ÜSTÜN İNSAN- Müsade Özdemir

Konu, 'Hikayeler, Olaylar ve Yazılar' kısmında =CEBRAİL= tarafından paylaşıldı.

  1. =CEBRAİL=

    =CEBRAİL= Yeni Üye

    ÜSTÜN İNSAN

    çalışıp didindi
    ..........ruhunu maddeye teslim etti
    çalışıp didindi
    ..............madde ruhuna ihanet etti

    diyerek dile getirdiğimiz ne çok yaşanmışlıklar vardır etrafımızda, bu insanların kazandıklarının yanında kaybettiklerinin muhasebesini yapmak bile faciayla sonuçlanır. sevgisiz, duygusuz ve de yakınsız yaşayıp maneviyatı çürüten, ruhunu maddeye teslim eden o kadar çok tanıdık yüzler var ki, acı sonuçları gözler önünde
    biran önce kesesini doldurup bedavadan yaşamak, insanoğlunun en belirgin özelliklerinden biridir. avcılık ve yağmacılık içgüdülerini yenemeyen ve esiri olan nice insanlar da yok değil çevremizde.
    kah öfke kustuğumuz kah görmemezlikten geldiğimiz bu tip insanlara ne sözler, ne yumruklar, ne de silleler kar etmez

    kişisel menfaatlerini göz önünde bulundurmadan, toplum için insanlık için, ülkesi için çalışan, ya da çalışarak, yaşamdan tat alma gücünü kazanan kaç insan vardır acaba
    topluma huzur ve güven veren, çevresine sıkı sıkı sarılmış, bağların önemini benimseyen insanların çokça olduğu bir ülkede yaşamanın rahatlığını ve tarifsiz güzelliğini düşünüyorum da
    bütün hayallerim suya düşüyor, gözümde ülkemin kısır kalabalığı çoğalıyor
    taş döşemeli, dik ve köhne sokaklarda, yük taşıyıcılarının iç acıtan homurtulu gürültüleri umutsuzluk garında
    solgun camlarda, belli belirsiz eğik başlar, yediğini sindirecek kadar uyuyanlar

    ah benim şu daldırma düşüncem
    işte o anda... bey?le hanım sözcükleri, riyakârlığın desteklenişini anımsatıyor bana
    şişen avurtlarında her nefes bir dev, belleklerinde küçücük yüzleri boşaltarak kelebeklerin kanatlarına
    iri cüsseleriyle, büyüdükçe yükseklerden bakanlar, kendi kendilerine, kendilerine giden yollarda, atlılar dörtnala, arkalarında bıraktığı tozlarla, atlarının sırtında, kahkahalarla, belki bir kadın yüzü, belki bir kese yastık altında
    kısa günün uzun karı, o bildik şeyler, çayırlara, altın ökçeleriyle atlılar dört nala, büyüsüyle kösnül arzularının

    denklemleri doğan günün ağzında, ağırlığına-hafifliğine yemiş?in
    bel veren orta direk, hem dost, hem düşman
    pay çoğaltan zamanın yarınlarından, us?unda dolaşan tilkilerin gürültüsüyle gülümseyerek yumuşatan avını
    uyanık elleriyle, gözleriyle erinç içinde yıldız kemiren penceresinde
    hanım olmak, ünlü olmak, mekanının kraliçesi olmak, devran döndürüp ün salmak dünyaya, anıt olmak, bulvar olmak, sahibi olmak adaların, ormanların, insanların kraliçesi olmak, baskıyla, zorbayla, oyunla üstün insan

    kırbacın havadadır, el üstündesin zıpkınını vur çek, en büyüktür balık
    üstün insan, ince eleyip sık dokuyan ve doyumsuzluk sıkıntılarına sıkça kapılan insan
    sen yürü, durma yürü, soğuk yüzünü, soğuk parmaklarını koy sofranın üzerine, ye meydan senindir
    sınırsız uzamın tadını çıkarırcasına, tükür dilediğin gibi, vardır şakşakçılar, tükürüğünü güzel sayarlar

    kim alıkoyabilir alaycılığında, etrafındaki kukumav kuşlarına küçücük kafesinde ıslık çalıp ötene ve demir hücresinde sırtını bükene
    evrene kapalı duran alnında, yumrukları saklayana, bak alaylı alaylı, kim alıkoyabilir seni
    körpe yeşillik içinde, güneşten sedef sedef olmuş çimenlikler ve üzerinde variyetin miskli kokusu, güzelliğin büyüsüyle büyüyen ve raks eden su ışığı vurur yüzüne
    her susadığında ağzını kaynağa dayayan, o kaynaktan kana kana tadan, üstün insan, kralı olan mekanının
    tükürür dilediği gibi, nihayetinde tükürüğü güzel sayılan
    her zaman vardır şakşakçıları, taraçalardan alkış tutan...

    ülkesinde, ülkesine uzak yaşayan ve daha niceleri yokluk uykusuna dalan
    suskunluk her şeyin uzaklaşması olur, düşsüz bir ömrün uzun yokuşu gibi
    solgun yüzünün altında bir deri bir kemik kalmış düşkün insan
    ve garip görünüşü karşısında afallayıp kalan, kılı kıpırdamayan, üstün insan
    o umarsızlığı, ruhunu maneviyattan ayıran ve duygusuz kılan
    aralarında fersah fersah mesafe, renkleri birbirine uymayan, aralarında çok bildik bir mesafe
    zenginle kötülük, iyilikle fukaralık, yan yana
    yan yana maskaralık
    sık dokuyan seyrek dokuyan, çizmeyle çarık yan yana

    her bakışı, budakçının ağaca bıçak vuruşu gibi
    bencilliği kuşku götürmeyen, üstünlüğüne üstünlük ekleyen, dilediği gibi ahkam kesen, zedeleyen insanlığın gururunu
    haksızlıkla bayağılıkla yoğrulan dünyada, kollarını açan, şölenlere koşan, yemekler yiyip alçakla yanak tokuşturan, değişmeyen düzende zayıfa karşı güçlüyü savunan, sözde insan

    ah benim şu daldırma düşüncem, sonsuzluk hiçlikle dolu, hiçlerle dolu şu koca evren
    ölen yoksulları kim hatırlar, kim kurtarmaya çalışır bataklığa saplanan yavru kuşu
    gamı, tasası, açlığı, gözlerinde asılı depremlerini sokak çocuğunun
    acımanın olanca şiddetiyle, kim?
    hangi el
    hangi yüz
    hangi?


    Müsade Özdemir
     
  2. =CEBRAİL=

    =CEBRAİL= Yeni Üye

    ELVEDA ÇOCUKLUĞUM

    ----------Duvarları kerpiçten örülü, odası kireç badanalı, buram buram toprak kokan bir evde geçti çocukluğumun en güzel yılları. Yoktu öyle tavanlarında sallanan ışıltılı avizeler. Gaz kokulu, isli lambaların loş ışığında; uyku basardı, minderler üzerinde. Öyle kuş tüyü yastıklarda görülen kabuslar değildi gördüğüm, başımı koyduğum hasır yastığımda.

    ----------Taşlardan yaptığım evlerin önüne çamurdan kuyular açıp, içerisine saldığım kâğıttan gemilerle köyün en güzel derelerine geziler düzenlerdim rüyalarımda. Ta ki, annemin ellerinde bir kucak dolusu tezekle, gıcırdayan tahta sürgülü kapımızı, ayağıyla ittirme sesine açardık gözlerimizi.
    ----------Ayağıma taktığım lastiklerimle köyün meydanında şelale diyerek avutulduğumuz, yerden fışkırarak çıkan kaynak suyuyla yüzler yıkanırdı, elbisemin kollarını havlu yaptığım günlerde, aldırmazdım; çorabım yırtık, topuğu delik lastik ayakkabılarıma, su dolmuş; varsın dolsun. Annemin nasırlı elleriyle yaktığı tezeklerin közü, hiç sönmeyecek sanırdım sac sobamızda. Sobanın üstündeki çaydanlık ve sağında solunda kızaran sac ekmeğinin kokusu,
    kazındırırdı midemizi. Hele ekmeğin arasına koyup da yediğimiz çökeleğin doyulmazdı tadına.

    ----------Bilinir miydi hiç; Gemlik zeytini, Edirne peyniri, salamı, sosisi; O zamanların adı yoksulluktu. Sofraların en görkemlisinde bile, masalarda kurulup süslü tabaklarda senfoni eşliğinde yemekler yenilmezdi. Sininin etrafına dizilen en güzel minderler üzerinde başlardı, bakır tastaki ayranı ve bir yumrukta kırılan soğanın cücüğünü kapışmalar.
    ----------Köyün tepesinde tozu dumana katıp gelen dolmuşun korna sesleriyle atılmaz mıydı kaşıklar? Ne de olsa şehir otobüsüydü; doluşmaz mıydık etrafına? Arabadan inen esans kokulu şehirlilerin tepeden bakmalarıyla, saklardık yaralı bereli ellerimizi...
    ----------İçime kadar çektiğim esans kokusunu, annemin, arkasından girdiğim ahırdaki benekli dananın yanında kaybediyordum. Elbette bizim de esanslarımız vardı, dolaplarımızda, bayramı bekleyen misafir kolonyalar. Elbette bize de gelecekti, şekeri bir dahaki seneye ertelenmiş bayramlar.

    ----------Biz, neyi yaşadık? Neyi gördük?
    Biz, bakır sinide bir tabağın içerisine dalan beş kaşıkla, lokmamızı böldük. Mersedes değildi belki, ama biz, bize sadık kalan kara eşeğin yeni semeriyle övündük. Atının heybesi dolu çerçi Mehmet; ten, bir kilo buğdayla takas ettiğimiz, tahta tarakla saçlarımızı ördük. Ha! .. Bir de annemin yastık altında ütülediği cepli fistanım vardı şehir kokan, bayrama saklayıp da giymeye kıyamadığım. Uyku gelir miydi artık, yarın cebimin şekerle dolup dolamayacağını düşünmekten.

    ----------Bayramın ilk sabahı el öperdik, önce babamın elindeki yoksulluğu.

    Aslında, arifeden başlardı babamın huzursuzluğu. Haklıydı da, çocuk bu bilir miydi ki, cep delik cepken delik. Dedim ya, çocuk bu göremezdi ki babanın sakladığı mutsuzluğu, ama yanağımdan öperken, az da olsa anlardım, gözlerinde ki umutsuzluğu. Camı kırık penceremizden uğuldayan rüzgârın sesine karışırdı birkaç kelimesi, dolardı gözleri, konuşamazdı. Dudaklarının arasında kalırdı birkaç hecesi. Damda biriken karlar eriyip tahta tavan arasından sızardı minderlerin üzerine, ve biz acaba bunu mu düşünür; bilemezdik.. Oysa, hep üzülerek geçermiş, babamın gecesi, gündüzü... Ve çocukluk yıllarımdan hatırladığım birkaç kelimesi...

    ...Yüzün hep gülsün bebeğim, gülen yüzün solmasın
    ...Sen koru yüreğini kimseler dokunmasın
    ...Sakın üzgün görünme bebeğim. gören mutsuz sanmasın
    ...Koru tatlı canını, kimse hırpalamasın
    ...İyilikten yana ol bebeğim, haksızlık uğramasın
    ...Kötülerden uzak dur, sakın canın yanmasın
    ...Sen içini temiz tut bebeğim
    ...Kötüler Allah? a kalsın...

    ----------Bütün bunlar aklıma düştükçe, yüzüm al al oluyor, kızarıyorum. Sonra içime bir rahatlık düşüyor. Kendimden bahsetmiyorum evvel zaman içinde gördüğüm bir çocuk size anlattığım. Gizli gizli üzülen. Duvarları kerpiçten örülü, odası kireç badanalı, toprak kokulu bir evde, yaşanamamış çocukluğunun ifadesiydi süzülen.

    ...Ah ah.... Avuçlarımın arasından kayıp giden toprak kokulu anılarım
    ...Ve anılarımdan çıkmayan çocukluğum.
    ...Elveda hepinize.
    ...Elveda çocukluğum...


    Müsade Özdemir
     

Sayfayı Paylaş