ALEVİLERİN ÇANAKKALE SIRLARI

Discussion in 'Yazılar, Makaleler, Araştırmalar' started by sevgi_seli, May 8, 2007.

  1. sevgi_seli

    sevgi_seli Daimi Üye

    [align=left] ALEVİLERİN ÇANAKKALE SIRLARI

    Çanakkale savaşı kendi içinde sadece bir savaş olarak düşülmemiştir tarihe. İçinde nice yazgıların ve sırların gizli olduğu bir içeriğe sahiptir. Çanakkale için söylenen ‘yeraltı efsaneleri´ özellikle son zamanlarda gündeme daha çok gelmeye başladı. Niyedir bilinmez, içinde dinsel ifadeler daha çok yer alıyor. Çanakkale ile birlikte Gelibolu yarımadasında geçtiği varsayılan savaş ve savaş efsaneleri ise daha bir heyecan verici. Gelibolu kitaplarının ardından Çanakkale kitapları da bizi bitmez tükenmez bir heyecanın ritmine çekmeye başladı. Nice yazı dizisi ta Avustralyalardan, Yeni Zelandalardan başlayarak gizemli bir biçimde her yıl yeni bir sır, yeni bir yorumla karşımıza geliyor. Bu yıl bütün bunların ardından savaş yıllarından kalan fotoğraflarla yapılan o dönemi hatırlatmalar ise bize yeni bir ‘vizyon´ kazandırdı. Bu ‘vizyon´ bizim için bir kahramanlık öyküsünün mü, çaresizliklerin mi, yoksa insanın koşullarına göre imkansız olanı başarabileceğini göstermek için midir. Neyin izleriydi o fotoğraflar, neyin yeniden hatırlanmasıydı.


    Yoksa bu ‘vizyon´ bir uygarlığın aldığı vazgeçilmez bir yolu mu bize hatırlatıyor. Kimi hala, “Çanakkale geçilmez!” diyordur eminim. Kimi ise “Çanakkale içinde aynalı çarşı”, veya yukarıdaki fotoğraflarda yansıdığı gibi; “Onlar dönmek için gitmediler.” Kolordu Komutanı Esat Paşa´nın sözü olarak kayda geçmiştir; “Ölmek var, dönmek yok.” (Yalçın Küçük, Gizli Tarih, 2006) Biz bu sözün M. Kemal´e mal edildiğini biliyoruz. Ancak öyle değilmiş. Küçük´ün çalışmasında ele alınan konulardan biri de Çanakkale savaşıdır, ‘Çanakkale sırları´dır; “Ordu Komutanı Liman Sanders de hatıratında, ´18 Mart, Çanakkale Müstahkem ve Boğaz Komutanlığı için şeref günüdür ve öyle kalacaktır.” ifadesine atıfta bulunuyor. Çanakkale mevzilerinin önemi için yine Y. Küçük´den yararlanmak yararlı olacak ve uzun uzun konuşmamızı engelleyecektir; “Müttefikler, Çanakkale´den geçip İstanbul´a varmak ve oradan da Karadeniz´e geçerek, Ruslar ile birleşmek istiyorlardı. Başarıyı emin görüyorlardı, İstanbul´un boşaltılması hazırlıkları tamamdı, Sultan ve sefirler için Eskişehir´e tren hazırdı, Pomiankowski, İstanbul´da yunanilerin ve ermenilerin yüzlerinin güldüğünü de haber veriyor, fakat, Cevat Paşa ile Albay Selahattin komutasında topçular ve mayıncılar bütün oyunları bozdular. Mucizevi´dir” (…) “… yenilen taraf yoktur ve yenen tarafı da göremiyoruz; işgalciler geldiler, zaptedemediler ve gittiler.” (a.g.e. s.188 ve 192) Y. Küçük de bir ‘mucizevi´lik katıyor Çanakkale Savaşlarına. Doğrusu savaş her anıyla mucizedir. Yokluklar ve ‘kader´ arayıcılık ise, daha çok ‘mucize´ yaratır. Gelibolu mevzileri başta olmak üzere ‘meçhul asker´ efsaneleri sarmıştır orada savaşanları. Yenen yenilen olmayınca ve bu kadar çok asker ölürse, savaş kendi ‘meçhul asker´lerini arar, yaşar ve oradan akan mektupların yaratıcılığıyla da efsaneleşirler.


    Çanakkale savaşından dönmemek üzere gidenler arasında dönenler de var elbet. Gözyaşları arasında yaşamları ölümlere bulanan arkadaşlarının anılarıyla yaşayanlar, geri dönenler. Savaştan dönüp de anlatmamak olur mu hiç. Savaş, tüm bir yaşamdan kazandığımızdan daha çok tecrübe edinilen bir yerdir. Hayatın mantığını arayarak bulmaya gittiğiniz bir yer değildir derler ‘büyük´ askerler, askere gittiğinizde. Çanakkale Boğazına kadar dayanılmasına neden olunan politikalar uygulayanların stratejik hataları tartışılmayacak ölçüde gerilerde kaldı. Emperyal bölüşüme terk edilen bu topraklarda bu bölüşümün önüne geçmek ne yazık ki gidecek yeri olmadığı gibi, canıyla bağlı olanlara kalmış yine. Üç beş yıl içinde Yemen´de, Kahire´de savaşıp da gelip İmparatorluğun başkentinin sınırında savaşmak zorunda kalmak ne hazin değil mi. Birden bir çöküşün, moralsizliğin parçası olmak. Olmak zorunda bırakılmak. Sonunda da savaşa mucizelerle yaratıcılıklar katmak.




    Meçhul Askerler Yaşıyor


    Ayrılıkların derde dönüştüğü topraklarda, gidenler, ayrılıklarının bedelinin yeterli ve doğru olduğunu düşünüyorlar mıydı. Vatan toprağının savunulması veya düşmandan kurtarılması karşılığının bir gün yüzlerine yansıyan mutluluk olacağını, ‘mucize´ye hizmet ettiklerini biliyorlar mıydı. Soru sormak kolay görüyorum. Ancak sormadan bir şeye karşılık bulmaya çalışmak zor. Karar vermediği bir siyasal yapının, hanedanın askeri olmak, bilmediği yollardan giderek geride kalanlara süngüleriyle ‘patika yollar´ açmak övünç müdür. Övünmek kolay bir şey midir? Onlar için Çanakkale ve Gelibolu mevzileri bu nedenle farklı anlama geliyor olmalı. Onlar için oralar, savaştan önce de bildikleri, ölmez de kalırlarsa yaşamaya devam edecekleri topraklardı. Savaş sonrasında şimdi mezarlarının bulunduğu tepelerden kan kusan o koyları dostlarını, düşmanlarını seyrettikleri, bir türlü kurtulamadıkları mevzilerdir. Bombalanan, yakılan, yıkılan bu tepeler ve vadiler eşekleriyle ekmeklerini çıkarıp taşıdıkları bir hazinedir savaş sonrasında da. Anzak koyuna bir daha gitmek onlar için ne anlama gelir acaba; orası ki metre kareye üç ölünün düştüğü bir mevzidir. Ne hazin olmalı burayı görüp de yaşamak. Mucizedir burayı bilip de, yaşayıp da susmak.




    İki Askerin Öyküsü


    İki genç, iki yoksul asker. Ellerindeki silahlar ve onların asker olduğunu yazan alt yazıları olmasa ‘asla´ asker diyemezsiniz. Bir daha bakın isterseniz. Asker güç değil midir. Asker eksiği olmadan düşmanının karşısına çıkan, çıkarılan değil midir. Ama bunlar savaş alanında olsalar da, yoksul gönüllü askerler olmalı. Ya da kaç yıldır aynı ‘askeri giysiler´ ile savaşıyorlar, başlarında çelik başlıklar yerine külahları. Onlarınki tam bir yoksunluk olmalı. Mucizeye hizmet eden bir yoksulluk ve yoksunluk.


    Asker iseler eğer, yaşama dönmüşlerse eğer, bu iki ‘asker´in de bir öyküsü olmalı. Bir ‘mucize´ sonucu bilbordlarda, duvar ilanlarında fotoğrafları dolanan bu iki ‘meçhul asker´in yaklaşık 50 yıl sonraki son hallerini gösterir fotoğrafları ile karşılaşmak mümkün müdür. Mümkündür diyorsanız, yanındaki fotoğrafa bakın şimdi bir de. Aynı pozisyonda bir ‘mucize´ fotoğraf. Bakın siz de inanmayacaksınız. Mucize zaten. Üstteki fotoğrafların birinde yıl; 1915, diğerin de ise yıl; 1964.


    Savaşırken çekilmiş fotoğrafın altında onların adları: ‘Mehmet, Mehmetcik.´ Yani ‘meçhul askerler´ Bizdeki fotoğrafları altındaki adları; İbrahim Ayaz (soldaki), Ali Pala (sağdaki). Herkes onları lakaplarıyla biliyor. Lakapları çocukların bile ağzında. Kısacası onları yörelerindeki herkes tanıyor, biliyor.


    Değirmendere Köyünde yaşayan Emekli Yarbay İsmail Öztümen´le köy gezilerimiz sırasında tanışıp, bürosunda konuşuyoruz. Duvarının görünür yerinde bildik bir fotoğraf. Çanakkale´yi, Gelibolu´yu konuşuyoruz. Bize başka bir fotoğraf gösteriyor; “Bu fotoğraflar da bu askerlerin son hali” diyor. Eskilerden kalmış bir fotoğraf, fotokopi. Yörelerindeki iki önemli Alevi Dedesi olduğunu duyunca ilgimiz daha da artıyor. Fotoğrafın izinden gidiyoruz. Birbirine yakınlaşmış iki izi ‘bir´leştiriyoruz.


    İbrahim Ayaz´ın lakapları köyden köye, anlatılardaki yerine göre değişiyor. Kimi Galeli (Kaleli) İbrahim diyor, kimi ise; Kel Dede diyor. Ali Pala´ya ise kimi; Alaboz Dede, kimi ise; Koca Ali diyor. En çok ise Kel Dede ve Alaboz Dede lakapları ile biliniyorlar. Alaboz Dede ile Kel Dede´nin dedeliği sadece kocamışlıklarından gelmiyor. İkisi de Alevi Dedesi. İkisi de Türkmen Alevi´si ve Yanyatır Ocağı´na bağlı dedelerden. İsmail Öztümen´den öğreniyoruz; “Her ikisi de Cem yürütürdü.” Çocukluğuna denk geldiği için doğrudan fazla bilgiye sahip olmadığını söylüyor. Ancak duyduklarını bize anlatıyor. Her ikisinin de çok iyi arkadaş olduğunu, birbirlerinden ayrı gün geçirmediklerini belirtiyor. Herkesin en çok bildiği de bu sanırım; “hiç ayrı kalmazlarmış.” Çocukları ve torunlarına ulaşıyoruz. Ancak onlar da fazla bir bilgiye sahip değiller. Köy hayatlarını soruyoruz; “Odun satarak geçinirlerdi.” Çok övündüğümüz Çanakkale Savaşı´nda ‘vatana hizmet tertibinden´ maaş bağlanmamış onlara. Yaşamları savaş giysilerinden kalma yoksullukla sürmüş yani. Fotoğraflarının altına yazıldığı gibi; “Tek varlıkları canları!” yani. Şam, Halep ve Kahire´de savaşmışlar. Sonra Çanakkale mevzilerine gönderilmişler. İkibuçuk yıl Mısır´da esir kalmışlar. İstanbul´a getirilmişler. Oradan Bandırma´ya kadar getirilmişler. Bandırmadan köylerine yayan gelmişler. Alaboz Dede´nin köyü Altınoluk´a bağlı Değirmendere, Kel Dede´nin ki ise Güre´ye bağlı Yassıçalı.


    Onlardan Kalabilenler


    Ölümleri bazı yerlerde ‘sırra´ dönüşmüş. Zaman zaman Çanakkale Şehitliği´ni ziyaret ettikleri söyleniyor. Kel Dede böyle bir ziyaret sonrasında dönmüyor bir daha kimine göre. Harp yerinde kayboluyor. Sırra kadem basıyor yani. Alaboz Dede´de ondan sonra kayboluyor. Kimi de Kel Dede´nin vurulduğunu söylüyor. Çakır Mehmet adlı bir köylüleriyle aynı mevzilerde savaşmışlar. Çakır Mehmet anlatırmış onların yiğitliklerini. Öztümen´in anlattıklarından bunları öğreniyoruz. Böyle efsaneleşmişler. Yaşamlarının sonuna mucizeler karışmış.


    Alaboz Dede aşireti üzerinde etkiliymiş, sözü dinlenirmiş. Alaboz Dede nefesler söylermiş. Çok güzel sesi varmış. Yanık sesli. Kel Dede Çanakkale taraflarına Cem görmeye gidermiş. Cem tutmadıklarında ellerinde baltaları ağaç kesmeye giderlermiş ormana. Herkes Alaboz Dedeyi boylu poslu haliyle hatırlıyor. Elini sırta vurunca can çıkardı diye hatırlayanlar var. Ancak çocuk sevgisi çokmuş. Çocuklara nane şekeri verirmiş Kel Dede. Çocuklarla şakalaşırmış, oynarmış. Solunum sorunu varmış. (Kazdağı onun için şifa kaynağı olmalı. Çünkü dünyanın en iyi oksijen depolarından biridir orası.) Düğünlerde her ikisi de kılıçlarla karşılıklı savaş oyunları oynamalarıyla meşhurlarmış. Alaboz Dede´nin mezarını ziyaret ediyoruz. Köy mezarlığı Tahtacıların simgeleri ile dolu; mezar taşları süslü, kazayağı motifli, bazı mezarların dibinde su testileri, bazılarının yakınlarında ocaklar bulunuyor. Altınoluk, Edremit ve Küçükkuyu´ya hakim bir tepede. Bazı mezarlar özel olarak yapılmış. Alaboz Dedeninki toprak dolgu, kimsesizler mezarı gibi. Kel Dedenin mezarı Çanakkale´ye yakın bir köy olan Kayadere köyünde. Yakınları bile köyü tam olarak tarif edemiyorlar. Gitmişler birkaç kez. Onunki nasıldır acaba. Alaboz Dedeyle ilgili herhangi bir bilgi yok mezarının üstünde. Kimsesiz bir mezar. Zaten bilbordlarda da adları ‘Mehmet, Mehmetçik´


    Bu Dedelerin Cemlerini görenler ve bütününü hatırlayanlarla görüşme şansım olmadı. Ancak bilmek isterdim Cemlerinde İsmail Kaygusuz´un romanı “Savaşlı Yıllar, Alev Yay. 2006” da yer aldığı gibi bir değişim, bir yönelim kurmuşlar mıdır diye; “Kamber Mılla İsmail sorgulamaya başlamıştı: ‘Çavdar Veli Sofu! Hacı Keleş Sofu! Harp gördünüz darp gördünüz; Çok memleketler gezdiniz! Tanıdığınız, tanımadığınız kimseleri iccittiniz mi? Cephelerde savaştınız, çetelerle dövüştünüz, aman diyene kılıç çektiniz mi? Sılahsıza silahla saldırdınız mı?” (s.71) “Allah-Muhammed-Ali askerimize güç vere! Hacı Bektaş Veli düşmanımıza mahfi perişan eyleye!” (s.43) Görgülerinde savaşı yargıladılar mı? Dar-ı Mansur´a kendileri de, talipleri de geldi mi? Şah´a kadar razılık aldılar mı?...


    Savunma ve havacılık arşivlerinde bulunan fotoğraflarının bir gün varlığını kurtaracakları insanlara yeniden güç verilmesi için kullanılacağını akıllarına bile getiremezlerdi. Sırları arasında ‘mucize´lik yoktu. Aleviliklerinin bir gün iktidarlar tarafından yok sayılacağını bilmiyorlardı. Köylerine devlet eliyle zorla cami yaptırılarak, kuran kursu açtırılarak asimilasyona tabi kalacaklarını bilmiyorlardı. Yaptıkları cemin bir gün ‘cümbüş´ olacağını düşünemezlerdi. Doğrudur, savaş alanında adları yoktu. Kiminki kaldı ki. Ancak onurlu topluluklar olarak kalmayı bildi çoğu. Avustralyalardan, Yeni Zelandalardan gelenler. Efsanelerdeki yerlerini adlarıyla aldılar. Yazdıkları mektuplarla, yazdıkları anılarla tarihe geçtiler. Onlarda geçtiler. Arşivlerin tozlu raflarından çıkan isimsiz ve kimliksiz fotoğraflarıyla. Adları ‘Mehmet, Mehmetçik.´ Diğer adları ise yok. Alevi olmaları, Alevi önderi olmaları yaşamlarında sürdürdükleri yol, sır kaybolmak üzere. Sivas´ta, savaştıkları devlet için yakıldılar. Maraş´ta çoluk çocuk, hamile, yaşlı katledildiler. Aforoz edildiler. Göç yollarına düştü çoğu inanan yoldaşı. Ya kayboldu büyük kent varoşlarında ya da yaban ellerde yurt buldu kendisine. Tıpkı Cumhuriyet öncesi konar-göçerlikleri gibi. Upuzun beyaz sakallarında beyazlığın, saflığın, Aleviliğin aydınlık yolu okunsa da adları, kimlikleri bilinmezlikler arasında.


    Bu savaşta karşı cepheden olanların savaştan sonraki durumuyla bu topraklarda kalanların arasındaki farkı anlamak için ise oralara gitmeye gerek yok. Çoğu anıları Türkçeye övgülerle aktarılmış durumda zaten. Birkaç söz. Birkaç anlatı ve anı; “Yeni Zelanda'nın Wellington kentindeki eski Aziz Paul Kilisesinde Türkiye'de Birinci Dünya Savaşı sırasında Gelibolu'da yaşanan kanlı savaşın izine rastladım; kilisenin duvarlarından birinde, üst kısmına bir haç iliştirilmiş bronz bir plaket vardı. Plaketin üzerinde şöyle yazıyordu: "5 Aralık 1915'te Gelibolu'da Hayatını Kaybeden Teğmen W.R Richardson'ın (31) Anısına." Richardson, Winston Churcill'in tam bir bozgunla sonuçlanan askeri serüvenine son verme kararını almasına yalnızca birkaç gün kala ölmüştü.” Yine bir tarihi anekdot; “Gelibolu, Batı'nın 20. Yüzyılda Müslüman bir ordu karşısında aldığı en büyük yenilgi oldu. Yeni Zelandalıların Gelibolu'da verdikleri kayıpları görüp de içlenmemek için taştan bir yüreğe sahip olmak gerek. Türkiye'ye savaşmaları için gönderilen 8,450 Yeni Zelanda askerinin 2,721 öldü, 4,752'si ise yaralandı. Başka hangi ulus bir savaş sırasında askerlerinin yüzde 88'ini kaybetmiştir ki?”






     

Share This Page