1982 yılında bir gün Eşber Yağmurdereli'nin Sinop Cezaevi'ndeki hücresinin kapısı açılmış. Gardiyan içeri girmiş. Elindeki copla Eşber'in üstüne doğru yürümüş. Eşber ellerini yüzüne siper ederken, copun duvarda patladığını duymuş. Sonra gardiyan kapıyı tekrar kilitleyip uzaklaşmış. Eşber arkasından "Neydi o...? Ne yaptın...?" diye bağırınca tek bir sözcükle yanıtlamış gardiyan: "-Akrep...!" Peki öldü mü? Yerde mi? Başka var mı? Yoksa gardiyan mı içeri bıraktı? Eşber o günden sonra, hücrede hep akrebin tedirginliğiyle yaşamış. Görmediği, bilmediği için akrebin her yerde olabileceği fikri irkiltmiş O'nu... Çoğalmış akrep beyninde... Binlerce olmuş... Hayat birden akreple dolmuş... Ankara Sanat Tiyatrosu'nda Eşber Yağmurdereli imzasını taşıyan "Akrep'i izlerken beyne yerleştirilen akrep korkusunun, akrebin kendisinden daha zehirli olduğunu anlıyor insan... Bu korkuyla başetmenin bir tek yolu var: Akrebi tanımak... Biz de bir yıl önce korkunç bir trafik kazasıyla uyanmıştık uykumuzdan... Gece karanlığında parçalanan Mercedes'in ardından tek bir sözcük fısıldamışlardı kulaklarımıza: "-Çete...!" O günden beridir, yani son bir yıldır, her taşın altında, her köşe başında O'nun varlığını hissettik. Nasıl bir şey olduğunu, neye benzediğini, nereye gizlendiğini, nereden saldıracağını, zehirini nereye akıtacağını bilemediğimiz için de korktuk. Ve biz korktukça çoğaldı çete... beynimizi esir aldı... Ama bir yılın sonunda bugün yeniyoruz korkumuzu... Çünkü izini bulduk, son 20 yılımızı zehirleyen akrebin... Saklandığı köşede çatal kuyruğunun ucunu gördük. Şimdi hapsetme sırası bize geldi, korkma sırası O'na... İşte akrep üzerindeki bu zaferimizi borçlu olduklarımızdan biri Eşber Yağmurdereli... Arkasında 1 milyonluk bir barış ordusuyla yürüdü akrebin üstüne... Afyon'da Göktepe davasındaydı...Bayrampaşa'da açlık grevcilerinin başucunda, İstanbul'da çete duruşmalarında... O yüzden, şimdi sorguda gözlerini bağlamaları, yolda ellerini kelepçelemeleri... "Ya görürse..." diye korkuyorlar, "Ya düşünürse?... Ya yazarsa?.." Vurdukları her kelepçenin kısa bir süre içinde kendilerine şiir, yazı, oyun olarak döneceğini pekala biliyorlar. Başlarına bir "Mandela belası" açtıklarını yeni yeni farkediyorlar. Nasıl başedeceklerini bilemiyorlar. O yüzden gözlerini bahane edip, salıvermeye çalışıyorlar O'nu... Aslında ne komik olurdu: Eşber'in kişisel bir afla salıverilmesi ve bu ayrıcalıklı durumundan yararlanarak, söylenmesi suç sayılan bütün düşünceleri dillendiren "özgürlüğün sesi'ne dönüşmesi... Düşünsenize, kendisine engel olan bir çift gözün bütün topluma gerçekleri gösteren bir gözlüğe dönüştüğünü... Ve Eşber'in dokunulmaz bir bilge gibi kapalı gözlerinden sürekli aydınlık yaydığını... Ama Eşber kabullenmiyor kişisel bir affı... Nasıl mahkumiyeti kesinleşince "Herkesin özgürlüğünü alır girerim içeri, hepiniz dışarda tutsak kalırsınız" dediyse, şimdi takıp peşine bütün düşünce mahkumlarını, dışarı çıkmaya hazırlanıyor; bizi de bu utanç verici tutsaklıktan kurtararak... AST'ın oyununda, ilk hapsedilişinden 20 gün sonra doğan oğlu Uğur'un mektupları, sahnedeki Eşber'in avcunun içindeydi hep... Tek kişilik hücresinde, yıllar boyu kimselere okutamadan saklamıştı o sıcacık satırları... Hep hayalini kurduğu, beyaz kağıda çizili küçücük bir çocuk eli AST'ın perdesine yansıdığında, o elin sahibi Uğur, tiyatronun en ön sırasında babası için gözyaşı döküyordu. Oyundan sonra AST'ın hatıra defterine "Yıllar sonra ilk defa ağlattı, şu oyunun beni" diye yazdı Uğur... Ve "Oğullarından biri" diye imzaladı... Çünkü şimdi 1 milyon oğlu, 1 milyon kızı var Eşber'in; yaşamlarını devraldığı... Bugünlerde bunların bir kısmı içerde, O'nun yanıbaşındalar... Seslerini ancak Meclis'te pankart açarak duyurabilen, "akrebin kıskacında hayatları yarım kalan gençler" koğuşta, yanıbaşındalar... "Çankırı Üniversitesi"nde Türkiye'nin bu en deneyimli siyasi mahkumundan hayat dersleri alıyorlar. Biz de Eşber Ağabeyi onlara emanet ediyoruz. Kelimenin gerçek anlamıyla "O'na göz-kulak olun" diyoruz. Ve iki satırlık şu mesajımızı O'na ulaştırmalarını diliyoruz: "Çıkar bizi dışarı Eşber ağabey... Biliyoruz ki; çıktığımızda özgürlük en çok sana yakışacak... en çok sana..." Can Dündar
mücadele dolu yaşamının hiç bir anında kimseye yalvarmak yada yaranmak düşüncesi taşımayan bu adama, saygısı bol bir selam yollarım..
Teşekkürler değerli Can.Emeğine sağlık. KÖR ÇOÇUK Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa: - Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanıbaşındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler. Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra: - Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde. Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez. Çocuk: -Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten. - iyi ama, demiş adam, bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm? - Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız. Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken farketmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini farkettiğini. Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken - Üç yil önce bir kaza geçirmiştim, demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi? Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken: - Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür