseyi çıkarıp içindeki üçyüz altını adamın ayaklarının dibine döktüler ve dediler ki: âBu, zararının ve ümidinin karşılığı; tarlan da senin, ne kazanırsan kazanırsın; Allah umduğunu nasib etsin.â Adam, bu hareket karşısında şaşırdı; birden Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ın ayaklarına kapanmak istedi, Hz.İmâm ise katırlarına binip döndüler. Bundan sonra o kişi sesini kesti. Aynı adam bir gün Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ı Resûlullah´ın mescidinde görünce, Kurân-ı Kerîm´in şu âyet-i kerîmesini okuyup; «Peygamberliğini kime vereceğini Allah, daha iyi bilir.» (En´am 124. Ãyet) Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ın Şecere-i Nübüvvet´e mensûb bulunduğunu tasdik etti. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ın bilgilerinin sınırı yoktu; olamazdı da. Hz.İmâm´ın zamanlarında, yoksullara ihsân buyurdukları keseler, Hicazlılarca dillerde söylenir olmuştu. İhsân da bulundukları keselerdeki para miktarı, iki yüzle üçyüz altın arasındaydı. Abbas oğullarından Mansûr, âSeffâh-Kan dökücüâ lâkabıyla anılan kardeşi Abdullah´tan, çok daha zâlim bir kişiydi. Hele Hz.İmâm Hasan evlâdının kıyâmları dolayısıyla, onlara pek çok zulümlerde bulundu, pek çoğunu şehit ettirdi. Mansûr; Abbas oğulları devletinin kurucusu olan ve kendisi tarafından âEbû Mücrimâ diye anılan Ebû Müslim´i öldürttü; amcası Abdullah bin Ali, Abbas´ı feci bir surette katlettirdi ve kendisi de Hicri 158. yılında öldü. Mansûr ölünce, yerine şiire ve zevke düşkün olan oğlu Mehdî Halîfe oldu. Mehdî´nin ölümünden sonra, yerine oğlu Mûsâ´l Hâdi geçti. Mûsâ´l Hâdi´nin saltanatı da pek az sürdü ve Hicri 170. yılında o da öldü. Bunlardan sonra halîfelik makamına Hicri 170. yılında, âReşidâ lâkabıyla tanınan kardeşi Hârun´ür-Reşid geçti. Hârun´ür-Reşid, saraya içkiyi, müziği ve raksı ilk olarak sokan Abbasi halîfesidir. Hârun´ür-Reşid´in devri; edebiyat, ilim ve fen bakımından Abbas oğullarının en muhteşem devridir. Hârun´ür-Reşid imparatorluk sınırlarını genişletmiş, çağının tek kudretli hakimiyetini kurmuştu; fakat saraya mensûb olanlardan, saltanat erkânına dayananlardan başka, halk alabildiğine sefâlet içindeydi. Çâresizlerin feryâdlarını, iniltilerini sefâhat nâraları ve saz sesleri, duyurmamaktaydı. Hârun´ür-Reşid, bütün debdebesine, saltanatına rağmen bu sefâhata karşı durabilecek kudret sahiplerinden, her an korkmaktaydı; bunların başında da zamanın imâmı, Allah´ın hücceti Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım vardı. Hârun´ür-Reşid, Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ın üstünlüğünü bilmez değildi. Hârun, Hicri 179. yılında Medine-i Münevvere´ye gittiği zaman, Ravza-i Mutahhara´yı ziyâret ederken, Resûlullah´a; âSelâm sana Yâ Resûlullah, Ey amcamın oğluâ diye selâm vermişti. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ın selâmlarıysa; âSelâm sana Yâ Resûlullah, selâm Ey babamâ tarzındaydı. Hârûn´un içini burkutmuştu bu selâm; ama yine de Hz.İmâm´a dönüp; âEvetâ demişti; âDoğru söyledin Ey Eba´l Hasan, bu övünç size düşer.â Hârun´ür-Reşid, Mekke-i Mükerreme´de, Hz.İmâm Mûsâ-i Kazım´a büyük bir saygı göstermiş, sonradan henüz Hz.İmâm´ı tanımayan Me´mun´a; âBuâ demişti; âİnsanların imâmıdır, Allah´ın, halka hüccetidir.â Ve bir müddet sustuktan sonra; âAmaâ demişti; âAleyhime küçücük bir hareketini duyarsam, anlarsam, bugün öptüğüm o başı kılıçla bedeninden ayırırım; çünkü saltanat kısırdır.â Hârun´ür-Reşid, Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ın devlet ve iktidar aleyhine kıyâm etmeyeceğini biliyordu; fakat yine de şüphe içindeydi. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, hayatta oldukça Hârun´ür-Reşid bir türlü rahat edemiyordu. Nihayet Hz.İmâm´ı tutturup zincire vurdurdu. İki mahâfil tertip ettirdi, katıra yükletti. Mahâfillerin üstleri, yanları örtülüydü. Birini Basra´ya, öbürünü Kûfe´ye yolladı. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, Basra´ya yollanan mahâfildeydi. Hârun´ür-Reşid, bu tertiple Hz.İmâm´ın nereye gönderildiğini halktan gizlemek istiyordu. Hz.İmâm, Basra´da Mansur oğlu Cafer´in oğlu İsâ´nın murâkabesi altına verilerek hapsettirilmişti. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ı şehit etmesini emreden Hârun´ür-Reşid´e, İsâ: âBunca zamandır hapsimde; gözcülerim boyuna onu gözlüyorlar, ibâdetten başka birşeyini görmediler; hatta ne sana, ne bana, ne de başka birine ileniyor, onu öldürmem şöyle dursun, hapsedilmesine bile râzı değilim, ne yaptıracaksan başka birine yaptır, yoksa ben onu bırakmayı kuruyorumâ meâlinde bir mektup gönderdi. Bunun üzerine Hârun´ür-Reşid, Hz.İmâm´ı Bağdat´a getirtti. Bağdat´da Hz.İmâm´ı, önce Rabî oğlu Fazl´a, ondan sonra Yahyâ Bermekî´nin oğluna teslim etti. Onlar da Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´a sûikastta bulunmaktan çekindiler. Sonunda Hz.İmâm Sindî bin Şâhik adlı birisine teslim edildi. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, Bağdat´da 3 yıl yaşadılar, bu müddetin çoğunu hapiste geçirdiler. Sonunda Hârun´ür-Reşid´in emriyle, Sindî adındaki kişi tarafından, kendilerine zorla zehirli hurma yedirilerek, zehirlettirildi. Rivâyete göre; üç gün önce Sindî bin Şâhik, Hz.İmâm´ı tanıyan ve sayan birçok kişiyi evine çağırmış, Hz.İmâm´ı onlara gösterip hiçbir sûretle kendilerine kötülükte bulunulmadığını, haklarında saygıdan başka bir şey gösterilmediğini, cebir, şiddet ve işkence yapılmadığını, aç ve susuz tutulmadığını söylemiş, hattâ evvelce yazılıp hazırlanmış olan ve bunları ihtivâ eden bir kâğıdı da gelenlere imzalatmıştır. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım ise bu sözlere, bu harekete karşı, dokuz zehirli hurma ile zehirlendiklerini, iki-üç gün sonra vefât edeceklerini bildirmişlerdir. Şehâdetleri, Hicri 183. yılı (Milâdi 799), Recep ayının 25. günüdür. Ömürleri müddeti 55 yıl, 5 ay, 18 gündür. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ın cenâzeleri teşyi edilirken de, birkaç yerde ve Bağdat köprüsünde, halka; âBu Mûsâ bin Cafer´dir; eceliyle vefât etmiştir; gelin, bakın, görünâ diye münâdiler seslenmişler ve kefenleri açılıp halka gösterilmişti. Bu sûretle, tabiî ölümle vefât ettikleri hakkında, halkta umûmi bir kanâat elde edilmeye çalışılmıştır. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, Bağdat´ta âKureyş Makberesiâdenen yere defnedilmiştir. Sonradan Hz.İmâm Muhammed´üt-Takiy´de yanlarına defnedildikleri için, iki kubbeli türbelerine ve türbenin bulunduğu yere âKâzımiyyeâ denilmektedir. Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´ya intikal etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Vecîzelerinin Bir Kısmı Allah´ın insanlara bir açık, fakat bir de kapalı delili vardır. O´nun açık gözle görülür delilleri; Peygamberler´dir, İmâmlar´dır. Gizli delili ise akıllarıdır. Akıllı olan helâle şükreder, harama da sabır gösterir, ona yaklaşmaz. Allah´tan sakın da bâtılı, yalanı bırak. Kurtuluşun onda bile olsa, bâtıla yaklaşma. Çünkü helâkın ondadır. Allah´tan sakın da doğru söyle! Hatta helâk olacağını bilsen de doğruluktan ayrılma! Kurtuluşun burdadır. Biri gelir de sağ kulağınıza kötü bir söz söyler, sonra da sol kulağınıza eğilir, bu davranışından dolayı özür dilerse, onun bu özürünü kabul edin. «Hiçbir şey söylemedin ki deyin!» Elinde bir ceviz olsa, halk ise elinde inci olduğunu iddia etse; ne zararı var. Avucundaki inci olsa da halk ceviz var dese, ne faydası var. Hiçbir insan yoktur ki, gönlü alçak olsun da yükselmesin! Hiçbir insan yoktur ki, kendini yüksek görsün de alçalmasın! İnsanlığı olmayanın dîni yoktur. Aklı olmayanın insanlığı yoktur. Akıllı olan, yalan olduğu meydana çıkacak sözü söylemez. Verilemeyecek şeyi birinden istemez. Gücü yetmeyecek şeyi yapmağa kalkışmaz. Reddedileceğini tahmin ettiği şeyi ummaz. Başaramayacağı işe koyulmaz. İyi komşuluk; eziyetten kaçmak değil, ona sabır göstermektir. İyi nasîhat veren akıllı kişi ile düş kalk ki, bu doğru yolu bulmak, berekete kavuşmaktır. Başarıya ulaşmaktır. Selâmete ermektir. Akıllı kişi sana bir şey söyledi mi, onu hemen yapmalı, isteğini yerine getirmelisin! Akıllı kişinin sana söylediğinin tersini yapacak olursan, bunun karşılığında eziyet görürsün. Akıllı olmayanla, emanete hıyânet edenle, hiçbir şekilde düşüp kalkmamalısın! Bu gibi insanlardan, tıpkı yırtıcı hayvanlardan korktuğun gibi korkmalısın! Kötü insanlara, ona lâyık olmayanlara hikmeti vermeyin. Hikmete zulüm etmiş olursunuz. Onu ehline vermekten de kaçınmayın. Ehline zulüm etmiş olursunuz. Öfke, şerrin anahtarıdır. Müminlerin en olgun olanı en güzel hûylu olanıdır. Halkla karıştın mı, iyilik edebileceğin kimselerle düşüp kalk! Hilim sahibi ol! Hilim sahibi olmak büyüklüktür, iyiliktir. Sertlik ise kötülüktür. Hilim sahibi olmak, iyilik, iyi hûy bir ülkeyi mamûr eder. Rızkı çoğaltır. «İhsânın karşılığı, ihsândır.» İyilikte bulunana iyilik et! Ancak iyilik edene iyilikle karşılık vermek, o iyiliğin tam karşılığı değildir. Üstelik, ilk iyilik edende kalır. Bir karşılık beklemeden önce sen iyilik et ki, üstünlük sende kalsın! Tama´dan çekin! Tamahkâr olma! Başkasının elindekinde gözün olmasın! Tamahkârlık aşağılık olmanın anahtarıdır. Aklı bozar, insanlığı giderir. Şerefi kirletir. Bilgiyi yok eder.
Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ, Hicret´in 150. yılında Zilkade ayının 11. gününde Medine-i Münevvere´de dünyaya gelmişlerdir. Babaları Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, valideleri Tâhire hatundur. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´nın künyeleri âEbû´l-Hasanâdır. Lâkapları âRızâ, Sâbir, Radıyy, Zekiyyâ ve âVeliyyâdir. En meşhur lâkapları âRızââdır. Allah-ü Taâlâ´ya ve Peygamberine râzı olduklarından, herkesin râzılığını kazandıklarından dolayı, bu lâkapla anılmışlardır. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´nın 4 erkek 1 kız olmak üzere 5 evlâdı olmuştur. Soyları Hz.İmâm Muhammed´ül Takiyy´ül Cevâd´tan yürümüştür. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ, babaları Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ın Hak´ka kavuştuklarında, 31 yaşındaydı. Hz.İmâm Mûsâ-i Kazım´ın ashâbından Muhammed bin İshak, Hz.İmâm´a; âDînimin esaslarını kimden öğreneyim, bana uyacağım kişiyi bildirmez misin?â dedim. Hz.İmâm: âOğlum Ali´dirâ buyurdular. Esasen Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´da, kendilerinden sonra oğlu Aliyy´ür Rızâ´nın, imâm olacağını birçok vesilelerle ve birçok defa söylemişlerdi. Bir gün Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, ashâbının ileri gelenlerini toplamış, onlara; âBiliyor musunuz, sizi niye çağırdımâ buyurmuştur. âBilmiyoruzâ demeleri üzerine, oğlu Aliyy´ür Rızâ´yı göstererek; âBu oğlum vasîymdir; benden sonra yerime o geçecek, halîfem o dur. Kime borcum var ise o ödeyecektir.â buyurmuşlardır. Bir gün de evlâdına, Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´yı göstererek; âBu oğlumâ buyurmuşlardır; âÃl-i Muhammed´in bilginidir.â Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, babaları Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık´ın kendilerine; âÃl-i Muhammed´in bilgini senin sulbünde; O Emîr´ül-mü´minîn adaşıdır, keşke onun zamanına erişebilsemâ diye buyurduklarını, rivâyet ederler. İbrahim bin Abbas´is-Savli der ki: âHiç kimseyi görmedim ki Hz.İmâm Rızâ´ya bir soru sorsun da cevâbını almasın, ondan bilgin bir kimseye rastlamadım. Me´mûn, ona her hususa ait sorular sorar, adeta onu imtihana çeker, fakat her sorusunun da cevâbını alırdı. Ondan üstün bir kimseyi ne gördüm, ne işittim. Sözleriyle, hareketleriyle hiçbir kimseyi incitmemiştir. Söyleyeni, sözü bitinceye kadar dinler, kimsenin sözünü kesmezdi. İhtiyacı olup da kendisine baş vuran mahrum dönmezdi. Hiç kimsenin yanında, ayağını uzattığı görülmemiştir. Hizmet edenlerine bile kötü söz söylediği, kötü muamelede bulunduğu olmazdı. Yemeklerini kendisine hizmet edenlerle yer, seyisini bile sofrasına oturturdu. Sadakası pek boldu. İhtiyaç sahiplerine, muhtaç oldukları şeyleri geceleyin gizlice kendisi götürür, kim olduğunu bildirmeden verir, dönerdi. Her ayın üç günü oruç tutardı. Gece namazını pek bırakmazdı. Gece uykusu pek azdı.â Hârun´ür-Reşid, Hicri 193. yılında 44 yaşında öldü. 23 yıl hükümdarlık etmişti. Zamanı, İslâm tarihinin ilim, fen, sanat ve edebiyat bakımından en ileri devri olmakla beraber; zulüm, kahır, sefâhat ve sefâlet bakımından da en karanlık devriydi. Hârun´ür-Reşid´in ölümünden sonra oğlu Emin saltanat tahtına oturdu. Hârun´ür-Reşid, Emin´i velîahd yapmış, ondan sonra da kardeşi Me´mûn´un, hükümdar olmasını kararlaştırmıştı. Emin, hükümdar olunca kardeşi Me´mûn´u velîahdlıktan azletti. Çünkü saltanatı oğlu Abdullah´a bırakmak istiyordu. Emin bu konuda kendisine engel olmak isteyen kimseyi dinlemedi ve kardeşi Me´mûn´u ortadan kaldırmak için, ordusunu üzerine gönderdi, fakat ordusu bozuldu ve kendisi Hicri 198. yılında öldürüldü. Başı, kardeşi Me´mûn´a gönderildi. Rivâyete göre Me´mûn, kardeşi Emin´le savaşırken ona üst olursa, halîfeliği Hz.Ebû Tâlib soyundan en üstün birisine vermeyi adamıştı ve bu konuda şöyle söylediğini bildirirler: âYeryüzünde Hz.İmâm Rızâ´dan daha üstün birini bilmiyorum.â Halîfe Me´mûn kardeşi ile olan savaşı kazandıktan sonra, Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´ya bir mektup göndererek, hilâfeti kendilerine terk edeceğini bildirdi. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ birçok sebepler ileri sürerek bu teklifi kabul etmediler. Me´mûn, Medine Vâlisine bir mektup gönderek Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´yı, Kûfe ve Kum yoluyla değil de Basra ve Ehvaz yoluyla, Merv´e göndermesini emretmişti. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ, Hicret´in 201. yılında Mekke´den hareket ettiler. Hz.İmâm Nişabur´a gelince şehrin büyükleri onları karşıladılar. Bilginler nöbetle Hz.İmâm´ın bineklerinin yularını ellerine alıyorlar, halk her yandan bu muhteşem alayı karşılıyordu. Ertesi gün hareket ettikleri sırada Horasan´ın ünlü bilginlerinden birkaçı, Hz.İmâm´ın katırlarının yularını tutup and vererek, bir hadîs rivâyet etmelerini istediler. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ, mahâfilden başlarını çıkarıp şu hadîsi beyân buyurdular: âBabam Mûsâ bin Cafer-il Kâzım bana dedi ki; babam Cafer´üs Sâdık buyurdu; babam Muhammed´ül-Bâkır bana; babam Ali bin Hüseyin Zeynel Ãbidin söyledi dedi. O da, babam Hüseyin bin Aliyy´iş şehit bana; babam Emîr´ül-mü´minin Ali bin Ebû Tâlib dedi ki, buyurdu; kardeşim ve amcamın oğlu Abdullah oğlu Muhammed buyurdular ki; bana Cebrâil söyledi; O da noksan sıfatlardan münezzeh ulu Allah´tan duydum, buyurdu ki; «Allah´tan başka yoktur tapacak (Lâ ilâhe ill´Allah). Bunlar benim âEhl-i Beyt´imâdir. Kim âEhl-i Beyt´imeâ dahil oldu ise azâbımdan emindir»â Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ bu hadîs-i şerifi, altın zincirle yani âEhl-i Beytâ yoluyla Allah-ü Taâlâdan, Cebrâil vasıtasıyla Hz.Peygamber´e; ondan, babadan oğula hep imâmlar yoluyla gelen bu hadîs-i kudsîyi buyurmuşlar ve hadîs´e şu sözleri eklemişlerdi: âFakat şartlarıyla; bende onun şartlarındanım.â Bu sûretle imâmetin dindeki yerini bildirmişlerdi. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ, gideceği yere varınca kendilerini o günkü halîfe Me´mûn, veziri, bilginler, seyyidler ve Abbas oğulları soyuna mensub olanlar karşıladılar. Hz.İmâm, Me´mûn ve veziri ile saraya vardılar. Birkaç gün sonra hilâfet meselesi konuşulmaya başlandı. Me'mûn, hilâfeti Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ'ya vermek istiyordu. Hz.İmâm, bunu kabul buyurmadılar, hatta halka duyurulmamasını istediler. Bunun üzerine Me´mûn, velîahdlığı kabul buyurmalarını istedi ve bu hususta hiçbir özrünün kabul edilmeyeceğini bildirdi. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ, bu zorlama üzerine memleket işlerine karışmamak, hiçbir sûretle bir işe dair emir vermemek, hiçbir kimseyi bir vazifeye tayîn etmemek ve vazifeden azletmemek şartlarıyla velîahdlığı kabul buyurdular. Bu husustaki görüşüp, konuşma birkaç hafta sürmüştür. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ, bu iş için; âAllah´ın benim ve sizin hakkınızda yapacağını, iradesinin ne olduğunu bilmem, hüküm ancak Allah´ındırâ buyurmuşlardı. Halîfe Me´mûn, bu velîahdlığı bir fermânla tesbit ettirdi. Hicri 201. yılında yazılan bu fermâna Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ, şu cümleleri yazıp imzalarını attılar: âRahmân ve Rahîm olan Allah adıyla dilediğini yapan Allah´a hamdolsun; hükmünü değiştiren, takdirini reddeden yoktur. O gözlerde gizlenen kötülükleri gönüllerde örtülü olan işleri bilir. Selâvat, Peygamberlerin sonuncusu olan Peygamberi Muhammed'e ve onun tertemiz soyuna.â Yazılan fermân, bütün ileri gelenler tarafından imzalandı. Me´mûn, bütün ileri gelenlere, Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´ya velîahd sıfatıyla bey´at etmelerini emretti. İlk bey´at eden, Me´mûn´un oğlu Abbas´tı. Ardından bütün devlet erkânı, Abbas oğullarının belirli kişileri, Horasan halkı, Hz.İmâm´a bey´at etti. Hicri 202. yılında halîfe Me´mûn, Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´ya; âHalka bayram namazını kıldırmasınıâ ricâ etti. Hz.İmâm´ın özür dilemesine karşılık ricâlarını sürdürdü. Bunun üzerine Hz.İmâm: âÖyleyseâ buyurdular;âCeddim Resûlullah´ın sünnetine uyacağım.â Me´mûn da, herkes de, namaza nasıl gidilecek, namaz nasıl kılınacak merak içindeydi. Emevilerin, Abbas oğullarının zamanlarında, halîfelerin namaza gidişleri bir debdebe, bir tantana, bir ululuk göstergesiydi. Halîfe, altınlarla mücevherlerle süslü bineğine biner, en yeni en ihtişamlı elbisesini giyer ziynetlere gark olup çıkardı. Hademi-Haşemi de aynı tarzda kendilerini halka gösterirlerdi. Halîfe Me´mûn, bayram namazını kıldırması için hususi bineğini Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´nın bulunduğu dairenin kapısına, kullarla-kölelerle göndermişti. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ, bayram sabahı evden çıktılar. Üzerlerinde beyaz bir pamuk gömlek, başlarında sarık vardı. Ayakları yalındı, ellerinde de bir asâ vardı. Ashâbı ve yakınları da bu tarzda giyinmişlerdi. Biraz yürüyüp durdular ve âAllâh-ü Ekberâ diye tekbir getirdiler. Tekbir sesini duyan herkes, bir ağızdan tekbir getirdi. Me´mûn´un adamları, Hz.İmâm´ı bu halde görünce, onlarda bineklerinden indiler, ayakkabılarını çıkardılar, yalın ayak yürümeye koyuldular. Hz.İmâm, bir müddet namaz-gâha doğru yürüyorlar sonra durup tekbir getiriyorlardı. Her yandan gelip toplanan halk da bir ağızdan tekbir getiriyordu. Herkes ağlamaktaydı ve heyecan içindeydi. Ãdeta bütün şehir Hz.İmâm´la beraber yürümekte, Hz.İmâm´la beraber tekbir getirmekteydi. Vezir Fazl, koşup bu hâli Me´mûn´a anlattı; âBu böyle giderse ne olacağı bilinmezâ dedi. Halîfe Me´mûn, Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´ya birisini göndererek; âSize zahmet verdik, makamınıza dönün, namazı her vakit kıldıran kişi kıldırsınâ buyruğunu bildirdi. Bunun üzerine Hz.İmâm ayakkabılarını istedi, giyip makamına döndü. Halk da me´yus bir hâlde dağıldı. Hicri 199. yılında Halîfe Me´mûn´un emriyle adamları çeşitli eyaletleri ele geçiriyor, buralarda hüküm sürüyorlardı. Bağdat´da da ayaklanmalar olmuştu. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´nın velîahdlık emri Bağdat´a bildirilince, Bağdatlıların bir kısmı bu emre uydu, bir kısmıysa Abbas oğullarına bağlılıkları yüzünden bu emri dinlemediler ve aynı yılın son ayında Me´mûn´u halîfe tanımadıklarını açıkladılar; yerine amcası Mehdî´nin oğlu İbrahim´i halîfe tanıyıp ona bey´at ettiler. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ, duyduklarını Me´mûn´a bildirdiler; âHalkâ buyurdular; âSenin hareketlerini, beni velîahd yapmanı beğenmiyor; Bağdat´da savaş başladı, bana da öğüt vermek vâcîb oldu, yakınlarından da memnun değiller.â Halîfe Me´mûn, Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´nın sözlerine uyup, Bağdat´a gitmeyi kararlaştırdı. Veziri de, kargaşalık yatışıncaya kadar Horasan´da kalınmasına taraftardı; fakat sözünü dinletemedi. Sonunda Me´mûn, veziri ve Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ Irak´a yöneldi, birkaç konak aşıldıktan sonra, Veziri Fazl, bir hamamda üç kişi tarafından öldürüldü. Vezir Fazl´ı öldürenler tutulup Me´mûn´un yanına getirilince, halîfe Me´mûn´un yüzüne karşı; âSenin emrinle öldürdükâ dediler. Me´mûn da onları öldürttü. Bu olay Serahs şehrinde oldu. Tûs şehrine yedi konaklık yer kalmıştı ki, Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ hastalandılar. Tûs´a varılınca hastalık daha da şiddetlendi. Me´mûn hergün iki kere gelip Hz.İmâm´ı dolaşıyordu; kendisi de hastalanmıştı, yahut hastalanmış görünmek istiyordu. Rivâyete göre; Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´da, Me´mûn da yedikleri yemekten hastalanmışlardı. Bu hadiseden sonra halîfe Me´mûn iyileşmiş, Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ, zehirli yemeğin tesiriyle iyileşemeyip Hak´ka kavuşmuşlardır. Bu konuda birçok kaynaklar da Hz.İmâm´ın, halîfe Me´mûn tarafından, zehirlettirildiklerini bildirirler. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ, Hicret´in 203. yılında (Milâdi 818) Safer ayının 29. gününde Hak´ka vuslat etmişlerdir. Hz.İmâm´ın ömürlerinin müddeti 50 yıldır. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´nın kabri, İran´ın Tûs şehrinin Senâbâd köyündedir. Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Muhammed´ül Takiyy´ül Cevâd´a intikal etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Vecîzelerinin Bir Kısmı Akıllı, her insanın dostudur. Bir Müslüman aklı, onda on hûy olmadıkça tamamlanmaz: Ondan ancak hayır umulur. Halk onun şerrinden emindir. Başkasında gördüğü iyi şeyleri büyütür de kendi yaptığı iyi işleri küçük ve az görür. Ona biri muhtaç olursa, bundan dolayı bir kibir duymaz. Ömrünün uzun oluşu, onu devamlı bir şekilde daha fazla bilgi edinmekten alıkoymaz. Onun için, Allah için fakirlik, zenginlikten çok daha kıymetlidir. Allah için fakir düşmek, yükselmekten daha iyidir. Sabırlıdır. İstediği şeye saldırmaz. Gördüğü kimse için «Belki benden daha hayırlıdır» der. Çünkü insanlar iki kısımdır: Bir kısmı ondan daha hayırlı, bir kısmı ise ondan daha hayırsızdır, bunu bilir. «Belki onun hayrı gizlidir de benden yücedir. Benim ise hayır bildiğim şey kötüdür» diye düşünür. Kendisinden daha hayırlı bir kimse ile tanıştı mı, ona büyük saygı gösterirse kendi derecesi de artar. Hayırlı daha temiz olur. İyi bir adla anılır. Zamanın ulusu olur. Cenâb-ı Hak mal ziyanı etmeyi (isrâfı), fazla mal istemeyi ve dedikoduyu sevmez. Cömert olan, bir yere davet edildi mi, benim de yemeğimi yesinler diye o davete gider. Hasis kişi ise sonra benim de yemeğimi yemek isterler düşüncesiyle, daveti kabul etmez. Çok namaz kılmak, çok oruç tutmak ibâdet değildir. İbâdet, Allah´ın yaptıklarını ve emirlerini çok düşünmektir. Dünyada şunlar yoktur: Hasis insanın rahatı, hased edici kıskancın, dünyadan zevk ve lezzet alması, çabuk usananın vefâsı, yalancının insanlığı. Ecel, isteğin âfetidir. İhsânda bulunmak, tedbirli insanın kazancıdır. İleri gidiş, kuvvet sahibinin felâketidir. Hasislik, şerefi alır götürür. Halkın en ulusu, iyilikte bulunanı; İyilikte bulunanın yardımına koşanı, yardım umanın ümidini gerçekleştireni, bir şeyi isteyenin isteğini yerine getireni, hayatta iken dostlarının, öldükten sonra da arkasından ağlayanların çoğalmasını isteyen ve buna göre davranan kişidir. Her insanın baş düşmanı bilgisizliktir. Her kim yaptıklarının muhasebesini kendi kendine yaparsa, bundan ancak kârlı çıkar. Kim bundan gaflet ederse sonunda zarar görür. Korkan ve çekingen emniyeti bulur. İbret alan görüş sahibi olur. Görmesini bilen anlar. Anlayan bilir. Bilgisiz dost, insan için sıkıntıdır. Malın en kıymetli olanı, insanın şerefini koruyan maldır. Aklın üstünü, insanın kendisini olduğu gibi bilmesi tanımasıdır. Ãman sahibi kızdı mı, temkini elden bırakmaz da hiddeti aşmaz. Râzı oldu mu, bâtıla boyun eğmez. Gücü yettiği zaman da hakkından fazlasını almaz. İnsanların hayırlıları şunlardır: İyilik ettiler mi sevinirler. Kendilerine karşı işlenen suçu bağışlarlar. Kendilerine bir şey verildi mi, şükür ederler. Bir felâkete uğradılar mı sabrederler. İnsanlığı artan kimse herkes tarafından öğülür. Fakat o buna kıymet vermez. Susmak, hikmet kapılarından bir kapıdır. Susmak, sevgi kazandırır. Susmak, her hayırlı işin kılavuzudur.
Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd, Hicret´in 195. yılında Recep ayının 10. gününde Medine-i Münevvere´de dünyaya gelmişlerdir. Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd, babaları Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ Hak´ka kavuştuklarında 8 yaşlarında idi. Anneleri Sebike hanımdır. Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd´ın künyeleri âEbû Câferâdir. En meşhur lâkapları âCevâdâ ve âTakıyâdir. âİmâm Muhammed´ül Cevâdâ yahut âİmâm Muhammed´üt Takiyy´ül Cevâdâ diye de anılırlar. Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd´ın 4 oğlu 4 de kızı olmak üzere 8 evlâdı olmuştur. Soyları, Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî ve Mûsâ-i Mubarka´dan yürümüştür. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´dan sonra imâmet, oğulları Hz.İmâm Muhammed´üt Takiyy´ül Cevâd´a intikal etmiş, Allah-ü Taâlâ; Hz.Yahyâ´ya, Hz.Ãsâ´ya nasıl çocukluklarında Peygamberlik ihsân etmişse Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd'a da küçük yaşta ümmetin imâmetini ihsân eylemiştir. «Kitâb´ül-Mesâil» gibi telifleri bulunan Ahmet bin Muhammed-i Bezanti, İbn´ün-NecâşÃ®´nin kendisine; âSahibinden (kendisine uyduğun, sohbetinde bulunduğun zâttan) sor; ondan sonra imâm kimdirâ dediğini, Ahmet bin Muhammed-i Bezanti´nin; âBunu bende bilmek istiyorumâ deyip, Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´dan sorduğunu, Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´nın âOğlum´durâ buyurduklarını, o vakit henüz oğulları bulunmadığını, bunu da; âNasıl oğlumdur diyor, oysa ki henüz oğlu yok diyebilen kimdir kiâ sözüyle açıklayıp bir oğulları olacağını bildirdiklerini, az bir müddet sonra İmâm Ebû Cafer Muhammed´in doğduklarını bildiriyor. Yine naklederler ki; birisi Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´ya sordu: âSen, nasıl imâm olabilirsin ki oğlun yokâ dedi. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ: âOlmayacağını nasıl biliyorsun? Birkaç gün sonra Allah bana öyle bir oğul ihsân edecek ki; gerçekle bâtılın arasını, onunla ayıracakâ buyurdular. Muhammed bin Sinan der ki: âHz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, Irak´a hareketlerinden önce kendileriyle buluştum; oğulları Ali´de yanlarındaydı.â Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım bana baktılar da; âYâ Muhammedâ dediler; âSakın daralma, bu yıl öyle bir olay meydana gelecek ki!â Ben, bu söz üzerine; âAllah, beni sana fedâ etsinâ dedim; âBeni derde attın.â Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım: âSabretâ buyurdular. Abbas oğullarından Mehdî´yi kasdederek; âBu azgına dayan; o bana kötülük edemeyecek, ondan sonraki de (Mehdî´nin oğlu Mûsâ´da) öyle.â Ben; âPekiâ dedim; âAllah beni sana fedâ etsin, sonra ne olacak?â Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım buyurdular ki: âAllah, zalimleri sapıklıklarına terk edecek ve dilediğini yapacak.â Ben; âNeler olacağınıâ sorunca da; Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, oğulları Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´yı kastederek; âBenden sonra kim bu oğluma zulmeder, imâmetini inkâr eylerse bu hususta ısrarda bulunursa, Resûlullah´tan sonra Ebû Tâlib oğlu Ali´nin imâmetini inkâr etmiş, ona zulmetmeye râzı olmuş gibidirâ buyurdular. Ben; âAllah ömür verirseâ dedim; âOnun hakkını teslim eder, imâmetini ikrâr eylerim.â Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım: âDoğru dedin yâ Muhammedâ buyurdular;âAllah ömrünü uzatır; onun hakkını teslim edersin, ondan sonrakinin imâmetini de ikrâr eylersin.â Ondan sonra; âİmâm kim?â diye sordum. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım: âOndan sonra imâm, oğlu Muhammedâ buyurdular. Ben; âRazı oldum, teslim oldumâ dedim. Safvan bin Yahyâ, Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´ya diyor ki; âAllah sana oğlun Muhammed Cevâd´ı vermeden önce, bir oğlun olmasını Allah´tan dilemedeydin. Allah ihsân etti gözlerimiz aydınlandı. Allah yokluğunu göstermesin; fakat sana bir hâl olursa kime başvuralım, kime uyalımâ dedim. Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ, elleriyle oğlu Muhammed Cevâd´ı göstererek; âBunaâ buyurdular. Ben; âSana fedâ olayımâ dedim; âBu daha 3 yaşında bir çocuk.â Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ buyurdular ki: âBunun ne zararı var? Hz.Ãsâ, Peygamber olduğu zaman 3 yaşında da değildi.â Hicret´in 204. yılında Halîfe Me´mûn Bağdat´a gitti. Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd bu sırada Medine´deydiler. Hz.İmâm Hicri 211. yılına kadar da Medine´de kaldılar. O yıl halîfe Me´mûn, Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd´ı Bağdat´a çağırttı. Hz.İmâm o sırada 15-16 yaşlarındaydı. Me´mûn, Hz.İmâm Aliyy´ür Rızâ´yı kendisine dâmâd ettiği gibi, öbür kızını da Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd´a vererek onu da kendisine dâmâd edinmek istiyordu. Halîfe Me´mun´un bu niyeti halk tarafından duyulmuş, Abbas oğulları taraftarlarınca hoşnutsuzlukla karşılanmıştı. Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd; Bağdat´da devlet erkânı, bilginler ve halk tarafından büyük bir törenle karşılandılar. Kendilerine hazırlanan eve yerleştirildiler. Sâmırâ Kadısı olan ve kadıların kadısı, en büyük rütbeli kadı pâyesine erişmiş bulunan Yahyâ bin Ekrem; Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd´ın yaşına bakarak bilgisini, yaşıyla ölçmek gafletinde bulunuyordu. Bu yüzden de Hz.İmâm´a gösterilen saygıyı fazla bulmakta, halk içinde bilgisizliğini meydana koymak için fırsat aramakdaydı. Sâmırâ Kadısı Yahyâ bin Ekrem, Halîfe Me´mûn´a; bilginlerin bulunduğu bir mecliste Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd´ın bilgisinden faydalanmak istediğini arz etti. Me´mûn da bu dileği memnunlukla kabul etti. Bilginlere haber salındı. Kararlaştırılan gün ve vakitte hepside bir yere toplandı. Hz.İmâm da orayı şereflendirdiler. Tanışılıp, görüşüldükten sonra Sâmırâ Kadısı Yahyâ bin Ekrem, Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd´tan; âHac töreninde İhrâma bürünmüş kişinin avlanmasındaki şer´i hükmüâ sordu. Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd: âÖnce ihrâmda bulunan kişiyi ve kastını bilmek gerek. Erkek mi, kadın mı; avlanılması helâl olan yerde mi avlandı, haram olan yerde mi; kendisi hür mü, köle mi; küçük mü, büyük mü;avlanmanın haram olduğunu biliyor muydu, bilmiyor muydu; avlanmasında kasıt var mı, yoksa bu iş rastgele mi oldu; onun ilk suçu mu, yoksa bu suçu defalarca işledi mi; pişman olmuş mu, suçunda ısrar ediyor mu; gece mi avlandı, gündüz mü; ihrâma umre için mi girmiş, hac için mi; sonra avlandığı hayvana da bakmak gerek; uçan kuş mu, dört ayaklı hayvanlardan mı; küçük mü, büyük mü; ona göre hükmedilirâ buyurdular. Sâmırâ Kadısı Yahyâ bin Ekrem, bu sözler karşısında şaşırıp kaldı. Halîfe Me´mûn; âİnkâr ettiğiniz kişiyi gördünüz mü?â dedi ve Hz.İmâm´ın bu soruyu cevaplandırmalarını, ayrıntılı hükümleri bildirmelerini diledi. Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd buyurdular ki: âİhrâma bürünmüş kişi, avlanmanın helâl olduğu yerde avlanmışsa o av da uçan bir hayvansa, bir kuşsa, büyücekse, avlanana keffâre vâcibtir. Allah rızâsı için bir koyun kurban eder. Avlanmanın haram olduğu yerde avlanmışsa iki koyun kurban etmesi gerektir. Helâl olan yerde küçük bir kuş avlandıysa, suçunun keffâresi, yeni sütten kesilmiş kuzudur. Haremde avlanmışsa o kuzuyu kurban etmekle beraber, bir de avlandığı hayvanın değerini vermesi gerek. Hayvan ehil değilse, mesela yaban eşeğiyse, keffâresi inektir, deve kuşuysa bir deve kurban eder. Bir ceylanı avlamışsa karşılığında bir koyun kurban etmesi gerekir; haremde avlanmışsa keffâresi iki kattır; iki inek, iki deve, iki koyun kurban eder. Bu suçu işleyen Hac için ihrâma girmişse kurbanlarını Minâ´da, umre için girmişse Mekke´de keser. Bütün bunlarda avlananın, meseleyi bilmesi, bilmemesi aynıdır. Ama bu işi bilerek yapmışsa, yani bu suçu inâdına işlemişse, keffâresini yerine getirmekle beraber yinede suçlu kalır; yanılarak işlemişse keffâreyle suçtan kurtulur. Hür olanın kendisi keffâreyi yerine getirir; kulun keffâriyesiyse sahibine aittir. Suçu işleyen, çocuksa, uhdesine keffâre düşmez. İhrâmdayken bu suçu işleyen tövbe ederse, âhiret azâbından kurtulmuş olur; ama suçunda ısrâr ederse âhiret azâbına uğrar.â Halîfe Me´mûn, Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd´ın bu izâhına karşılık; âNe de güzel anlattın ey Ebû Câfer, Allah sana hayırlar versin. Şimdi Yahyâ´nın sana sorduğu gibi sende ona birşey sorâ dedi. Sâmırâ Kadısı Yahyâ bin Ekrem: âEvetâ dedi; âSana fedâ olayım, bilirsem cevap veririm, bilmezsem faydalanmış olurum.â Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd bir soru sordu. Sâmırâ Kadısı Yahyâ bin Ekrem, cevaptan aciz kaldı; âVallâhi bu soruya cevap veremeyeceğim. Lûtfeder, söylersen faydalanırız.â Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd, sorduğu sorunun cevâbını geniş bir şekilde açıkladı. Bunun üzerine Me´mûn meclistekilere; âİçinizdeâ dedi; âBu meseleye, bu şekilde cevap verecek yahut önceki soruyu o tarzda cevaplandıracak birisi var mı? â Meclistekiler; âVallâhi yokâ dediler. Halîfe Me´mûn; âYââ dedi; âİşte bu «Ehl-i Beyt», halktan böyle üstün olmuştur; gördünüz işte, bunların yaşları küçük olsa bile, bu olgunluklarına engel olamıyorâ demiştir. Me´mûn, kızı Ümm´ül-Fazl´ı, Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd´a vermiş muhteşem bir düğün yapılmıştı. Me´mûn Hicri 218. yılında öldü. Me´mûn öldüğünde 48 yaşındaydı. 25 yıl, 5 ay, 13 gün saltanat sürdü. Yerine kardeşi Muhammed Mu´tasım halîfe oldu. Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd, Ümm´ül-Fazl´ı aldıktan sonra onunla Medine´ye döndüler. Hicri 220. yılına kadar Medine-i Münevvere´de kaldılar. Halîfe Mu´tasım, Hicri 219. yılı sonlarında Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd´ı Bağdat´a davet etti. Bağdat´a giderlerken kendilerine sorulan; âFedâ olayım sana, korkuyorum birşey olursa senden sonra imâm kimdir?â dediklerinde; âOğlum Ali imâm´dırâ buyurdular. Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd, Hicri 220. yılında Bağdat´a vardılar. O yılın sonlarına kadar Bağdat´ta kaldılar. Fakat halîfe Mu´tasım´ın, yanına gidip gelmeleri pek olmuyordu. Uzun yıllar Bağdat´da kadılıkta bulunan Ebi Davud, bir gün Halîfe Mu´tasım´ın yanında, hırsızlık eden ve suçunu itiraf eyleyen bir kişinin sağ elinin bilekten kesilmesi gerektiği hakkında fetvâ vermiş, mecliste bulunanların bir kısmı bu fetvâyı yerinde bulmuşlardı. Bir bölüğüyse hırsızın elinin dirsekten kesilmesi gerektiğini ve abdest âyetinde; âDirseklerinize kadar ellerinizi yıkayınâ(Mâide 6. âyet) buyrulduğunu, fetvâlarına delil getirdiler. Bunun üzerine Mu´tasım, mecliste bulunan Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd´a; Yâ Ebû Cafer, sen ne dersinâ diye sordu. Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd cevap vermek istemedilerse de ısrar üzerine; âSecde yedi uzvun yere konmasıyladır; Alın, ellerin avuçları, dizler ve ayak parmakları. Allah, Kur´ân-ı Kerîm´de; âSecde yerleri Allah´a mahsusturâ (Cin 18. âyet ) buyuruyor. Allah´ın olan uzuv kesilemez. Hırsızın elinin parmakları, eklerinden kesilir, avucu bırakılır.â buyurdular. Halîfe Mu´tasım bu îzâha şaşıp kaldı ve Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd´ın buyruğuna uyulmasını emretti. Halkın içinde, fetvâsına uyulmayan, Kadı Ebi Davud pek üzüldü; sonradan bunu arkadaşı Zurkan´a anlattı; âHatta keşke ölseydim de, böyle bu günü görmeseydimâ dedi. Zurkan, birkaç gün sonra halîfe Mu´tasım´ın yanına gitti ve şöyle dedi: âMü´minler emirine öğüt bana vâcibtir; huzûrunda fıkıh bilginleri, vezirler, hükümetin ileri gelenleri varken onların yanında, senin hükmünle kadılık mesnedinde bulunan bir kişinin fetvâsına uymayıp, imâmet davasıyla ümmeti bölen birisinin fetvâsına uyman doğru olmasa gerek; sonra senin hükmünle iş başında olanlar, hükümlerini nasıl yürütebilirler.â Halîfe Mu´tasım, bu sözleri duyunca pek sıkıldı; âÖğüdünden dolayı Allah sana hayırlar versinâ dedi ve konuşmadan dört gün sonra Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd´ı çağırttı, yemek getirtti. Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd, yemeği yediler ve zehirli olduğunu anladılar; hemen kalktılar. Oturmasını dileyen Mu´tasım´a, Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd;âSenin yanından çıkıp gitmem, sana daha hayırlıdırâ buyurdular. Kaldıkları yere gittiler ve Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd o gece Hak´ka kavuşmuşlardır. Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd, Hak´ka kavuştuklarında, Hicri 220. yılı (Milâdi 835) Zilkade ayının son günüydü. Ömürlerinin müddeti 25 yaşlarında idi. Bir rivâyete göre de Hz.İmâm Muhammed'ül Cevâd´ı, Abbas oğulları taraftarları eşini kandırarak zehirletmişlerdir. Hz.İmâm Muhammed´ül Takiyy´ül Cevâd´ın cenazesinde mübarek naaşları halka gösterilerek, ecelleriyle vefât ettikleri ispat edilmek istenmiştir ki, bu zehirlettirilerek şehit edildiklerini göstermektedir sanırız. Bu âdet Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´dan itibaren Abbas oğullarınca rivâyet edilen bir âdet olmuştur. Hz.İmâm Muhammed´üt Takiyy´ül Cevâd, babaları ve ataları vasıtasıyla Hz.Peygamber´den ve Hz.Emîr´ül-mü´minîn´den rivâyetlerde bulunmuşlar, kendilerinden de birçok kişiler rivâyet etmişlerdir. Hz.İmâm Muhammed´ül Takiyy´ül Cevâd, ataları Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´ın yanına defnedilmişlerdir. Türbeleri Kâzımiyye-Bağdat´dadır. Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´ye intikal etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Vecîzelerinin Bir Kısmı Bir kimse senin hislerine ve düşüncelerine uyup da öyle konuşur, doğru yolu sana göstermezse, o kimse sana düşmanlık ediyor demektir. Bir kimsenin Allah ile arasında ne olduğunu bilmeden, o kimseye körü körüne düşman olma. O iyi bir kişi ise, zaten sana kötülük etmez. Kötü ise, sadece onun kötü olduğunu bilmen sana yeter. Bir sözü dinleyen, ona göre davranan, o söze kulluk ediyor demektir. Sözü söyleyen Allah´tan bahsediyorsa, dinleyen Allah´a kulluk eder, şeytandan bahsediliyorsa, şeytana kulluk eder. Eğer kişiye kalben düşman isen, o kişiye hiçbir şekilde kendisinin dostu imişsin gibi görünme! Halkla iyi geçinmeyi bırakan, halkla ilgisini kesen bir kimse, istemediği şeye yaklaşmış olur. Kendi hevâ ve hevesine uyan bir insan, düşmanına dilediği şeyi vermiş demektir. Kötü kişi ile düşüp kalkmaktan, görüşmekten çekin! Çünkü o, sıyrılmış kılıca benzer. Görünüşü güzeldir; fakat işi çirkindir. Yeter derecede bilgisi olmadan bir işe girişen, o işi düzene sokmaz da bir kat daha bozar. Zaman giderken, her şeyi yıkar da öyle gider.
Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî, Hicret´in 214. yılında Recep ayının 2. gününde, Medine´ye üç mil mesafede bulunan ve Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım tarafından kurulmuş olan Suryâ köyünde dünyaya gelmişlerdir. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin babaları, Hz.İmâm Muhammed´ül Takiyy´ül Cevâd, anneleri Seyyide Ümm´ül-Fazl diye anılan Semânet´ül-Magrıbiyye´dir. Babaları Hz.İmâm Muhammed´ül Cevâd´ın, Hak´ka vuslat ettiklerinde 7 yaşlarında idi. Hz.İmâm´ın künyeleri âEbül-Hasanâdır; âEbül-Hasan-ı Sâlisâ diye anılırlardı. Lâkapları âNâsıh, Fettâh, Tayyib, Murtaza, Ãlim, Fakıyh, Emin, Mü´temen, Necip, Mütevekkil, Askeri, Hâdiâ ve âNakîâdir. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin, soyları, Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´den yürümüştür. Hz.İmâm Muhammed´ül Takiyy´il Cevâd´ın şehâdetlerinden sonra âEhl-i Beytâ ŞÃ®ası ittifakla, oğulları Aliyy´ün Nakî´il Hâdi´nin, imâmetini kabul etmişlerdir. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin imâmetini kabul edenler, ona uyanlar, onu Resûlullah´ın oğlu ve vârisi tanıyıp hakkında saygı gösterenler, Medine Vâlisi Abdullah bin Muhammed-i Hâşimi´nin, dikkatini çekmişti. Medine Vâlisi, hilâfet merkezince hatırının biraz daha sayılması, nüfûzunun biraz daha artması, dileklerinin öncelikle kabul edilmesi düşünceleriyle, durumu Halîfe Mütevekkil´e bildirmiş ve yazdığı yazıda; âMekke´yle Medine sana gerekse, Ali´yi burdan aldırâ demişti. Medine Vâlisinin yazısı üzerine Halîfe Mütevekkil; Yahyâ bin Herseme´yi, Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´den habersiz evini basmak, evinde neler olduğunu anlamak üzere, kimseye duyurmadan Medine´ye gönderdi. Yahyâ bin Herseme, Medine´ye varır varmaz geceleyin adamlarıyla Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin evini bastı. Çoluk-çocuk korkup feryâda başlayınca Yahyâ bin Herseme; âKorkulacak birşey olmadığını, yalnız aldığı emre göre bir arama yapacağınıâ söyleyip ev halkını yatıştırdı. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin de yardımıyla evi aradı ve evde Kur´ân nüshalarından, duâ kitaplarından başka bir şey bulamadı. Yahyâ bin Herseme, işi bir mektupla halîfe´ye bildirdi. Mütevekkil, Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´yi devamlı göz altında bulundurmak için, Irak´a çağırdı. Halîfe Mütevekkil Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´ye gönderdiği mektupta; âAli oğullarının, Abbas oğullarıyla yakınlıklarından söz ediyor, kendilerine karşı dâima saygı duyduğunu bildiriyor, gelirse pek memnun olacağını, Medine Vâlisini kötü ve yalan haber vermesi yüzünden azlettiğini, yerine Muhammed bin Fazl´ı tâyin ettiğini haber veriyor, gelmeleri için istihârede bulunmalarını, karar verirlerse Yahyâ bin Herseme ile yola çıkmalarını ricâ ediyordu.â Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî, görünüşte pek saygılı olan bu mektuptaki isteğe uymazlarsa, zorla götürüleceklerini anlamışlardı. Yol hazırlıklarını tamamlayıp, aynı yılda çoluk-çocuklarıyla Irak´a hareket ettiler. Yahyâ bin Herseme diyor ki: âBağdat´a vardığımız zaman, önce Vâli İshak bin İbrahim´in yanına gittim. Bana; «Yahyâ» dedi. «Sen Mütevekkil´i tanırsın. Bu getirdiğin kişi Peygamber´in oğludur. Mütevekkil´i, onu öldürtmeye kışkırtırsan bil ki düşmanın, Resûlullah olacaktır.» Ben; «Vallâhi» dedim; «Ondan iyilikten başka bir şey görmedim; böyle bir şeyi yapmama imkân yok.» Derken Sâmırâ´ya gittim, mahiyetinde bulunduğum Türk kumandanı Vasif´in yanına vardım. O da bana hemen hemen aynı sözleri söyledi, onu da yatıştırdım; fakat ikisininde aynı fikirde oluşları beni şaşırttı. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´yi Bağdat´ta büyük bir törenle karşıladılar; fakat kendilerini konaklamak için bir yer hazırlanmamıştı. Hz.İmâm´ı Sâmırâ´da «Yoksullar hanı» denen bir hana indirdiler. Bu Hz.İmâm´a gösterilen ilk saygısızlıktı ve âdeta da ilk ihtardı. Sonradan kendilerine hazırlanan yere yerleştirildiler. Bir zaman sonra Mütevekkil´in, Hz.İmâm´ı ziyarete gitmesi gerekirken, bir adam gönderip görüşmek istediğini bildirdi. Hz.İmâm, Mütevekkil´in sarayına gittiler. Namaz vaktiydi, Hz.İmâm namaz vaktini geçirmemek için hemen namaza durdular. Halîfenin yanında bulunanlardan biri, halîfenin gözüne girmek için, Hz.İmâm´a; «Ne vakte dek bu mürâiliğe devam edeceksiniz?» demek cüretinde bulundu. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî namazlarını bitirir bitirmez o adama dönüp; «Bu söylediğin söz yalansa Allah seni kökünden kessin» buyurdular. Hz.İmâm´ın sözü tamamlanır tamamlanmaz o adam, olduğu yere yıkıldı; ölüp gitti. Bu da «Ehl-i Beyt» düşmanlarına Hz.İmâm´ın ilk ihtârıydı; dilden dile de günlerce söylenip durdu.â Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî, Sâmırâ´da kendilerine ayrılan evde ibâdetle meşgul oluyorlar, ziyaretlerine gelenlerin, sorularını cevaplandırıyorlar, Mütevekkil´le pek görüşmüyorlardı. Halîfe Mütevekkil, şaraba, zevke pek düşkündü. Mütevekkil, Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´yi meclisinde kendisine nedîm etmeyi, bunu halka duyurup kadrini, hâşâ küçültmeyi kurmuştu. Bir gece yarısı, sarhoşken Hz.İmâm´ı sarayına çağırttı. Hz.İmâm gelince, kendisini ağırladı, yanına oturttu; kadehi doldurup Hz.İmâm´a sundu. Hz.İmâm sunulan kadehi almadı ve içmedi. Bu hareket karşısında, meclistekiler, donup kaldılar. Mütevekkil şarap kadehini dikip küstahça; âÖyleyseâ dedi; âBir şiir oku.â Hz.İmâm; âŞiir de rivâyetim azâ buyurdular. Mütevekkil aşırı ısrarda bulununca şu beyitleri inşâd buyurdular: âİnsanlar, korunmak için dağ tepelerine tırmandılar; Yiğit kişilerdi ama o tepeler fayda etmedi onlara, yenildiler. Yüceldiler, sonra düşürüldüler; çukurlara yerleştiler; Ne de kötü yerlerdi onlara, yerleştikleri yerler. Gömülüp gittiler; sonra da bir feryâd eden ardlarından bağırdı; Nerde bilezikler, nerde taht-taç, nerde süsler-püsler? Ne oldu o nâz-ü naîmle beslenen, bezenen yüzler; Hani vaktiyle nâzlarla, nîmetlerle perdelenirdi o yüzler? Kabir, bu soruya açık-seçik cevap veriyor da diyor ki; Şimdi o yüzlerde kurtlar oynaşmada, kurtlara yem olmuş o yüzler. Nice zamandır, yediler-içtiler, geçindiler; Şimdi ise dünyâ onları yer-içer. Nice zaman evlerde barındılar; oturup esenleştiler; Şimdi ise evlerinden de ayrıldılar; ehilden-ayâlden de; geçip gittiler. Bunca zaman hazineler yığdılar, mallar biriktirdiler; Derken mallarını-mülklerini düşmanlarına dağıttılar, bittiler. Evleri bomboş, içindekiler ise; Mezarlarında yatıyorlar; göçtüler, göçtüler.â Mütevekkil bu şiiri dinleyince, sarhoşlukla şarap kadehini yere fırlatıp şiddetle ağlamaya koyuldu; meclistekiler de ağlıyorlardı. Zevk meclisi, yas toplantısına dönmüştü. Mütevvekil, Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´den özürler diledi; Hz.İmâm´da kalkıp meclisi terkettiler. Halîfe Mütevekkil bir gün maiyetiyle bir yere gidiyordu; Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´de bu alaya katılmıştı. Halîfenin aklına esti; âOrdu kumandaları da dahil olmak üzere, herkesin yaya gitmesiniâ emretti. Bu emir, Hz.İmâm´ı da yaya yürütmek, herkese onun da emrine uyduğunu göstermek içindi. Herkes bineğinden indi, Hz.İmâm da indiler. Hava pek sıcaktı; Hz.İmâm yürürlerken terliyorlar, zahmet çekiyorlardı. Halîfe Mütevekkil´in hâciblerinden Zerâfe´nin, Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´ye inancı vardı, fakat bunu gizliyordu. Zerâfe diyor ki; âKoşup yanlarına gittim; «Seyyidim, bu azgınların yaptıklarına çok üzülüyorum»â dedim ve ellerini tuttum. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî bana dayandılar da; âYâ Zerâfeâ dediler; âAllah katında, Sâlih´in devesi benden üstün değil.â Alay dağıldıktan sonra Hz.İmâm´ı bir bineğe bindirip evlerine götürdüm, ben de evime gittim. Yemek zamanıydı yemeğimizi yerken Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin sözlerini oğluma naklettim. Oğlum Müeddeb, bu sözü duyunca, elini yemekten çekti ve Allah için şöyle dedi: âBu sözü duydun mu?â Ben; âVallâhi duydumâ dedim; âBöyle söylediler.â Oğlum Müeddeb: âÖyleyseâ dedi; âMütevekkil´in üç günlük ömrü kaldı, üç gün sonra helâk olacak; bir olay çıkmadan malını-mülkünü korumaya bak.â Ben;âNerden bildin bunuâ dedim. Oğlum Müeddeb: âKur´ân okumadın mı?â dedi; âKur´ân-ı Kerîm´de devenin öldürülmesi, anlatıldıktan sonra; «Yurtlarınızda üç gün oturun; bu bir vaaddir ki yalanlanamaz» (Hûd 65. Ãyet) buyuruluyor. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin sözleri mutlaka yerine gelecektir.â Zerâfe diyor ki: âGerçekten de bu sözü söylediklerinden üçgün sonra Muntasar ayaklandı. Türk kumandanı Boğa ve kumandan Vasif Türk askerleriyle, Halîfe Mütevekkil´in sarayına hücum ettiler; kendisini paramparça edip yere serdiler. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´ye; «Oğlumun sözünü» söyledim; Hz.İmâm; «Doğru demişÂ» ve «Daralınca, atalarımızdan bize miras kalan kalelerin, silahların, kalkanların en sağlamı bulunan; zulme uğrayanın, zulmedene okuyacağı duâyı okudum» buyurmuşlardır.â Hz.İmâm Muhammed Taki, Abbas oğullarından El-Mu´tasım zamanında şehâdete ermişlerdi. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî, Mu´tasım, Vâsık, Mütevekkil, Muntasar, Mustaîn ve Mu´tezz´in halîfelikleri devrinde yaşamışlardır. Bu bakımdan bu devirlere ve devirlerini temsil eden bu halîfelere dâir kısa, fakat özlü bir bakış gerekiyor. Önce şunu söyleyelim ki; Emevi halîfeleri açıktan açığa dînin aleyhinde bulunmaktan çekinmiyorlardı. Onlar da yalan hadîs uyduranları koruyorlar, onlar da icâb edince dînî bir kisveye bürünüyorlardı; fakat zamanlarında; Felsefe, Kelâm, Ricâl bilgileri tam anlamıyla tekemmül etmemişti; çeşitli fırkalar, henüz ilmi tartışmalara girişmemişlerdi. Ümeyye oğulları iktidarı; Hâşimi-Emevi rekabetini, Arap milliyetçiliği siyâsetine çevirmişlerdi. İnsanları yaratılış bakımından eşit sayan, inananları kardeş kabul eden; ırk, milliyet, renk, dil, soy-boy ayırımını kaldıran, yaşayışta, mal ve ganîmet bölümünde, hukukta, tam bir eşitlik esasına dayanan İslâm iktidarı; onların zamanında bir Arap saltanatı, bir soylular iktidarı haline gelmiş, halk; şerefliler, horlananlar, yaşayanlar ve sürünenler sınıflarına ayrılmıştı. Siyâset hayatına âEhl-i Beyt´inâ intikamını almak üzere atılan Abbas oğullarına; Hor görülen toplum, Arap olmayanlar yardımcı olmuştu. Bu yüzden Abbas oğulları ilk zamanlarında, Arap milliyetçiliğinin tam aleyhinde hareket etmişlerdi. Abbas oğulları, Hâşimilerdendi; fakat en büyük rakipleri, Hâşimilerden Ali evlâdıydı. Ümeyye oğullarının yıkımıyla, Ali evlâdının kıyâmı bitmemişti . Şiâ´nın ezici çoğunluğu, onlara bağlıydı; Abbas oğulları taraftarları, usülü tedvin ve tesbit edilmiş bir mezhebe sahip değillerdi. Bu yüzden Abbas oğulları, bazı kere Ali evlâdına taraftar görünmek, bazı kere çeşitli düzenlerle onların en üstün mümessillerini yok etmek, bazı kere ŞÃ®a´nın aleyhindeki mezheplere sarılmak yolunu tutmuşlardı. Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık´a karşı Halîfe Mansûr´un, Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım´a karşı Halîfe Hârun´ür-ReşÃ®d´in hareketleri bu yoldaydı. Kendilerini Resûlullah´ın halîfeleri sayan, Mü´minler emiri tanıyan, zavallı halkı da buna inandırmaya zorlayan, inanmayanların seslerini, nefeslerini yok eden, Ul´ül-emr (Emre uymak) kisvesine bürünüp, kendilerine baş kaldıranların başlarını ezen, bunu ilâhi bir emir tanıtan Abbas oğulları; Zulümde, israfta, sefâhatta Ümeyye oğullarını kat kat geçmişlerdi. Halbuki emre uymak konusunda Allah Kur´ân-ı Kerîm´de şöyle buyurmaktadır: âEy inananlar, Allah´a, Peygamber´e ve içinizden emredecek kudret ve liyâkata sahîb olanlara itâat edin. Allah´a ve âhiret gününe inanıyorsanız birşey de ihtilâfa düştünüz mü o hususta Allah´a ve Peygamber´e mürâcaat edin; bu hareket, hem hayırlıdır hem de sonu pek güzeldir.â (Nisâ 59.âyet) Ümeyye oğulları, bir tek yolun yolcusuydular; o da âEhl-i Beytâ düşmanlığı. Abbas oğulları ise zamana göre yol değiştiriyorlardı. Bu devirlerde halk sürünüyordu; yiyecek bulamayan insanlar ölü eti yemekten çekinmeyecek bir haldeydiler; fakat sarayda sefâhat sürüyordu. Bu sefâhatı, halktan gelen zekâtlarla, ganimetlerle sürdürüyorlardı. Bu ortamda bir tarafta; Basra´da ve diğer bazı yerlerde ayaklanmalar, isyânlar, boğuşma, zulüm, ölüm, zindanlarda açlıkla-susuzlukla öldürülenler ve sürünen, aç kalan, midesini kemiren insanlar bulunmaktaydı. Diğer tarafta; Mü´minler emiri adına hutbeler Ul´ül-emre itâat fetvâları ve halîfe. Bunların hepsi vardı; fakat asıl İslâm; İslâm´ın sâf, temiz, tarafsız, eşit adâleti bu yok olup gitmişti; hatta tarih sayfalarından bile yok edilmek isteniyordu bu. Abbas oğullarının sekizinci halîfesi olan ve 8 yıl hilâfet süren Hârun oğlu Mu´tasım İbrahim Muhammed, Hicri 227. yılında ölmüş, yerine oğlu El-Vâsık Hârun geçmişti. Ölümünde sekizbin altını, oniki milyon dirhemi, sekiz oğlu ve sekiz kızı kalan Mu´tasım´ın zamanında bazı isyânlar olmuş, aleyhine kıyâm eden kardeşinin oğlu Abbas, onun hapsinde can vermişti. Mu´tasım korkunç, kan dökücü bir adamdı. Mu´tasım´ın yerine geçen oğlu Vâsık da 5 yıl hilâfet tahtında oturduktan sonra Hicri 232. yılında öldü ve yerine kardeşi Mu´tasım´ın oğlu El-Mütevekkil Ca´fer geçti. Bu kişi, tam bir zevke düşkün, şehvete tutsak, müsrif ve sadist bir çılgındı. Yaptırmış olduğu saraylarına milyonlarca dirhem harcanmıştı. Kardeşi Vâsık´ın ölümünden sonra onun yerine geçen ve o anda zindanda olan Mütevekkil, hilâfet makamına oturur oturmaz ilk işi; kendisini bu makama getiren Vezir Abdülmelik´i öldürtmek olmuştu. Mütevekkil´in hareketleri, içki meclislerinde yanında sakladığı akrepleri koyuvermek, husûsi bir yerde beslettiği Arslanları, Kaplanları, meclise saldırtmak, meclistekilerin korkup kaçışmalarından zevk alıp kahkahalarla gülmek de âdetlerinden biriydi. Halîfe Mütevekkil, hattâ bir kere Hz.İmâm Aliyy´ün Naki´yi de, bu hayvanların bulunduğu yere göndermiş; fakat hayvanlar, Hz.İmâm´ın çevresinde diz çöküp hayran hayran mübârek yüzlerine bakmaya başlayınca hemen Hz.İmâm´ı oradan çıkartmış ve bunu görenlere; âKimseye söylemeyecekleriniâ şiddetle tenbih etmişti. Halîfe Mütevekkil Hicri 247. yılında, kendilerine kötü muâmelede bulunduğu Türk kumandanı Küçük Boğa ve Vasîf tarafından gece yarısında paramparça edilerek öldürüldü. Mütevekkil´in yerine geçen oğlu El-Muntasar, bir yıl sonra Türkler tarafından hilâfetten düşürüldü ve zehirletilerek öldürüldü. Hicri 248. yılında onun yerine geçen Mustaîn bin Mu´tasım, Hicri 252.yılında Sâmırâ´da hapsedildi ve 31 yaşında Mütevekkil´in oğlu Mu´tezz tarafından öldürüldü;fakat hilâfet makamı Mu´tezz´e de vefâ etmedi; o da hâcibi Vasîf oğlu Sâlih tarafından hamamda hapsedildi ve ağzına tuz doldurulup susuzlukla öldürüldü. Öldürüldüğünde 23 yaşındaydı. Bütün bu olaylar yaşanırken Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî, son zamanlarına kadar kendilerine başvuran îman ve irfân susuzlarını aydınlatmışlar, hiç birisinin sorusunu cevapsız bırakmamışlardır. Son hastalıklarında, vefâtlarından biraz önce, Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin yakınlarından biri olan Ebû Duâme kendilerine ziyarete gelmiş, gideceği sırada Hz.İmâm ona; âSizin, bizim boynumuzda hakkınız var; bir hadîs rivâyet edip o hakkı ödememi, seni sevindirmemi ister misin?â buyurmuşlardı. Karşısındaki kişiden bu soruya; âBöyle bir hadîs duymayı ne kadar da isterimâ cevâbını alınca, Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî buyurdular: âBabam Muhammed bin Ali, babası Aliyy´ür Rızâ´dan, O babası Mûsâ bin Cafer´den, O babası Cafer´üs Sâdık´tan, O babası Muhammed´ül Bâkır´dan, O babası Ali bin Hüseyin´den, O babası Ali bin Ebû Tâlib´den, rivâyet etmiştir; Resûlullah bana; «Yaz» buyurdular diyor. Hz.Ali; «Ne yazayım yâ Resûlullah» dedim. Hz.Resûlullah;«Yaz» buyurdular ve dediler ki;«Rahmân ve Rahîm olan Allah adıyla. Ãman kalbleri pekiştiren, yapılan işleri, ibâdetleri, gerçekleştiren şeydir; İslâmsa, dille söylenen ve nikâhı, evlenmeyi helâl eden şey.»â Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî: âBu hadîs Resûlullah´tan Atam Ali´ye yazdırdıkları hadîstir ve biz o yazılı hadîsi birbirimize armağan olarak bıraka gelmişizdirâ buyurmuşlardır. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´il Hâdi, Hicret´in 254. yılı (Milâdi 868) Recep ayının 3. gününde zehirlettirilerek şehit edilmiştir. İktidardaki Halîfe Mu´temid tarafından zehirlettirildiği meşhur rivâyettir. Diğer bir rivâyette; Hz.İmâm´ı, Mu´tezz´in zehirlettirdiği, yahut onun emriyle halîfe Mu´temid tarafından, zehirlettirildiği söylenmektedir. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî, yıkanıp tekfîn ve techîzlerinden sonra, evde cenaze namazlarını oğulları Hz.İmâm Hasan´ül Askerî kılmışlar, sonra cenaze kalabalık bir cemâatla şehirde gezdirilmiş ve daha sonra defnedilmiştir. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî, Hak´ka kavuştuklarında 40 yaşlarında idi. Türbesi, Samarra-Bağdat´tadır. Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´ye intikal etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Vecîzelerinin Bir Kısmı Hz.İmâm Ali Nakî birçok eser bırakmıştır. Bunlar üç kitap halinde toplanmıştır. 1. Cebir ve tevfiz ehline yazdığı risâle, 2. Kadılar kadısı Yahyâ´nın sorularına vermiş olduğu cevaplar, 3. Dînî ve şer´Ã® hükümlere dâir sözleri. Bu kitaplar bugün de rahatça istifade edilebilen büyük eserlerdir. Her biri çok kıymetli nasîhatlar ihtivâ eden ve insanlığa ışık tutan bu sözlerden bazıları: Asıl yoksulluk, nefs kötülüğüdür; şiddetli bir ümitsizliktir. Bir insanın biri hakkında kötü zanda bulunması; onda bir kötülük olduğunu gerçek olarak bilmedikçe, haramdır. Aynı şekilde bir kimsenin hayırlı olduğunu gerçek olarak bilmedikçe; onun hakkında hayırlı olduğu kanâatine varmak da, aynı şekilde doğru değildir. Dünya bir pazar yeri gibidir. Bir kısım insanlar o pazarda kâr ederlerken, bir kısım insanlar da ziyana uğrarlar. İlim ve hikmet; tabîatı bozuk kişilerin gönüllerinde durmaz. Hayır yapan bir kişi, hayırdan daha hayırlıdır. Güzel sözü söyleyen, güzelden daha güzeldir. Ãlim olan ilimden daha üstündür. Şer işleyen ise şerden de daha kötüdür. Nefsi kendisine ihânet eden kişinin şerrinden emin ol.
Hz.İmâm Hasan´ül Askerî, Hicret´in 232. yılında Rebîülahir ayının 8. gününde Medine-i Münevvere´de dünyaya gelmişlerdir. Babaları Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´il Hâdi, anneleri Hadis´tir. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî, babaları Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin Hak´ka kavuştuklarında 23 yaşlarında idi. Künyeleri; âEbû Muhammedâ, lâkapları; âHâdi, Rafıyk, Zekiyy, Takıyy, Hâlisâ ve âAskerîâdir. Babalarıyla Sâmırâ´da, Asker mahallesinde oturdukları için ikisine de âAskeriyyenâ denmişti. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin bir tek oğulları Hz.İmâm Muhammed Mehdî´den başka evlâtları olmamıştır. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin büyük kardeşleri Muhammed, Hicri 254. yılında vefât ettiler. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´ye uyanların çoğu Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´den sonra büyük oğlu Muhammed´in imâm olacağını sanmışlardı. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin büyük oğlu Muhammed´in vefâtında, Ali ve Abbas oğulları, Kureyş boyuna mensub olanlar, halk ve hükümet ricâli başsağlığı dilemek için Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin evlerine gitmişlerdi. Yalnız Hâşimiler yüzelli kişiyi buluyordu. Bu sırada Hz.İmâm Hasan´ül Askerî, yenleri yakaları yırtılmış bir halde babaları Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin huzûruna geldiler. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin kendilerine; âOğlumâ buyurdular; âAllah´a şükret, çünkü senin hakkındaki takdirini izhâr etti.â Hz.İmâm Hasan´ül Askerî, bu söz üzerine ağlaya ağlaya Kur´ân-ı Kerîm´deki; âİnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci´Ã»n. (Biz Allah´ın kullarıyız, ancak O´na döneriz, musîbetlerine râzıyız)â (Bakara 156) âyet-i kerîmesini okuyup; âHamd Ãlemlerin Rabbi Allah´a ve ben senin yasınla, bize nimetlerinin tamamlanmasını dilerimâ buyurdular. Muhammed bin Yahyâ, Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin, oğulları Muhammed´in vefât ettikleri gün Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´ye; âAllah, onun yerine seni, bana halef kıldı. Allah´a şükretâ buyurduklarını bildirir. Yine yakınlarından birisine, Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin: âOğlum Hasan´ül Askerî, bütün Muhammed soyu içinde en yüce ve en ulu kişidir. İmâmet makamına en lâyık olan o´dur, oğullarımın en üstünüdür o, benim yerime geçecektir. Sorulacak şeylerinizi muhtaç olduklarınızı ona sormanız gerekâ diye yazdıklarını bildirmiştir. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî, Abbas oğulları halîfelerinden El-Mu´tezz, El-Mühtedi ve El-Mu´temid zamanlarında yaşadılar. El-Mu´tezz, Hicri 252. yılında halîfe olmuştu. El-Mu´tezz, kardeşinin birisini öldürtmüş, öbür kardeşini hapsettirmiş, halîfeliğini engelsiz bir hâle getirmeyi kurmuştu. Sonunda zamanı; batıda Bizanslıların hücumlarıyla, ülkede ise Hâricîlerin isyânlarıyla, askerin ayaklanmasıyla, yağmalarla, zulümlerle geçen Halîfe Mu´tezz; Hicri 255. yılında halîfelikten indirildi. Bir yeraltı zindanının hamamına hapsedildi, ağzına tuz dolduruldu ve birkaç gün sonra zindanda öldü. Mu´tezz öldüğünde 24 yaşında idi. Halîfe Mu´tezz zamanında; Ali evlâdı ve ŞÃ®a, şiddetli takiplere, işkencelere uğramıştı. El-Mu´tezz´in öldürülmesinden sonra yerine El-Mühtedi halîfe oldu. O da isyânların, askerlerin ayaklanması sonucunda, Hicri 256. yılında ayaklar altında can verdi. Abbas oğulları, devlet ricâli; Hz.Resûlullah´ın âEhl-i Beyt´iâne düşman olanlar ve ŞÃ®a´ya karşı duranlar da dahil olduğu halde herkes; âEhl-i Beytâ imâmlarının bilgilerini, manevî kudretlerini, ahlâk bakımından üstünlüklerini, her hususta ümmetin seçilmiş kişileri olduklarını inkâr edemiyorlar, onlara; içlerinden gelmemekle beraber yine de hürmet etmek zorunda kalıyorlardı. Tarih bilgilerinin kaydettikleri bir olay da şudur: Halîfenin en yakın adamı vezir ve kumandan Ubeydullah bin Hakan´ın oğlu Ahmed; Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin şehâdetlerinden sonraki olayları şöyle anlatıyor: âCafer, babamın huzûruna girdi ve halîfeye; babalarının (Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´nin) makamına kendisinin geçtiğini kabul ettirir, halîfenin bunu kabul ettiğini halka duyurursa; her yıl hilâfet makamına yirmi bin dinar vereceğini söyledi ve babamdan bu işi başarmasını ricâ etti. Babam bu söze pek kızdı ve bağırarak; «Ahmak» dedi; «Halîfe; kılıcını çekmiş, kamçısını kaldırmış; babanın, kardeşinin imâmetine inananları, bu inançtan döndürmek için elinden geleni yapıyor, başaramıyor. Sen ise böyle bir mevkii parayla mı elde etmek istiyorsun? Ne haram düşüncedir bu. Babana, kardeşine uyanlar, sende böyle bir liyâkat görürlerse; ne halîfenin tavsiyesine gerek kalır, ne başkasının» ve Cafer´i huzûrundan çıkarttı; memurlara da, bir daha gelirse içeriye sokmamalarını buyurdu. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî; bütün Ali evlâdı içinde eşine rastlanamaz biriydi. Ağırbaşlılığıyla, bilgisiyle, olgunluğuyla herkesin saygısını kazanmıştı. Bir gün Sâmırâ´da babamın yanındaydım, bir tören günüydü, herkes bölük bölük girip çıkmadaydı. Bu sırada babama «Ebû Muhammed» geldi dediler. O dönemde Halîfeden, onun yakınları olan birkaç kişiden başka kimse künyesiyle anılmazdı; künyeyle anılmak büyük bir şerefti, büyük bir saygıydı. Babam; «Tez buyursunlar» dedi. Biraz sonra uzun boylu, esmer benizli, güzel yüzlü birisi, vakarla içeriye girdi. Babam onu görür görmez yerinden kalkıp birkaç adım atarak karşıladı; yüzünü, göğsünü öptü, elinden tutup oturduğu yerin yanı başına aldı, oturttu. Bir müddet konuştular sonra babam onu uğurladı. Ben bu zâtın kim olduğunu merak ediyordum. Memurlardan sordum, birisi; «Tanımıyor musun?» dedi. «Ali evlâdından Hasan´ül Askerî´dir» dediler. Geceleyin, babama da sordum. Babam; «O» dedi, «Öyle bir kişidir ki; hilâfet Abbas oğullarından alınsa, halîfeliğe ondan lâyık hiçbir kimse yoktur. Şiâ´nın önderi Ali oğlu Hasan´dır o. » â Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´ye hizmet eden Ebû Hamza Nasır diyor ki: âÇok defa Hz.İmâm´ın, bazı kişilerle; Türkçe, Farsça, Rumca ve başka dillerle konuştuklarını duydum ve kendi kendime Medine´de doğdukları halde, bu dilleri nasıl biliyorlar diye şaştım. Bana; «Böyle olmasa» buyurdular; «Hüccet´le ona uyanlar arasında nasıl fark olur? » «Kendî» isimli bir hoca, Kur´ân-ı Kerîm´de, kendince bulduğu tenâkuzlara dair bir kitap telifiyle meşguldü. Bir gün talebesinden birkaçı, Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´yi görmeye gelmişti. Hz.İmâm onlara; «İçinizde, üstadınıza cevap verecek dirayetli biri yok mu?» buyurdular. Onlar; «Biz onun talebesiyiz, üstadımıza itiraz edemeyiz» dediler. Hz.İmâm; «Söyleyeceğim sözleri, biriniz ona söylesin; cevâbını da gelip bana bildirsin» buyurup, içlerinden birine; «Üstadın huzûruna var, hürmetle ona de ki» buyurdular. «Aklıma bir soru geldi, bunu da sizden başka hiçbir kimse cevap veremez. Kur´ân-ı söyleyen, sizin anladığınız anlamlardan başka bir anlam kastetmiş olamaz mı? Bu takdirde Kur´ân´daki anlamlara ait yorumlarınız yersiz olmaz mı?» Talebe, Hocası Kendî´nin yanına vardı ve bu soruyu sordu. Filozof Kendî, biraz düşünüp; «Sorunu bir daha tekrarlasana» dedi. Soru tekrarlanınca biraz daha düşünüp; «Evet» dedi. «Lügat ve fikir bakımından, bu mümkündür; Allah aşkına doğru söyle; sen henüz böyle bir düşünceye varacak derecede değilsin; bu soruyu kim öğretti sana?» O kişi; «Doğrusu bu» dedi; «Bana bu soruyu Ebû Muhammed Hasan belletti.» Kendî; «Şimdi doğruyu söyledin, böyle soruları; ancak o soy mensupları sorabilirler; onlar gerçeği aydınlatırlar» ve bu hususta yazdığı müsveddeleri yok etti.â Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin; ataları gibi Hz.Resûl-ü Ekrem gibi lûtuflarına, keremlerine sınır yoktu; kendilerinden isteneni, umulandan fazlasıyla ihsân ederlerdi. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî; âCennette bir kapı vardır, adı Ma´ruf´tur; o kapıdan; hayır sahiplerinden, iyilik edenlerden başkaları giremezler; Allah´a hamdolsun ki ben, halkın ihtiyacını gidermeye çalışmadayımâ buyurmuşlar, sonra Ebû Hâşime bakıp; âSizde bu yolda yürüyün çünkü; bu dünyada cömertlik edenler, iyilikte bulunanlar, âhirette de ma´ruf olurlarâ demişlerdir. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî; bilgiye, irfâna pek büyük bir önem verirlerdi ve bu konuda şöyle buyurmuşlardır: âBütün dünya ve dünyada ne varsa hepsi bir lokma olsa, bende o bir lokmayı alsam da; bilen, îman ve irfân sahibi olan birisine versem, yine de onun hakkını ödeyememekten korkarım. Ama bilgisiz, kötü bir kişiye, bir yudumcağız su versem aşırı gittiğimden, israf ettiğimden korkarım.â Hz.İmâm Hasan´ül Askerî, âEhl-i Beyt´eâ uyanlara da şu sûretle öğüt verirlerdi: âAllah yolunda takvâya riâyet etmenizi, mücâhede de bulunmanızı, iyilikte bulunandan, yâhut günah işleyenden, kimden olursa olsun size emanet edilen şeylere riâyette bulunmanızı, emanete hıyânette bulunmamanızı tavsiye ederim. Komşularınızla iyi geçinmenizi, Allah´a ibâdetteyken secdede uzun müddet kalmanızı, kulluğu bırakmamanızı dilerim; çünkü Resûlullah´ın risâleti bu esaslara dayanmaktadır. Halkla iyi geçinin, onları dolaşın, hastalarının hatırlarını sorun. İçinizden biri; takvâ sahibi olur, doğru söyler, gerçek muamelede bulunur, İslâm´ın edeplerine riâyet eder, dîni vazifelerini yerine getirirse; halk, bu kişi «Ehl-i Beyt´in» yolunda der; buysa bizi sevindirir; bizim övüncümüz, bezentimiz olun; buna gayret edin; başımızı yere eğdirecek hareketlerden çekinin; bize halkın sevgisini celb edin; bizden onların kötü zanlarını, bize lâyık olmayan düşüncelerini giderin; çünkü biz hakkımızda söylenecek her çeşit iyiliklerden, övüşlerden üstünüz; o övüşlere daha da lâyıkız. Aleyhimizde söylenecek kötülüklerden ise uzağız; bizim Peygamber´e yakınlığımız var; Kur´ân, hakkımızı tayîn etmiştir, «Tathir âyeti» Allah tarafından bizim hakkımızda inmiştir. Bizden başka kim o âyeti kendisine nisbet ederse yalan söylemiş olur.â Akıykıy-ı Behsâyişi, Hz.İmâm Hasan´ül Askeri´nin, Müslümanların birleşmesine dair bir mektuplarını, yazılı kaynaklardan sunar: âMüslümanları bir ailenin fertleri bilmen vazifendir; yaşlıları baba mesabesindedir, küçükleri evlât, yaşıt olanlarıysa kardeş. Bunu böyle kabul edersen, nasıl olurda onların birine zulmedebilirsin? Bu böyle kabul edilince kim bir başkasının aleyhinde bir adım atabilir? Yahut onun aleyhinde bulunur, yahut da zararına çalışabilir? Şeytan, öbür îman kardeşlerinden daha yüce, daha üstün olduğuna dair gönlüne bir şüphe salarsa, ondan üstün olduğunu sandığın kişi senden yaşlıysa, o elbette benden daha fazla hayırlı işlerde bulunmuştur, benden fazla iyilik etmiştir de; yok eğer senden küçükse, ben de ondan daha çok suç işlemişimdir, ondan daha fazla isyân etmişimdir; o hâlde, o benden çok daha iyi. O kişi, seninle yaşıtsa, ben işlediğim suçları biliyorum;ama onun suçlu olup olmadığına şüphem var;nasıl olur da şüpheyi yakından üstün tutarım de. Şunu bil ki insanların en iyisi; iyiliği, hayrı insanlarca bilinen; fakat kendisi halkın ayıplarını, gizli şeylerini yaymayan kişidir.â Onikinci İmâm´ın Mehdî olduğu hakkındaki hadîsler ve Şiâ´nın Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´yi, Onbirinci İmâm tanıması, Abbas oğullarının telâşını, ürküntüsünü büsbütün arttırmıştı. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin henüz çocukları olmamıştı; fakat bu, doğru muydu? Buna bir türlü inanamıyorlardı. Onun içinde Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin evleri dâimâ göz altındaydı; kendilerini zindana attırmaktansa, bu daha da emin bir çareydi. Halîfe Mühtedi; Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´yi zindana attırmış, Sâlih´i de hallerini teftişe ve kendisine haber vermeye memur etmişti. Hz.İmâm´a her türlü nobranlığı yapması emredilen Sâlih, Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin tesiri altında kalmış, Halîfe Mühtedi´ye; âGündüzün akşama kadar, geceleyin sabaha kadar ibâdetle meşgul olan, kimseye bir söz söylemeyen, duâdan, ibâdetten başka bir şeyle meşgul olmayan ne yapabilir kiâ diye haber göndermişti. Halîfe Mühtedi, Hz.İmâm Hasna´ül Askeri´yi şehit ettirmeyi kafasına kurmuştu, fakat dilediğini başaramadan öldü gitti. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî, halîfe Mu´temid tarafından da birkaç kere hapsettirilmişti. Bu suretle devrin iktidarı; hem Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´yi ŞÃ®a´yla görüştürmemiş oluyor, hem de çocukları olmasını engelliyor, kendileri de göz altında bulunduruluyordu. Halîfe Mu´temid zindandaki memurlardan, Hz.İmâm Hasan´ül Askerî hakkında dâima haber almakdaydı; fakat Hz.İmâm´ın ibâdetten, namaz ve niyâzdan başka birşeyle uğraşmadıklarını haber alabiliyordu, yalnız her gününü oruçla geçirmekdeydi. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî, iftar vaktinde kendilerine evden gönderilen yemeği zindandakilerle beraber yiyorlardı. Zindanda bulunanlardan da kendilerine uyup oruç tutanlar oluyordu. Hz.İmâm Hasan´ül Askeri, bir kerede, Otamış adlı birinin murâkabası altında hapsedilmişti. Bu adamcağız Ali evlâdına pek düşmandı, Hz.İmâm´a iyice eziyet etmeyi kurmuştu; fakat Hz.İmâm´ın heybetleriyle beraber güzellikleri, temkin ve vakarlarıyla beraber lütufları, mürüvvetleri, Rabbine karşı ibâdetleri, itâatleri bu zâtı şaşırtmıştı. Ali evlâdına riâyet eden, inancı sağlam bir kişi oldu. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî son defa Hicret´in 266. yılında hapsedilmişlerdi. Bir gün annelerine; âBu yıl bir eziyete uğrayacağımâ buyurmuşlardı. Anneleri ağlamaya başlayınca; âAğlamanın, üzülmenin çaresi yokâ demişler, o yılın Safer ayında memurlar gelip kendilerini almışlar, zindana koymuşlardı. Kardeşleri Cafer de kendileriyle beraber zindana atılmıştı. Birkaç gün sonra Halîfe Mu´temid, zindancıyı çağırdı; âGit, imâm´a selâmımı söyle, evlerine gidebilirlerâ emrini verdi. Memur, zindan kapısına gelince orda eğerlenmiş, gemi vurulmuş bir atın durduğunu gördü. Kapıyı açınca baktı gördü ki; Hz.İmâm Hasan´ül Askerî giyinmişler, kapıda bekliyorlardı. Memur, Halîfe Mu´temid´in selâmını ve emrini söyleyince Hz.İmâm bir müddet durdular, sonra; âGit, Mu´temid´e söyle, benim çıkmam Cafer´in kalması ayıp bir şey olur, onunla geldik onunla çıkacağızâ buyurdular. Zindancı gidip bu hâli Mu´temid´e bildirdi. Halîfe Mu´temid: âCafer´i de kendilerine hürmetten bırakıyorum, yoksa onu hem bana, hem kendilerine karşı suçlu gördüğümden hapsetmiştimâ demesini zindancıya emretti. Zindancı, dönüp Mu´temid´in sözlerini bildirdi ve her ikisini de bıraktı. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî, Hicri 266. yılı Rebiülevvelin ilk günü rahatsızlandılar, 8. gününe doğru hastalıkları arttı. O gün sabahleyin namazı kıldıktan sonra, mübarek ruhlarını teslim ettiler. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî yıkanıp kefenlendikten sonra kardeşleri Cafer, namazlarını kılmak üzere geldikleri sırada, Onikinci İmâm Sâhib´ül-Emr gelip Cafer´in eteğini çekerek; âAmcaâ buyurdular; âBabamın namazını kılmaya benim senden daha üstün hakkım var.â Cafer geri çekilmeye mecbur oldu. Zamanın İmâmı babalarının namazını kılıp çekildiler. Bütün bu rivâyetlerden anlaşılıyor ki; gasillerinde, tekfîn ve techîzlerinde, namazlarında yani bu dîni emirlerin yerine getirilişinde, hariçten hiçbir kimse bulunmamıştır. Bütün bunlardan sonra Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin Hak´ka kavuştukları duyuruldu. Şehir umumi bir yas havasına büründü. Dükkanlar kapandı, herkes toplandı, cenaze evden çıkarıldı, şehirde gezdirildi. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin, Halîfe Mu´temid tarafından zehirlettirilerek şehit edildikleri rivâyet edilmiştir. Hz.İmâm Hasan bin Ali´nin ve Hz.İmâm Cafer´üs Sâdık´ın; âBizden hiçbir kimse yoktur ki; katledilerek yahut zehirlettirilerek şehit olmasınâ buyurduklarına göre bu rivâyet doğrudur. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin Hak´ka kavuşmalarından sonra, Halîfe Mu´temid tarafından haklarında sonradan gösterilen zâhiri ihtîmam, kefenlerinin açılıp halka, Ali evlâtlarına, Hâşim oğullarına gösterilmeleri, eceliyle vefât ettiklerinin tespitinde gösterilen gayret de, bu rivâyetin doğruluğunu gösterir. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî, Hicri 260. yılı (Milâdi 875) Rebiülevvel ayının 8. gününde, Hak´ka kavuştuklarında 28 yaşlarında idi. İmâmetleri 5 yıl, 8 ay, 5 gün´dür. Soyları evlâdı Hz.İmâm Mehdî´den yürümüştür. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin; tefsirleri, mektupları, risâleleri ve kısa sözlerden oluşan çok değerli yazılı eserleri mevcuttur. Türbeleri Samarra-Bağdat´tadır. Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Muhammed Mehdî´ye intikal etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Vecîzelerinin Bir Kısmı Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin bugün elde bulunan eserleri şunlardır: 1. Tefsirleri, 2. Kısa sözleri, 3. Mektupları, 4. Helâl ve harama ait risâleleri. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin, bu eserlerindeki sözlerinde ve nasîhatlarında, insanlık için alınacak nice kıymetli dersler vardır. Bazı sözleri şunlardır: Allah´tan çekinin. Dîne ve insanlığa kir değil, süs olun. Kendinizi halka sevdirin. Kendinizden kötü isnâdları giderin. Allah´tan çekinmenizi, dinde ihtiyâtla hareket etmenizi, Allah yolunda çalışmanızı tavsiye ederim. Her zaman ve her yerde doğru sözlü olunuz. Size emanet edilen şeyi, bu emaneti yapan ister iyi bir insan, ister kötü bir insan olsun, mutlaka yerine getirin. Başkalarında görüp de beğenmediğin şeyler, seni terbiye etmeğe yeter. Bâtıl benliğine binen, nedâmet evine konar. Beli kıran şeylerden biri de, gördüğü iyiliği örten ve kötülüğü yayan komşudur. Biz ancak hakkımızda söylenen güzel sözlere lâyıkız. Bize isnâd olunan her kötü sözden ise uzağız. Allah´ın kitabında hakkımız var. Resûlullah´a yakınız. Cenâb-ı Hak bizi tertemiz etmiştir. Hakkımızda kötü zânda bulunan, bize bir kötülük isnâd eden ancak yalancıdır. Budala kişinin yüreği, ağzındadır. Akıllı kişinin ise ağzı, yüreğindedir. Cömertliğin de bir derecesi vardır. O dereceyi aştı mı, cömertlik artık isrâf sayılır. Nitekim yiğitliğin, kahramanlığın da bir derecesi vardır. O derece aşılırsa kızgınlık, kudurganlık olur. İktisadın da bir hududu vardır. Bu hudut aşıldı mı, hasislik başlar. Çok uyuyan, çok rüya görür. Düşmanın en az hilekârı, sana olan düşmanlığını ap-açık gösterendir. Gönül alçaklığı, öyle bir nimettir ki, hiç kimsenin hasedini çekmez. Hayır eken, hayır biçer. Şer eken, pişmanlık biçer. Kim ne ekerse ancak onu biçer. Her kötülüğün anahtarı öfkedir. İnsanlardan çekinmeyen, Allah´tan da çekinmez. Kederli olan bir kimsenin kederine saygı gösterin. Böyle bir kimsenin yanında sevincini göstermek, edebe sığmaz. Komşularınızla iyi geçinmeğe bakın. Hz.Muhammed bunu emretmiştir. Dostlarınızı, yakınlarınızı ziyaret edin. Hastaların hatırını sorun. Cenazelerde hazır bulunun, kimsenin hakkı üzerinizde kalmasın, borçlarınızı edâ edin. Lâyık olmayan bir kimseyi öven, haksız olarak birine bir kötülük isnâd eden adama benzer. Yaptıkları iş arasında fark yoktur. O ne kötü bir kuldur ki; iki yüzlü, iki sözlüdür. O, kardeşini yüzüne karşı metheder de arkasından etini yer. O, kardeşine bir şey verilecek olsa kıskanır. Başına bir felâket geldiği zaman ise onu hemen kötülemeğe kalkışır. Sizden biri ihtiyâtla hareket eder, doğru sözlü olur, insanlarla iyi bir hûyla geçinirse ve onu herkes severse, bu beni sevindirir. Suç işlemeyi terk eden makbûl bir kuldur. Şaşılmayacak bir şeye gülmek bilgisizliktir. Şükretmeyen, şükretmesini bilmeyen, nimet nedir bilmez. Uğradığı nimet karşısında buna şükreden, nimetin kadrini bilip anlayandır. Yüz güzelliği dış güzelliktir; aklın, zekânın güzelliği ise öz güzelliktir.
Onikinci ve son imâm olan, Hz.İmâm Muhammed Mehdî, Hicri 255. yılı Şaban ayının 15. gününde Samarra kentinde dünyaya gelmişlerdir. Babaları, Hz.İmâm Hasan´ül Askerî, anneleri Nercis Hatun´dur. İsimleri, cedleri Hz.Peygamber´in mübarek isimleri, künyeleri mübarek künyeleridir. Lâkapları; âSâhib´üz Zamân (Zamânın Sâhibi), Sâhib´üd Dâr (Yurdun Sâhibi), Kaaim (Ayakta duran, kıyâm eden), Hüccet (Reddi mümkün olmayan kesin delil), Hâtim (Hatmeden, sona erdiren) Muntazar (Beklenen), Nahiyet´ül Mukaddese (Kutlanmış yön), Hâdi (Hidâyete sevk eden)â ve âMehdî (Hidâyete ermiş)â tir. En meşhur lâkapları ise; âSâhib´üz-Zamânâ ve âHüccetâ dir. Hz.İmâm Muhammed´ül Takiyy, Hz.İmâm Muhammed Mehdî´den bahsederlerken; âZuhûr edip, zulümle, cevirle dolmuş olan yeryüzünü eşitlikle, adâletle dolduruncaya kadar adını anmak helâl de değildirâ buyurmuşlardır. Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım da buyurmuşlardır ki; âDoğumu insanlardan gizli tutulur; üstün ve yüce Allah, cevirle, zulümle, dolmuş olan yeryüzünü, onun vasıtasıyla eşitlikle, adâletle dolduruncaya kadar da adını anmak helâl olmaz.â Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin Hak´ka kavuşmalarından sonra, zamanın imâmından, isminden ve mekanından sorulan soruya;âİsmiyle anılırsa yayılır; mekânını bilirlerse bulunurâ tarzında cevap gelmiştir. Onikinci İmâm´dan el yazılarıyla ve sefirler vasıtasıyla gelen emirlerde de; mübarek adlarının anılmaması, kesin olarak buyrulmuştur. Hz.İmâm Muhammed´ül Takiyy´nin kızları, Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin halaları Hakime Hatun, Onikinci İmâm Sahib´ül-Emir´in doğumlarını şöyle anlatır: âİmâm Hasan´ül Askerî bana, bu gece bizde iftar et, Şâban ayının 15. gecesi ve bu gece Allah, Hüccetini izhâr edecekâ diye haber gönderdiler. Evlerine gittim, kendilerine; âAnneleri kim?â diye sordum. âNercisâ buyurdular. Ben; âKendisinde doğum alâmeti görmüyorumâ dedim. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî: âGerçek, benim dediğimdirâ buyurdular. Nercis geldi, bana; âSeyyidemâ diye hitab etti ve ayaklarımı çıkarmak istedi. Ben, kendisine engel oldum; âSeyyidem sensinâ dedim. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî bu sözümü duyunca; âAllah sana hayırla mükâfat etsin halaâ dediler. Ben, Nercis´e;âAllah sana bu gece bir çocuk ihsân edecek ki, dünyanın da efendisi olacak, âhiretin deâ dedim. Nercis utangaç bir halde oturdu. Ben; namaz kıldım, iftar ettim; biraz yattım uyudum. Gece namazına kalktım, sonra tekrar yattım. Derken korkarak uyandım, Nercis uyuyordu; biraz sonra o da uyandı; gece namazını kıldı; sonra yattı. Henüz bir doğum alâmeti olmadığı için âdeta tereddüte düştüm. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî odalarından; âHala can vaad edilen vakit yaklaşmakta; acele etmeâ diye seslendiler. Ben; âElif-Lâm-Mim ve Yâ-sin sûreleriniâ okudum. O anda Nercis korkarak uyandılar. Koşup yanına gittim;âAllah korusun seni, doğum mu var?â diye sordum. Nercis; âEvetâ dedi. Kendisini bağrıma bastım. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî; âKadir sûresini oku halaâ buyurdular. Tanyeri ağarırken Onikinci İmâm, dünyayı şereflendirdiler. Sâhib´üz Zamânı, doğumlarından sonra; babaları Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin âhirete intikallerinden önce, yakınlarından birçok kişi görmüş, kendileriyle görüşmüştür. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´de; onu yakınlarına göstermişler, müjdelemişler, o cümleden olarak; âSahibiniz budurâ buyurmuşlardır. Birçok ünlü hadîs kitaplarında bu konu şöyle anlatılır: âSon zamanda, yeryüzü cevir ve zulümle dolduğu vakit, Resûlullah´ın soylarından ve Hz. Fâtıma´nın evlâdından «Mehdî»nin zuhûr edip, âlemi; adâletle, eşitlikle dolduracağıâ hakkında birçok hadîs mevcuttur. Ümeyye ve Abbas oğulları zamanlarında, hattâ daha da sonraki devirlerde; İslâm´a hükmeden, dîni siyâsete alet haline getiren, halîfeliği kendilerine meşru bir hak olarak tanıtan kişilerin, onların temsil ettikleri iktidarlara karşı kıyâm edenlerin yahut onların kudretlerini ellerine alıp onlar gibi hükmetmek isteyenlerin hemen hepsi, Mehdî hadîslerine dayanmışlar, kendilerini Mehdî tanıtmaya çalışmışlar yahut da taraftarları bu yolu tutmuşlardır. Ehl-i Sünnet de Mehdî´nin zuhûrunu kabul ederler. Bunun en kesin delili de; Kenya´dan Ebû Muhammed adlı bir zâtın, Mekke-i Mükerreme´deki âRabıtat´ül-Ãlem´il-İslâmi Cemiyetiâne, Mehdî hakkında gönderdiği yazılı soruya, cemiyet tarafından verilen tafsîlâtlı cevapta söyle denilmektedir. Hicaz bilginlerinin reylerini de bildiren bu cevapta: âKıyamet alâmetlerinden olmak üzere zuhûr edeceği, Mekke´de Rükün´le Makam, yâni Kâ´be-i Muazzama´yla, Hacer´ül-Esved arasında kendisine bey´at edileceği bildirilen ve hadîslerde, sayıları oniki olarak buyurulan ve yine zuhûruyla küfür ve zulümle dolmuş bulunan yeryüzünü, adâletle, eşitlikle dolduracağı, bütün âleme hükmedeceği, 7 yıl hüküm süreceği, kendisinden sonra, Ãsâ Peygamber´in de ineceği, Deccâl´in öldürüleceği anlatılan Mehdî´nin, bir gerçek olup buna inanmanın lüzûmundanâ îzâh olunmaktadır. Cevâbın devamında: âMehdî´nin zuhûruna îman etmenin Ehl-i sünnet vel cemâat inançlarından bulunduğu, bunu; ancak sünneti bilmeyen, yahut inançta bid´at ehli olan kişinin inkâr edeceğiâ söylenerek son bulmaktadır. Gaybet: Hz.Hüccet´in iki gaybetleri, yani gizlenişleri vardır; birinci gizlenişleri doğdukları anda başlar, Hicri 328. yılı Şaban ayının 15. gününe kadar sürer. Bu müddet içinde Onikinci İmâm´ı, babaları Hz.İmâm Hasan´ül Askerî, ashâbın ileri gelenlerine göstermişler; âKendilerinden sonra Allah hücceti ve ümmetin İmâm´ı olacaklarınıâ bildirmişlerdir. Bir çok kişi de çeşitli münâsebetlerle Onikinci İmâm´ı görmüşlerdir. Ancak bu görüşler hikmetinden dolayı ânî olmuştur. âKüçük gizleniş çağıâ denen ve 73 yıl süren bu müddet içinde, âSâhib´üz Zamânâla ŞÃ®a arasında, yine kendilerinin emirleriyle birbirlerini istihlâf eden dört kişi, Sefirlik hizmetini görmüşlerdir. Bunlar; Dört Nâib, Dört Sefîr anlamlarına gelen âNüvvâb-ı Erbaa, Süferâ-yı Erbaaâdiye anılırlar. Dört Sefir: 1- Said oğlu Ebû Amr Osman: Esed oğulları boyundan olan Ebû Amr Osman, Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî ve Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin ashâbındandır. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´ye daha çocuk denecek bir yaşta, 11 yaşlarında hizmete başlamış, Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin vekilliğini ifâ etmiştir. Sâmırâ´nın âAskerâ mahallesinde oturdukları için âAskeriâ diye de anılırlardı. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî ile ŞÃ®a arasındaki sefirlikleri dolayısıyla, kendilerine imâm´ın kapısı anlamına gelen âBâbâdenilmiştir. Ahmed bin İshak, Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´ye: âEfendim, her vakit sizinle müşerref olamıyorum; böyle zamanlarda bir müşküle düşersem kimin sözünü tutayımâ diye sormuştu. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´de kendisine; âBu Ebû Amr kendisine inanılır, emin bir kişidir; size benim tarafımdan ne derse, o söz bendendirâ buyurmuşlardır. Ahmed bin İshak der ki: Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî Hak´ka kavuştuktan sonra oğulları Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´ye yine aynı soruyu sordum. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´de bana; âBu Ebû Amr, inanılır, emin kişidir, hayatta da, mematta da inandığım zâttır. O, size ne söylerse, ne buyurursa bendendirâ dediler. Bir gün ŞÃ®a´dan kırk kişi; kendilerinden sonra Allah hüccetinin kim olduğunu sormak üzere, Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin huzûruna varmışlardı. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî; âBenden sonra hüccet kimdir diye sormaya geldiniz, değil mi?â buyurdular. Meclistekiler; âEvetâ dediler. O sırada meclise, ay parçası gibi bir çocuk geldi. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´ye çok benziyordu. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî: âBenden sonra imâmınız, size halîfem budur; Benden sonra dağılmayın, yoksa hepinizde dîninizde helâke düşersiniz; şunu da bilin ve bildirin ki bu günden sonra onu bir daha göremeyeceksiniz. Ebû Amr ne derse kabul edin, onun emrine uyun, sözünü dinleyin. Artık o, imâmınızın halîfesidir, emir ona râci´dirâ buyurdular. Hz.İmâm Aliyy´ün Nakî´ye de vekalet hizmetini ifâ eden Ebû Amr, Hz.İmâm Hasan´ül Askerî´nin vekilliğini de yapmıştı. Ebû Amr´ın vefât tarihini kesin olarak bilmiyoruz. Bağdat´da medfundurlar. 2- Ebû Cafer Muhammed: Ebû Amr´ın vefâtlarından sonra sefirlik hizmetini, oğulları Ebû Cafer Muhammed ifâ etmişlerdir. Hz.İmâm Hasan´ül Askerî hayatlarında, Osman bin Said´le oğulları Ebû Cafer Muhammed´in sefirliklerini ŞÃ®a´ya bildirmişlerdi. Ebû Cafer Muhammed, babalarının vefâtlarından önce de Hz.İmâm-ı Zamân´ın sefirlik hizmetlerini ifâ ederlerdi; arada bir onlara da haber gelirdi. Sağlıklarında kabirlerini hazırlamışlar, vefât edecekleri günü bildirmişlerdi. Her gün hazırladıkları kabre girerler, orada Kur´ân-ı Kerîm´den bir cüz okurlardı. Bildirdikleri zamanda Hicri 305. yılında vefât ettiler ve Bağdat´da hazırlattırdıkları kabre defnedildiler. 3- Hüseyin bin Rûh: Nev-bahtiler soyundandır. Künyeleri; âEbü´l-Kasımâdır. Hz.İmâm-ı Zamân´ın emirleriyle, haberleriyle sefirlik hizmeti, Ebû Cafer Muhammed´den sonra kendilerine verilmiştir. Ebû Cafer Muhammed, vefâtlarından evvel ŞÃ®a´nın ileri gelenlerini çağırmışlar; âSefârete, Hz.İmâm´ın emirleriyle Hüseyin bin Rûh´un tayîn edildikleriniâ bildirmişler; âBenden sonra ona başvurun, işlerinizi, onun vasıtasıyla görünâ demişlerdi. Hüseyin bin Rûh, takıyyeye pek riâyet ederlerdi. Hicri 326. yılında vefât ettiler ve Nev-bahtliler kabristanına defnedildiler. 4- Ali bin Muhammed´is Samuri: Hz.İmâm´ı Zamân´ın emirleriyle, Hüseyin bin Rûh tarafından, kendilerinden sonra, yerlerine sefir olarak tayîn edildikleri bildirilmiştir. Ali bin Muhammed´is Samuri´nin künyeleri âEbül-Hasanâdır. Şiâ, onun vasıtasıyla gelen haberlere uyar, sorulara delâletleriyle cevap alırdı. Ali bin Muhammed´is Samuri vefâtlarına yakın, ileri gelenleri çağırdılar ve onlara Sâhib´üz Zamân´dan gelen şu haberleri getirdiler. Haberin meâli şu idi: âRahmân ve Rahîm olan Allah adıyla. Ey Sâmırâ´lı Muhammed oğlu Ali, Allah senin yüzünden kardeşlerinin ecrini artırsın. Sen öleceksin, ölümüne de 6 gün kalmıştır. İşini derleyip toparla; ölümünden sonra da yerine geçmek üzere birisi hakkında tavsiyede bulunma. Gerçekten de artık tam Gaybet başlamıştır ve zikri yükseldikçe yücelsin. Allah izin vermedikçe zuhûr yoktur; zuhûr ancak onun izniyle olur; bu da uzun bir zaman sonra, kalbler kasvete düştükten, yeryüzü cevirle dolduktan sonra olur ancak. Şiâ´ma beni gördüklerini söyleyenler gelecektir; fakat Süfyâni´nin çıkmasından, yüce sesin duyulmasından önce, beni gördüğünü iddia eden yalancıdır, iftiracıdır. Hâlden hâle çevirmek, güç kuvvet ancak yüce ve ulu Allah´ındır.â Gerçekten de bu haberin gelişinden 6 gün sonra Ali bin Muhammed, kendisine gelenlere; âSenden sonra vasîyin kimdir?â sorusunu soranlara, Ali bin Muhammed Kur´ân-ı Kerîm´in; âEmir, ancak Allah´ındır; O yapacağı işi yerine getirirâ (Talâk 3.âyet) âyetini okuyarak cevap vermişler ve bu söz, son sözleri olmuştu. Ali bin Muhammed, Hicri 328. yılında vefât etmiştir. Ali bin Muhammed´in vefâtlarıyla âGaybet-i Kübrâ (Büyük, uzun gizlilik çağı)â başlamıştır. Sâhib´üz Zamân; âGaybet-i Kübrâ (Büyük, uzun gizlilik çağı)âda arada sefir yokken, ŞÃ®a´nın nasıl hareket etmesi gerektiğini de meâlini yazdığımız şu haberlerinde beyân buyurmuşlardı: âYeniden yeniye ortaya çıkan olaylarda, hadîslerimizi rivâyet edenlere başvurun; çünkü; onlar, sizin üzerinizde hüccetimdir benim; ben de onlara Allah hüccetiyim. Gaybetim zamanında benden faydalanmak, bulut altına girdiği zaman güneşten faydalanmaya benzer. Yıldızlar nasıl gök ehline amânsa, ben de yeryüzündekilere amânım; onlar benimle esenleşirler. Soru kapısını kapatın; size gerekmeyen şeyleri sormayın, bilmediğiniz şeylerin üstüne düşmeyin.â Sâhib´üz Zamân´ın haberlerinde ki son emirde, şu âyeti buyurmuşlardır: âEy inananlar, size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Kur´ân indirilirken bunlara ait bir şey sorarsanız, hükmü açıklanır size.â(Maide 101-102. âyetler) Hz.İmâm Zeynel Ãbidin Ali bin Hüseyin; âYeryüzü, Allah Ãdem´i yarattığı andan beri, Allah hüccetinden hâli kalmamıştır; ama o hüccet görünür, tanınır yahut gizlenir görünmez; fakat kıyamet kopuncaya kadar yeryüzü Allah hüccetinden hâli kalmaz. Bu böyle olmasa, Allah´a kulluk edilmezâ buyurmuşlardır. Onikinci İmâm´ın gaybetleri dolayısıyla, kendilerinin sefirlik ve nâiblik hizmetlerini emirleriyle görenler bulunduğu gibi, bu makama sahib olduklarını iddia edenler, bu sûretle dünyalarını mamur etmeye, halk içinde mevkiilerini yüceltmeye çalışan, yalancılar da çıkmıştır. Mehdî´nin son zamanlarda çıkacağı hakkındaki hadîslere dayanarak, bazı kişilerin, Mehdî olduğu iddia edilmiştir. Bazı kişilerde bu çeşit davaya girişerek, meydana çıkmışlardır. âMehdî´yimâ diye çıkanların bir kısmı uydurma bilgilerle, güç riyâzâtlarla, akli dengelerini yitirenler, kendi kendilerini inandıranlar ve bazı saf kişileri de kandıranlardır. Bir kısmıysa âhiretlerini dünyaya satanlar, hüküm ve hükümet peşinde koşanlardır. Zuhur Alâmetleri: Hz.İmâm Muhammed Mehdî´nin gaybetleri, îman ehli için bir imtihandır. Gerçek inanç ehli onun varlığına inanır. âİbâdetin en üstünü, darlıktan kurtuluşu, ferahlığa çıkışı beklemektir ve Allah´ın kudretiyle, lûtfuyla kurtulmayı, ferahlığa kavuşmayı bekleyiş ibâdettirâ Hadîs-i şerifleri gereğince; gerçek îman ve inanç ehli; âHz.İmâm Muhammed Mehdî´nin zuhûruyla genişliğe feraha çıkmayı, îman ve İslâm´ın bütün dünyaya hakim olmasını bekler; îmanlarında şüphe ehli olanlar ise, ümitsizliğe eleme düşer, inkâra yönelir.â Hz.Peygamberimizin Hadîs-i şeriflerinde; âEhl-i Beytâ imâmlarının beyânlarında zuhûr alâmetleri de bildirilmiştir. Bu alâmetlerde Hz.İmâm Muhammed Mehdî´nin; âYalanın, inançsızlığın hüküm sürdüğü, rüşvetin, faizin helâl bilindiği, namazın yittiği, iyiliği buyurmanın, kötülüğe engel olmanın imkânı kalmadığı, haram olan şeylerin hepsinin de helâl tanındığı, zulmün yayıldığı, müminlerin ümitsizliğe elemlere düştükleri, Kur´ân´dan yalnız ders, İslâm´dan yalnız ad kaldığı, kan dökmenin önemsiz sayıldığı bir zamanda, zuhûr edip, âlemi adâletle yeniden ihyâ edecektir.â Bunlar zuhûrun küçük alâmetleridir ve hepsi de hemen hemen belirmiştir. âHz.İmâm Muhammed Mehdî´den önce Mehdîlik davası güdenler çıkacak; «Nefs-i Zekiyye (Temiz kişi)» denen biri, Mekke-i Mükerreme´de, Rükün´le Makam arasında şehit edilecek, bulaşıcı hastalıklarla birçok kişi telef olacak, halkın yarısından fazlasını kırıp geçiren savaşlar kopacak, «Süfyâni» denen bir zalim çıkacak, Mekke´yle Medine arasındaki Beydâ çölünde adamlarıyla yere batacak, Ramazan ayında; uyuyanları uyandıracak, uyanıkları korkutacak şiddetli bir ses onu bildirecek, Güneşle Ay bir biri ardınca tutulacak ve Mehdî zuhûr edecek.â âHz.İmâm Muhammed Mehdî zuhûr edince; «Bedir savaşında bulunanların sayısınca üçyüz onüç kişi, Kabe-i Muazzama´nın dibinde, kendilerine bey´at eyleyecek, sonra bütün îman ehli ona uyacak, gökten Ãsâ Peygamber inecek, namazda ona uyacak, Deccâl denen ve zulmün yalanın mümessili olan kişi öldürülecek, İslâm bütün gerçekliğiyle, adâletiyle âleme yayılacaktır. »â Bu anlatılanlarda, zihinlerin takıldığı tek şey; âBüyük Gizleniş devrinin uzunluğu ve bir insanın bu kadar müddet yaşayıp yaşamamasıdır. Biz, bunun üzerinde durup uzun ömürlüleri örnek vermeyi, hayatın uzatılması üzerindeki çalışmaları, bunun imkânını anlatacak, bu konulara dalacak değiliz. Ãlemde olmasına aklen imkân bulunmayan nice şeyler olmuştur ve ola gelmektedir. Allah´ın gücü, kudreti herşeye yeter. Esasen, bu îmana ait bir şeydir. Zerrede âlem yaratan, zerreye âlemler sığdıran, hayatı ölüme, ölümü hayata sebep eden mutlak kudret sahibine inanan, hikmetlerini bilemediğini bilen, kudretini anlayamadığını anlayan kişi buna da inanır; inanmayana ise, zaten sözümüz yoktur.â Bu bahsi, Kur´ân-ı Kerîm´in şu âyet-i kerîmesiyle tamamlamak istiyoruz: âOnlara de ki: Gayb, ancak Allah´a mahsustur. Bekleyiniz, işte ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.â (Yunus 20. âyet) En doğrusunu Allah bilir.
açtığınız başlıklar tek bir konunun içerisindedir 12 imamlar lütfen msj değiştir butonu aracılığı ile hayatı yazan imamların isimlerini yazınız
eline yüreğine sağlık taylan abi ben yollamıştım foruma senin bana gönderdiğin Hz. Ali'nin sözlerini paylaşmıştım arkaşlarla burda görünce sevindim bi an
ÇOK UZUN BİR PAYLAŞIM OLMUŞ. O YÜZDEN KOPYALAYIP VAKTİM OLUNCA OKUMAK DURUMUNDA KALDIM.DAHA KISA OLURSA BU PAYLAŞIMLAR SEVİNİRİM CAN. ANINDA OKUR YORUM YAPARIZ. PAYLAŞIMIN İÇİN SAĞOL CAN.. ALİ YOLDAŞIN OLSUN.