Baytar Nuri Dersimi´ye göre Bektaşi Türkmen aşiretlerinden bir âBektaşi Mücahiddin Alayı´ kurulduysa da, Kızılbaş Kürtler böyle bir oluşuma ilgi göstermemişlerdi. Sazı, nargilesi ve şarabıyla bir Alevi Kürt aşığı (19. yüzyıl gravürü, Mehmet Bayrak Arşivi) Hükümetin bilmem kaçıncı Alevi âaçılımı´ vesilesiyle, teolojik tartışmalara girmeden, Kızılbaş-Alevi-Bektaşi tarihinde bir gezinti yapmaya ne dersiniz? II. Abdülhamit yönetiminin Ermeni Taşnak partisi ile İttihat ve Terakki Cemiyeti´nin (İTC) başını çektiği muhalifler tarafından alaşağı edilmesi, Kürtler, Kızılbaşlar gibi kolektif kimliklerin de kendilerini açıkça ortaya koymalarına olanak sağlamıştı. İTC ilk başta bu durumu kontrol altına almak için, askeri güç kullanmak yerine politik ikna yöntemini seçti. Bu politikanın erken dönem meyvelerinden biri, 25 Mayıs 1910 tarihli bir belgeye bakılırsa, Kızılbaş Türkmen aşiretlerinden Balabanlıların reisi Gül Ağa´nın İTC´ye kabul edilmesiydi. Gül Ağa, 1912 seçimlerinde İTC´nin adaylarına destek vermiş, Kasım 1914´te başlayan Sarıkamış Harekâtı´na da birlikleriyle katılmıştı. Bektaşi Mücahiddin Alayı 1915´te, Ermenilerin ülkeden sürülmesine karar verildiği günlerde Harput Valisi Sabit Bey, Dahiliye Nezareti´ne bir mektup yazmış ve Dersimli Kızılbaşları Ermenilere ve Ruslara karşı örgütlemeyi önermiş, teklifi beğenen Enver ve Talat paşalar da Harput Vilayeti´nde bir teftiş gezisine çıkmıştı. Görüştükleri bazı aşiret reisleri Dersim´in batısında söz sahibi olan Seyit Rıza´yı ikna etmenin zor olduğunu ama Hacı Bektaş Dergâhı´nın âÇelebi´si Ahmed Celaleddin Efendi´den yardım istenebileceğini söylemişlerdi İttihatçı paşalara. Nitekim Çelebi yardıma razı ve sonbaharda Arguvan´ın Minayık (bugün Kuyudere) Köyü´nde, 40´ın üzerinde âseyit ocağı´nın katıldığı bir âDedeler Kurultayı´ toplamıştı. Fakat bu misyonu sırasında kendisine eşlik eden Dersimli kanaat önderlerinden Baytar Nuri Dersimi´ye göre Bektaşi Türkmen aşiretlerinden bir âBektaşi Mücahiddin Alayı´ kurulduysa da Kızılbaş Kürtler böyle bir oluşuma ilgi göstermemişti. Bu olay Çelebi´nin itibarını da epey zedelemişti. Çünkü alayın adından da anlaşılacağı üzere alay fikri Sünniliğin âcihat´ ideolojisi üzerine inşa edilmişti. Ziya Gökalp´in projesi İTC´nin Anadolu´daki dinsel ve etnik grupları asimile etme çabalarının bir ayağını da Ziya Gökalp liderliğinde yürütülen etno-politika çalışmaları oluşturuyordu. Bu amaçla önce Muhacirin ve Aşairin Umum Müdürlüğü kurulmuş, başına da Şükrü (Kaya) getirilmişti. Ardından Kızılbaş, Mevlevi, Bektaşi, Alevi ve Nusayrîleri incelemek üzere Baha Sait ve Zekeriya´yı (Sertel), Ahîleri incelemek üzere Bursalı Mehmet Tahir (Olgun) ve Hasan Fehmi´yi (Turgal); Türkmen ve Kürt aşiretlerini incelemek için daha çok âHabil Adem´ adıyla bilinen Naci İsmail´i (Pelister), Ermenileri incelemek üzere Ahmet Esat´ı (Uras)Anadolu´ya göndermişti. Ayrıca Ziya Gökalp de Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri üzerine sosyolojik araştırmalar yapıyordu. Konumuzla ilgili kişilerden Baha Sait Bey´e göre, kendisine bu görevin verilmesinin nedeni Merzifon Koleji´nde ele geçirilen bazı listelerdi. Bu listelerde, 1800´lerin başından beri Protestan misyonerleri tarafından Hıristiyanlaştırılmaya çalışılan Dersimli Aleviler kayıtlıydı. Bu listeler İTC´yi çok endişelendirmiş, bu duruma karşı bazı propaganda metinleri hazırlayıp bunları başta Türk Yurdu dergisi olmak üzere çeşitli yollarla yaymayı düşünmüşlerdi. Bu makaleler için de Baha Said Bey´den başka Mehmed Fuad (Köprülü), Yusuf Ziya (Yörükan), Hamid Sadi ve Süleyman Fikri beyleri görevlendirmişlerdi. Arapça, Farsça, Rusça, Almanca ve Fransızca bilen Baha Said Bey 1912´de Meclis-i Mebusan´daki tartışmalardan sonra Anadolu´daki lonca teşkilatlarını araştırmakla görevlendirilmiş, Ankara ve Kırşehir´de yürüttüğü çalışmalarının sonunda âAnadolu´da Ahilik Teşkilatı´ adlı makalesini yazmıştı. Alevilik çalışması ikinci önemli göreviydi. âKızılbaş propagandası´ Baha Said Bey 1914-1915 arasında yaptığı çalışmalarından pek çok metin üretti ancak bunları o tarihlerde sansürsüz yayımlaması mümkün olmadı çünkü Saray (Sultan V. Mehmed Reşat ve Şeyhülislam) İTC´nin bu projesini âKızılbaş propagandası´ olarak nitelemişti. Baha Said Bey tahmin edileceği gibi bu yazılarında Aleviliğin, Kızılbaşlığın ve Bektaşiliğin Şamanizm ve İslamiyet´in karışımından oluşan Türk kökenli inançlar olduğunu ileri sürüyordu. Baha Said Bey 1920´de Mustafa Kemal´den habersiz Karakol Cemiyeti adına Bolşeviklerle bir anlaşma imzalayınca bir süreliğine gözden düştü, ancak soğukluk kısa sürede giderildi, Baha Said Bey Anadolu halkını Milli Mücadele´ye katılmaya ikna etmek için kurulan İrşad Heyeti´ne dahil edildi. Ardından Tayyare Cemiyeti Müfettişi olarak Samsun´a tayin edildi. Bu görevi sırasında özellikle doğudaki dağlık bölgelerde yaşayan Kızılbaş Kürt, Türk aşiretlerin soy, dil, mezhep ve geleneklerini incelemeyi kendisine iş edindi. Amaç, bu kesimleri Kemalist modernleşme projesi kapsamında asimile etmenin yollarını bulmaktı. Baha Said Bey, İTC döneminden iibaren yazdığı âTürkiye´de Alevî Zümreleri, Tekke Alevîliği, İçtimaî Alevîlik´, âSofiyan Süreği-Kızılbaş Meydanı´, âAnadolu´da Gizli Mabetler: Nuseyrîler ve Esrâr-ı Mezhebiyeleri´, âBektaşiler´ gibi makalelerini ise ancak 1926-1927´de Türk Yurdu dergisinde yayımlayabildi. Veliyüddin Çelebi´nin Beyannamesi Hikâyesini 10 Mart 2013 tarihinde yine bu sayfalarda anlattığım 1921 Koçgiri İsyanı, Kürt Kızılbaşlarla Ankara´nın arasını bozmuştu ancak 1920´de faaliyete geçen Birinci Meclis bir oldubittiyle feshedilip seçimlere gidildiği günlerde, Hacı Bektaş-i Veli´nin torunu Veliyüddin Çelebi´nin bir âBeyanname´ ile âTarikat-ı Aleviye´yi âMisak-ı Milli´yi gerçekleştirmek için çalışmaya çağırdığı biliniyor. Tahmin edileceği gibi Aleviler genel olarak cumhuriyeti âlaiklik´ politikası yüzünden umutla karşılamışlar ama umduklarını bulamamıştı. Çünkü Kemalist rejim, 1923´te cumhuriyetin ilanından sonra tarikatlarla ilişkisini yeniden tarif etmeye koyulmuştu. 1924´te Halifeliğin kaldırılmasını, Sünni-Hanefiliğin devletin uygun gördüğü bir formunu esas alan Diyanet İşleri Başkanlığı´nın (DİB) kuruluşu, 13 Aralık 1925 tarihli kanunla tekke ve zaviyelerin kapatılması izledi. Amaç, 1789 Fransız İhtilali´nden sonra Fransa´da olduğu gibi, devlet eliyle belli bir dinin belli bir yorumunun, bazı inanç ve geleneklerinden, kurumlarından, ritüellerinden arındırılarak toplumu kontrol altında tutmak için kullanılması idi. Bu tarihten itibaren diğer İslami inanç grupları gibi, Aleviler de Sünni-Hanefi İslam´a asimile edilmeye başlandı. Reşit´in etno-politikaları 1925 sonrasında İTC´nin başlattığı etno-politika çalışmalarını yürütecek kişi ise bizzat Mustafa Kemal tarafından Şark İlleri Asayiş Müşaviri ve Türk Ocakları Koordinatörü sıfatıyla Dersim bölgesine gönderilen Hasan Reşit (Tankut) idi. Hassa subayı olan babası, görev yaptığı Şam´da koleradan ölünce birkaç yıllığına Elbistan- Kalaycıklı Alevi-Kürt Seydo Ağa tarafından koruma altına alınan Hasan Reşit, hukuk ve siyaset bilimi tahsil etmişti. İlk raporunu 1928 yılında Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali´ye (Öngören) sunan Hasan Reşit, daha sonra (1930, 1938, 1949 ve 1961´de, bizzat Mustafa Kemal´e ve CHP´ye) gizli raporlar sunmuştu. Bu raporlardan birinde Kürt coğrafyasını Kuzey´de Zaza Kızılbaşlar, Batı´da Alevi-Kızılbaş Kurmançlar ve Doğu´da Şafii Kurmançlar olarak üçe ayırmakta ve bu unsurları birbirinden ayırmak için aralarına âTürklük barajı´ konulmasını önermekteydi. Kemalist rejim bu âönlemi´ yetersiz görmüş olmalı ki, 1937-1938´de Dersim âSoykırımı´nı gerçekleştirdi. Bu tarihten sonra uzun süre sindirilmiş şekilde yaşayan Alevi-Kızılbaşlar 1950´de Demokrat Parti´ye (DP) de oy verdi ama bu iddia edildiği kadar büyük bir destek değildi. Haksız da değillerdi çünkü 15 bin yeni caminin yapıldığı, ezanın Arapça okunmaya başladığı 10 yıllık DP dönemi Aleviler için büyük bir hayal kırıklığı oldu. 27 Mayıs 1960 darbesi de Aleviler için olumlu mesajlar içermiyordu (hatta DİB bu tarihten sonra daha da kurumsallaşmıştı) ama yine de 1961 Anayasası´nın doğurduğu özgürlükçü hava Alevileri de cesaretlendirdi. Bu yıllarda Kızılbaş-Alevi yazarlar Türklük vurgulu da olsa, kültürlerine dair yazılar yazmaya başladı. İlk açık semah 1965´te İzmir Narlıdere´deki Muharrem Şenlikleri´nde yapıldı. Yine 1965´te ciddi bir Alevi oyu Türkiye İşçi Partisi´ne gitti. 1966´da ilk Alevi partisi Birlik Partisi kuruldu fakat parti 1969 seçimlerinde sadece yüzde 2.8 oy aldı, 1970´te ise tüm tabanını kaybetti. Bu arada 1966-1967´de Ortaca ve Elbistan´da Alevilere yönelik saldırılar yaşanmıştı. 1971´de Kırıkhan´da, 1978´de Malatya, Sivas ve Kahramanmaraş´ta ve 1980´de Çorum´da derin devlet tarafından tezgâhlanan katliamlardan sonra, Alevi-Kızılbaş çevreleri tekrar içlerine kapandı. 1980 sonrasında Tunceli´ye atanan Kenan Güven adlı vali, Kızılbaş bölgesinde âyeniden ezan seslerinin yükselmesini´ sağladı. 10 yıllık bir içe kapanma sürecinden sonra, 1990 Şubatı´nda Hamburg Alevi Derneği´nin öncülüğünde bir araya gelen, 34 Alevi-Sünni-ateist yazar, şair, sanatçı, biliminsanı tarafından imzalanan âAlevi Bildirgesi´ bazı büyük gazetelerde yayımlandıktan sonra durum değişmeye başladı. Kısa süre sonra Alevilik ve Bektaşilik üzerine yayınlarda patlama oldu. (Kızılbaşlık hâlâ bir tabuydu.) Her iki topluluk da artık kimliklerini saklamamaya başladılar, hatta kimlik problemlerini açıkça tartıştılar. Bazı Kürtçe konuşan Aleviler Kürt Aleviliğine vurgu yapmaya başladı. Elbette bu durum devlette alarm zillerinin çalmasına neden oldu. (İlk kez 1964´te kutlanan, 1970´lerde sol rengi belirginleşen, 1980´lerde apolitikleşen, 1990´larda tekrar politikleşen) Hacı Bektaş Şenlikleri, devletin patronajı altına alındı. Alevi köylerine cami yapımı hızlandı. 2 Temmuz 1993´te Sivas Madımak Katliamı ile Aleviler büyük bir travma daha yaşadılar. 12-16 Mart 1995´te İstanbul´da Gaziosmanpaşa´da kimliği belirsiz kişilerin açtığı ateşle başlayan ve 17 kişinin ölümü, onlarca kişinin yaralanmasıyla biten âGazi Olayları´ Alevilerin âSünni´ devlete güvensizliğini iyice arttırdı. 10 yıllık AKP iktidarı sırasında hem iç dinamikler hem de AB ilişkileri ve dünyayla entegrasyon sayesinde Alevi-Kızılbaş kimliğinin ifadesi açısından önemli gelişmeler yaşandı ama Kemalist rejimin Sünni esasa dayalı dini kurumları, kanunları, uygulamaları neredeyse hiç değişmeden sürüyor. Üstüne üstlük 3. Köprü´ye Yavuz Sultan Selim adı vererek Alevilerin sinir uçlarıyla oynanmaya devam ediliyor. Bu son Alevi âaçılımı´nın hem bu tip tahrikçi politikaları hem de Gezi Direnişi´nin heyecanını nötralize etmek için planlandığını söyleyenler haklı mı, değil mi, bekleyip görelim⦠Çamlıca Nur Baba (Bektaşi) Tekkesi Şeyhi Nuri Baba (Ekrem Işın Koleksiyonu) Kızılbaş, Alevi, Bektaşi Yazı içinde geçen Kızılbaş, Alevi ve Bektaşi terimlerinin tarihçesi hakkında (teolojik tartışmalara girmeden) kısa bir açıklama yapmayı yararlı görüyorum. Yazılı kaynaklarda ilk olarak Safevi Devleti´nin kurucusu Şah İsmail´in Divan´ında (örneğin âYüreği dağ, bağrı kızıl yakut gibi kan olmadan Kızılbaş olmak kimsenin haddi değildirâ şeklinde) görülen Kızılbaş terimi Arap tarihçisi Nehrevâli´ye (ö. 1582) göre Şah İsmail´in babası Şah Haydar´ın, askerlerine giydirdiği dokuma yünden (çuha) yapılmış 12 dilimli kırmızı taçtan gelir. Benzer bilgileri İranlı tarihçi Ahmed el-Kirmâni (ö. 1610), Osmanlı tarihçisi Müneccimbaşı Ahmed Dede (ö. 1702) ile İran ülkesini ziyaret eden seyyahlar ve tüccarlar da tekrarlar. Kızılbaş teriminin Safevilerden önce Orta Asya Türkleri arasında ortaya çıktığını ileri sürenler de vardır ancak böyle de olsa 16. yüzyıldan itibaren Kızılbaş terimi Osmanlı ülkesinde Safevi kökenli Şiilik biçiminin adı olarak tahkir edici (pejoratif) anlamda kullanılmıştır. Nitekim 1500´lerden 1700´lere kadarki Osmanlı fetvalarında Kızılbaş terimi âdinsiz´ anlamına gelen âzındık´, ârafizi´, âmülhid´ terimleriyle birlikte veya yerine kullanılmıştır. İran´da âAli´nin soyundan gelenler´, Azerbaycan´da âAli´ye tapanlar´ anlamına gelen Alevilik terimi Osmanlı ülkesinde ancak 19. yüzyıla doğru çıkmıştır fakat sadece âAli´nin yoluna saygı duyan, bağlı olan şairleri adlandırmakta kullanılmıştır. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında da Alevi ya da Kızılbaş terimleri yerine daha çok âmezhep´, âtarikat´, âTahtacılar´, âÇepniler´, âSufiler´, âköy Bektaşileri´ gibi terimler; Alevi-Kızılbaş geleneğinin en önemli unsurlarından âsemah´ için âTürk köy dansı´, âTürk dini oyunları´, âmezhebî oyunlar´, âBektaşi dansı´, âsema dansı´ gibi muğlak terimler kullanılmıştır. Bu arada başta da belirttiğim gibi Baha Said´in makaleleri yayımlanmıyor, Yakup Kadri´nin (Karaosmanoğlu)1921´de Akşam gazetesinde tefrika edilen Nur Baba adlı romanı âSünni ve Alevi-Bektaşiler arasında düşmanlığa sebep olacağıâ ve âcephede Ya Allah, ya Ali, Ya Hacı Bektaş diyerek çarpışan Alevi-Bektaşileri rencide edeceğiâ gerekçesiyle Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından sansür edilmişti. Alevilik teriminin bir şemsiye kavram olarak kullanımı 1960´lardan sonra oldu. Cumhuriyet tarihi boyunca Alevilikle birlikte ele alınan Bektaşilik ise adını 13. yüzyılda yaşadığı sanılan Hacı Bektaş Veli´den alan Alevi meşrepli bir tarikattır. Kurucusunun Hacı Bektaş Veli mi yoksa Balım Sultan (ö.1516) mı olduğu tam bilinmeyen Bektaşiliğin Babagân ve Çelebiyan olmak üzere iki kolu vardır. Hacı Bektaş Veli´nin evli olmadığına inanan Babagân kolu daha çok şehirlerde yaygındır. Hacı Bektaş Veli´nin Kadıncık Ana ile evli olduğuna ve ondan Seyyid Ali Sultan adlı bir oğlu olduğuna inanan Çelebiyân kolu ise kırsal bölgelerde yaygındır. Bu kol Kızılbaş-Aleviliğe daha yakındır. Özet Kaynakça: Baha Sait Bey, İttihat-Terakki´nin Alevilik Bektaşilik Araştırması, Yayına Hazırlayan: Nejat Birdoğan, Berfin Yayınları, 1995; Vatan Özgül, âZekeriya Sertel, Hatırladıklarım, Remzi Kitabevi, 2000; Türk Sufilig?ine Bakıs¸lar, I·letis¸im Yayınları, 1996; Alevilik-Kürdoloji-Türkoloji Yazıları (1973-2009), Öz-Ge Yayınları, 2009; Necdet Saraç, Alevilerin Siyasi Tarihi (1300,1971), Cem Yayınevi, 2011. Radikal Ayşe HÜR
''Türk Alevi müessislerinin en bariz gayesi Türk'ün dilini, soyunu, kanını korumaktı. Onlar maddeten buna muvaffak oldular. Kızılbaşlar tamamiyle Türk kaldı. Hatta gayr-ı Alevi diğer bir Türk ile evlenmedi. İki kadın almadı. Talak yapmadı. Teavün tesanüdü bi hakkın yaptı. ''benim malım, benim mülküm!'' demedi. ''herşey ve herkes!'' dedi. Dilini bozmadı. Türesini bozmadı. Mukaddes ocağa hürmet etti. Dede, baba dedi. İhtiyarlara; bacı, kardeş dedi gençlere, hürmet ve muhabbet gösterdi. Sazını elinden düşürmedi. Sözünü Türk dilinin güzellüğinden ayırmadı. Turan ilinden nasıl göç etti ise Oğuz töresinde ''şölen'' ayini nasıl açılırsa o da Ali er meydanını, muhabbet meydanını öyle açtı. Hacı Bektaş Meydanında bal, ayran, kımız sundu. Balum sultan ''süci/ şarap'' adadı. Kadın tesettür yapmadığı için ona ''fuhuş!'' isnat edildi. Bu ne adi bir iftira idi. Bu iftira idi, müdafaa için söylemiyorum. Hakikat namına söylüyorum. Meydan-ı Ali'de dişi, erkek ayırdı yok. Hakikaten ''üryan!'' semalar var. Fakat meydan erkanında iffet, kefalet-i müteselsile ile mevcut olduğunu haric-i meydan olanlar zannedemezdi. Kadınlarını kafesler arkasında saklayan, sedarları perde arkasında görünen Bizans mukallitleri Osman Gazi çığırını çoktan bozmuştu. İran ve Bizans fuhuşu görünür bir bela idi. Bu beladan korunmak için onu taklit etmek bir tabiye değildi. Fatihler, maateessüf bu tabiyeyi kullandı. Ulema-yı Rüsum, bu hususta rüesaya dalkavukluk etmekte müzayedeye çıktılar. Artık Aleviler Türklüğünü, milliyetini, dilini kable'l-İslam töresini din halinde muhafaza eden Aleviler kah Celali, Kah Cemali, kah zındık,kah mülhid oldu. Resmi devlet erkanı Latin, Hırvat, Cermen, Grek, Ermeni, Çerkes, Gürcü, Arnavut...ilh. Yetmiş iki buçuk milletten türemişti. Onlar Türk'ün omuzunda, Türk'ün kılıcında EKMEK BULMUŞLAR VE YİNE ONU TAHKİRE özenmişlerdi. Osmanlı padişahları bu binbir çeşit süt ve kandan türemişti. Türklüğü değil ''taç ve taht''ı seviyordu. Ecdadının kendilerine hazırladığı illerin hudutlarını çizen Türk kemiklerini unutmuşlardı. O kemiklerin fo9sforuyla ışıldayan taçların elmasları, esirlerin gözleri şimdi o kana, o kemiğe nankör gözlew bakıyordu. Türk2ün dili, töresi alamet-i nadanı olmuştu. O kadar asırlar ki artık zavallı Türk, kendi hakim ismini işitmekten ar ve haya ediyordu. Türk milletinin diltiği saraylar, simdi onun esaret kaleleri olmuştu. Kuyucu Murat Paşa, Anadolu'da bir milyon Türk'ü kuyulara doldururken, düşünmeye mecbur değildi. Çünkü o, Türk değildi. bugünkü Türk gibi dünkü, daha evvelki günkü türk de hürriyet ve istiklalin manasını biliyordu. Çok aldanır o adamlar ki Türk'ün sükunetini itaat ve hürmet telakki eder. Çok aldanır o adamlar ki Türk'ün zulme ''Eyvallah!'' dediğini gönülden zanneder.'' 18 Eylül 1926 (Baha Said, Türkiyede Alevi zümreleri)