TAŞA TOHUM EKMEK

Konu, 'Yazılar, Makaleler, Araştırmalar' kısmında prkacin tarafından paylaşıldı.

  1. prkacin

    prkacin Super Moderator

    [​IMG]

    1. Hititlerin Kökenleri Sorunu
    Anadolu Yarımadası?nın bugün için bilinen en eski adı "Hatti Ülkesi" olarak geçer.. İlk defa Mezopotamya yazılı kaynaklarında, Akkad Sülalesi döneminde (M.Ö. 2350-2150) kullanı­lan bu adlandırma, 7. yüzyıl Asur yıllıklarında da yer aldığı haliyle, M.Ö. 630 tarihlerine kadar süregelmiştir. Bu Anadolu?nun en aşağı 1700 yıl boyunca Hatti Ülkesi olarak bilinmesi anlamına gelmektedir. M.Ö. 2000 tarihlerinden itibaren Anadolu'yu istila et­meye başlayan Hind-Avrupalı "Hititler" bile yeni yurtlarından söz ederlerken Hatti Ülkesi deyimini kullanmışlar ve bu yüzden Hattuşa (Boğazköy) tabletlerini ilk okuyan filologlar hep bu tabire rastladıkları için bambaşka bir dil konuşan bu yeni kavim için de Hatti adını kullandılar. Oysa sonradan aynı tabletlerden öğrenildiğine göre söz konusu Hind-Avrupalı halk kendini Nesice konuşan Nesi'liler olarak anıyordu. Nesi'li olarak adlandıranlar Hind-Avrupalı boyların sadece Orta Anadolu'da oturan bölümüdür. Diğer bazı Hind-Avrupalı boylar ise Luwi'ler ve Pala'lar adı ile bilinmektedir.[1]


    Hind-Avrupalı Hititler din, mitoloji, töre ve örf bakımından büyük ölçüde Hatti etkisin­de kalmıştır. Hitit Pantheonu'nun başlıca tanrıları Hatti dininden alınma idi. Hattice adı Wuruşemu olan Hititlerin Güneş Tanrıçası, onun kocası Fırtına Tanrısı, çocukları, yani Nerik ve Zipplanda'nın fırtına tanrıları, kızları Mezullaş ve torunları Zentuhiş Hatti kökenlidir. Hitit tanrısı Telepinuş ve eşi Hatepinuş da Hattilerden gelmedir. Bir anlamda Hititlerin İlluyanka ve Telepinuş efsaneleri de aslında Hatti uygarlığının ürünleri sayılmaktadır bu nedenle.


    Öte yandan Hattiler?in dili hakkında pek az bilgimiz bulunmaktadır. Hattuşa'nın M.Ö. 14. ve 13. yüzyıllarına ait ibadet konuları üzerindeki tabletlerinden öğrendiğimize göre Hitit rahipleri dinsel tören­leri yönetirlerken arada bir kendi dillerinden olmayan alıntılar okuyorlardı. Çevrileri satır­lar arasında verilen bu deyişlerden önce "rahip şimdi Hattili (yani Hattice) konuşuyor" açıklamasına yer verilmektedir. Bu tür alıntılardan başka ayrıca dağ, nehir, kent, tanrı adla­rından, bazı dinsel ve mitolojik konulu metinlerden de Hatti dili kalıntıları elde edilmiştir.[2]

    Geç Hitit Anadolu sanatında görül­düğü üzere boğa en büyük tanrı olan Gök tanrısının, geyik ise bazı örneklerde ana tanrı­nın (Hind-Avrupalı Hellenlerde Artemis'in) simgesi idiler. Güneş kurslarının ortasında duran boğa, geyik ve aslan çeşidi hayvanlar da theriomorfik (hayvan bi­çimli) tanrıların sembolleridirler. İnsanoğlu ilk önceleri gökten düşen meteor­lara ve daha başka fetişlere daha sonra da güçlü olan ya da kutsal olduklarını sandıkları hayvanlara tapmıştır. Demek oluyor ki Alacahöyük alemlerinde ve "güneş kurslarında görülen hayvan heykelcikleri, tanrıları tasvir etmektedir. Böyle ol­duğuna göre bu eserlerin; yani alemler ve güneş kurslarının Hatti uygarlığına yabancı, hâlâ hayvan şekilli tanrılara tapan ilkel bir topluluğa yani Hind-Avrupalı Hititlere ait olması gerekir. Çünkü yukarda gördüğümüz gibi Hatti'ler bu ilkel inanç dönemini aşmışlar ve anthropomorf yani insan şekilli






    oldukları şüphesiz olan ve hepsinin özel bir adı olan erkek ve kadın tanrılara tapmaya yönelmişlerdir.Alacahöyük güneş kurslarının hayvan şekilli tanrıları ve onlarla birlikte evreni (kâinatı) taşıdıkları anlaşılmaktadır. Bu kurslar evrenin canlandırılmasının sembolik düzeneğidir. Bu nedenle Anadolu'da ikinci bin boyunca egemen olan ve kendilerini "ben güneş" deyimi ile adlandıran Hitit krallarının güneş anlamına gelen hiyerogliflerinde etrafında bir ışın sırası ile süslü bir çember yer alır.
    Bu alemlerde boğalar en büyük tanrıyı (gök tanrısını) geyikler ise tanrı anayı temsil etmekteydiler. Rahipler dinsel törenler sırasında bir sopanın ucuna taktıkları bu simgeleri geçit alayının önünde taşıyorlardı.[1]

    Alacahöyük güneş kurslarının hayvan şekilli tanrıları ve onlarla birlikte evreni (kâinatı) taşıdıkları şüphesizdir. Bunlardan bir tanesinde bir çift boğa boynuzu üstünde türü pek belli olmayan bir hayvan heykelciğinin etrafını çeviren çelenkten ışınlar çıkmakta olup, alemin toptan görünüşü, güneşi-bu kursların Mısır kökenli olduklarını vurgulamakta yarar var- andırmaktadır? Alacahöyük, Horoztepe ve Mahmatlar'da gün yüzüne çıkarılan eserlerde saptadığımız dört önemli özellik;
    1) Güneş kurslarının Anadolu'da birden görünmesi,


    2) Hayvanlara tapma âdeti,


    3) Hayvan heykelciklerinin Maikop hayvan tasvirlerini andırma­sı,


    4) Mezar ve gömme biçiminin Maikop, Miken ve Fryg uygarlıklarındaki gibi olması, on­ların Hind-Avrupalı Hitit'lere ait olduklarını açığa vurmaktadır.


    Böyle olduğuna göre adı geçen eserlerin Anadolu'ya göç eden ilk Hitit boyları tarafından aşağı yukarı M.0. 2100-2000 tarihlerinde yerli Hatti sanatçılara, kendi çizdikleri bir program çerçevesinde yaptırdıkları dikkat çekmektedir. Ayrıca Maikop eserleri ile olan benzerlikler, Hititlerin Anadolu'ya Kafkas­ya yoluyla geldiklerine dair kanıyı yükseltmektedir. Öte yandan aynı eserlerin belirgin bir biçimde Hatti sanatı üslubunda olması doğaldır. Çünkü yukarda yeterince dile getirildiği üzere Hititler Anadolu'ya ilk geldiklerinde ilkel bir durumda idiler ve bu nedenle Hatti'lerden din, mitoloji, edebiyat bakımından büyük ölçüde etkilenmişler, onların tanrı, dağ, nehir ve kent adlarını aynen almışlar, hatta kendilerine yurt edindikleri ülkenin Hattice adını bile değiştirmemişlerdir. Hititler, Hattilerden aldıkları zengin kültür mirası ile dünya tarihinin en ilginç ve özgün uygarlıkla­rından birine damgalarını vurmuşlardır.


    Alacahöyük'te meydana çıkarılan krallara ve mensuplarına ait mezarlar toprak içine kazılmış çukurlardan oluşmaktadır. Ölü "Hocker" duruşunda sağ yanı üzerinde ve yüzü güneye, ayakları ise doğuya yönelmiş olarak yatmaktadır. Cesetler ölü giysileri ve çok zengin armağan­larla birlikte gömülmüşlerdir. Ölünün ve armağanların yerleştirilmesinden sonra, toprak çukurunun dört bir yanı taşlarla çevrilmekte ve mezarın üstü enlemesine vaziyette odun­larla kapatılmakta, onların üstü de bol miktarda toprakla örtülmektedir. Ölü gömme geleneği olarak, mezar bu biçim­de kapatıldıktan sonra bir ölü yemeği yeniyor ve kurbanlık hayvanların kemikleri mezar yığının üstüne düzgün bir sıra ile yerleştiriliyordu. Hocker duruşu, Hind-Avrupa kökenli Maikop, Myken ve Fryg uygarlıklarında da görülmektedir.[2]


    Hitit uygulamalarının öyle kısa sürede oturmadığını biliyoruz. Kendi kültür uygarlıklarını oluşturmaları için bu yüzyılda beklenenden daha uzun bir zaman dilimi gerekmiştir. Bu nedenle birçok Hind-Avrupalı prensin, sonraki dönemlerde olduğu gibi bu süreç içinde de politik nedenlerle kendilerine Hattice ve Hurrice ad takmaları kimin yerli kimin göçmen olduğunu ayırd etmemizi zorlaştırmaktadır. Ancak en geç 1600 yılla­rında kurulan Eski Hitit Krallığının Hititlerden oluşması aşağı yukarı 250 yıl süregelen egemenlik savaşlarında Hind-Avrupa prenslerinin yerli beyleri alt ettiklerini ve Anado­lu'yu ellerine geçirmiş olduklarını anlatmaktadır. İsimlerden yola çıkarak bu ayrımı oluşturma çabalarımız az da olsa çözüm üretmekle birlikte tüm kuşkularımızı tüketmiş durumda değildir. Örneğin, Amuvanda sözcüğü de Tut­haliya sözcüğü gibi Hattice'dir ve her ikisi de birer kutsal dağın adıdır. Buna karşılık an­ne ve kızının adı Hurrice olduğu gibi bundan sonra gelen kraliçelerin hemen hepsi Hurri adı taşımaktadırlar. Hititler başta olmak üzere Anadolu uygarlıkları çalışan E. Akurgal, bu davranışın Hititlerin yerlilerle kaynaşma politikaları olarak değerlendirilmesine taraftardır. Bu ihtimal olduğuna dikkat çekerek- kraliçelerden büyük bir bölümü gerçekten Hurrilidirler. Ancak krallar için Hattili kökenden gelme ihtimali söz konusu olmasa gerektir. Çünkü Hi­titler Hattice adlar alarak bu sorunu yeterince çözmüş oluyorlardı. Üçüncü bin­de Hititlerin gelişinden önce Orta Anadolu'da Hatti'lerin. Güneydoğu Anadolu'da ise Hurrilerin yerli halk olarak egemen olduklarını ve Hitit devletinin kurulmasından sonra da nü­fus yoğunluğunun bu iki yerli kavim tarafından oluşturulduğu ve ayrıca Eski Krallık döneminde de Hattilerle iyi geçinme politikaları inşa ettikleri fikrindedir. [3]



    Hititlerin ve istila ettikleri topraklarda yaşayan diğer halkların -nereden geldikleri- hala yanıt beklemektedir. Hint-Avrupa dillerinin özgün "anayurdu" konusundaki veriler, ağırlıkla Anadolu'da bir konuma işaret etmez. Bu da, Hint-Avrupa kavimlerinin Anadolu'ya bir tarihte dışarıdan gelmiş olduklarını gösterir. Peki ama nereden? Ve ne zaman? Genel kanıya göre, ilk soruyla ilgili dilbilimsel kanıtlar Hint-Avrupa "anayurdu" için aşağı Tuna'dan Karadeniz'in kuzey kıyısı boyunca Kafkasların kuzey eteklerine kadar uzanan yöreye işaret etmektedir. (Bu yörenin, Kurgan olarak bilinen arkeolojik kültürle akla yatkın bir bağlantısı kurulmaktadır. Bu kültürün taşıyıcıları ilkin Avrasya bozkırlarından yayılıp, beşinci bin yıl sonlarına doğru Karadeniz kıyılarına ulaşmış ve üçüncü bin yıla gelindiğinde Baltık'tan Ege'ye kadar Avrupa topraklarına yayılmıştı. En tipik özelliği, çoğunlukla zengin gömüt armağanları içeren ev tipi mezarları örten tümülüsler ?kurganlar- dır. Eğer bu yaklaşım doğruysa, Hint-Avrupa boylarının Anadolu'ya kuzeyden gelmiş oldukları anlaşılır. Çözümlenmesi gereken sorun, Boğazlar yoluyla kuzeybatıdan mı yoksa Kafkas geçitleri üzerinden kuzeydoğudan mı geldikleridir. [4] ?


    Hititleri ya da çağdaşlarını fiziksel görünümleri açısından tanımlayamayacağımızı öncelikle vurgulamalıyız. Kafataslarının biçiminde ya da derilerinin, gözlerinin, saçlarının renginde "Hititler'e özgü" olarak nitelenebilecek bir özellik yoktur. Politik ve kronolojik açıdan tanımlama çok daha kolaydır. Hititler, Arzavalılar ve diğer halklar, ikinci binyıl Anadolusu?nda komşu toprakları işgal etmiştir? Ne var ki, tanımımızı bu biçimde sınırlandırmak, Hititler ve çağdaşlarıyla ilgili bildiklerimizin çok önemli bir boyutunu, yani dillerini göz ardı etmek olacaktır. Dili bir araç olarak kullanırsak, Hititliyi Hitit dilini konuşan, Arzavalıyı Arzava dili Luviceyi konuşan (ya da yazan) olarak ta­nımlayabiliriz. İkinci binyılda Anadolu'nun birbiriyle yakından ilintili (ve daha da önemlisi, İngilizce de dahil birçok modern dilin üyesi olduğu) Hint-Avrupa ailesinden gelen dilleri konuşanlar tarafından işgal edildiği düşünülürse, çok daha geniş bir araştırma alanı açılır. Dilbilimsel kanıtlar, bir dereceye kadar arkeolojik kanıtlara bağlanabilir ve bu yolla, Hititlerin ve Arzavalıların (yani Hitit ve Luvi dilini konuşanların, daha doğrusu proto-Anadolulu olarak adlandırılabilecek bir önceki atalarının) geçmişini, varlıklarına dair yazılı kanıtlardan çok daha geriye, önceki binyıla kadar izlemeyi umabiliriz.[5]


    Yaşadığımız toprakların ilk halklarına ulaşmanın araçları elbette çok yönlü olmalıdır. Ancak kaynakların daha çok Hititlerde başlaması bu sorunun yanıtını doğal olarak çapraşıklaştırmaktadır. Bu nedenle Özellikle tartışmalarımıza konu olan alanların kavramlarına yönelmek bizi bazı konularda daha çok aydınlatacak veya yeniden düşünmemizin önünü açacaktır.


    Aleviliğin tartışma süreci etno-arkeolojik bir alana gerçekten ihtiyaç duymaktadır. Bu Cumhuriyet üniversitelerinde de, genel yayın dünyasında da ihmal edilen bir alan olmuştur. Alevi yaşam alanının Cumhuriyet?le kabuk değiştirmesi beklenen haline karşın geleneksel sürdürümünde ısrarı, onun evrensel duruşudur. Bu duruşu oluşturan yapılanma gerçekten Aleviliğin kadim varlığını besleyen uygarlıklar, mitolojiler ve estetik algılayışı ve dünya felsefelerine duyduğu ilgi midir. Bu ilgi hangi noktalarda tartışılabilir veya kabul edilebilir. Bunun için doğal olarak öncelikle Aleviliğe girdiği düşünülen kurumsal ve sembolik alana ve yapılanmaya yönelmek durumundayız. Luviler ve Hititler bu yönüyle en çok parlatılan ve tartışılan özelliklere sahipler. Ancak bu tartışmalar ne yazık ki bu toplulukların yaşam ve iktidar ilişkisinden koparılarak, mitolojilerinin anlam ve sembolleri, yeni bir düşünceyle beslenmekte ve ilk anlam ve kurgusundan bağımsız düşünülmeye çalışılmaktadır. Bir toplumu tarihsel ve felsefi yapılanmasından koparmak ve düşünce sistematiğini yeniden düşünmek olarak algılanamaz bu. Daha çok beslenme kaynaklarının ?biçim? ve ?öz? noktasında tüketilmesi anlamına gelir.


    1. Hitit Dini Yapısı


    Hititlerin düşüncesine göre tanrılar insan yapısında ve görünümündedir. Onlar insanlar gibi doğarlar, yerler içerler, büyürler, evlenirler, çocukları olurdu. İnsanlardan yegane farkları ölümsüz oluşlarıdır. Doğal olayların ve insanların başına gelen felaketlerin ya da başarıların ve mutlulukların arkasında hep tanrıların parmağı vardır. Başarıya ve mutluluğa erişmenin yolları tanrıları memnun etmekten geçer. İnsanların kendileri için özledikleri en güzel şeyleri tanrılara sunmaları gerekiyordu. Tanrılar yiyeceklerin ve içeceklerin en iyisine, en temizine ve en tazesine layıktılar. Tanrıların heykellerine, altar'larına ya da diğer kutsal nesnelerine çeşitli kurbanlar ve şarap ile diğer keyif verici içkiler sunmak onları hoşnut etmenin en kestirme yollarından biridir. Tanrılara içki sunarken gerek form gerekse kalite bakımından en güzel kaplar kullanılır. Hititlerin düşüncesine göre tanrılara karşı görevi ihmal büyük felaketlere yol açabilirdi.[6]


    Bu onların dinsel yapılanmasında, iktidar yapılanmasının da nasıl olduğunu göstermektedir.
    Hitit dininde, ?dışarıdan bakan birine çelişkili ve anlamsız gelebilecek bir törenler ve benzer tanrılar karmaşası olarak çıkar ortaya. Kökleri Neolitik döneme dek gider; altıncı ve ikinci binyıl arasındaki sayısız ekleme ve değişiklikler, Hitit din adamlarının bile "resmi" bir kült ve panteon olarak düzenlemekte zorluk çektiği karmaşık bir bileşimle sonuçlanmıştır. Bu devlet düzenlemesinin ardında, imparatorluğun inanç dünyasını bütünleştirmek için kısmen kaynaştırılmış, yerli ve yabancı birçok farklı öğenin izini görebiliriz.



    Anadolu'nun en eski dini, tıpkı dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi, temelde insanoğluyla doğanın büyük güçleri arasındaki etkileşime dayanmaktaydı. Doğal güçlerin en önemlisi kuşkusuz ki yaşam veren, her şeyin anası olan topraktı. Toprak anayı gebe bırakacak olan, suyun bereketiyle ilişkili eşi de ikincil önemde bir tanrıydı. Bu güçler ve daha niceleri, toplumun esenliği ve sürekliliği için temel öneme sahipti; hem bireyin hem de toplumun düzenli olarak, uygun dinsel etkinliklerle onların onayını alması ve koruması gerekiyordu. Böylece, her köyün kendine ait koruyucu tanrıları, kült merkezi, mitolojisi ve temelde tarım evreleriyle bağlantılı şenlikleri oluşmuştu. Ayrıca her köyde, belirli afetleri etkisizleştirmek ve belirli amaçlara ulaşmak için çeşitli ayinler yapan büyücüler ve şifacılar da vardı.


    Hitit devletinin federal düzende olması, onun din konusunda hoşgörülü bir davranışta bulunmasını gerekli kılmıştır. Hititler Anadolu'da daha sonra Hellen ve Roma Çağları?nda gördüğümüz synkretism yöntemine yani yabancı dinleri birbirleriyle kaynaşÂ­tırma tutumuna başvurarak inanç dünyasını federatif bir anlayış içerisinde bütünlüğe ulaştırmanın yolunu bulmuştur.


    Hititler tabletlerde sık sık "Hatti Ülkesinin Bin Tanrısı"ndan söz ederler. Metinlerdeki uzun tanrı listeleri göz önünde tutulursa, bu deyişin pek abartılı olmadığı söylenebilir. Gerçekten Büyük Krallık Dönemi?nde daha sonraki Anadolu'nun Roma Çağı'nda olduğu gibi aşırı bir çok-tanrılık ?politheism- egemendir. Ancak her beylikte değişik bir epithet (lakap = tanımlama) taşıyan bu tanrılar, özünde birkaç tanrı tipinin yerel çeşitlemeleridir­ler. Bunun gibi Hatti, Luvi, Pala, Hurri ve Mezopotamya kökenli tanrılar bile başka başka adlarla anılmalarına rağmen birbirlerine koşut (paralel) tiplerden oluşmaktadırlar.


    Örne­ğin Gök Tanrısı (Teşup) ile Hepat ve İştar gibi tanrıçalar birçok yörede değişik yerel tipler gösterdikleri halde, özünde aynı erkek ve kadın tanrıdan gelmektedirler. Nitekim metinlerde "bütün gök tanrıları", "bütün Hepat'lar" ya da "bütün Iştar'lar" gibi deyimler bu ger­çeği açığa vurmaktadır. Bu hoşgörülü davranış Hitit halkına küçük topluluklar üzerindeki egemenliklerini sürdürmelerini sağlıyordu. Yani din politikasında sadece hoşgörüye ve krallık çıkarlarına dayalı bir yol izleniyordu. Ancak bu çıkarcı yaklaşım so­nunda Hitit dininin III. Hattuşili (1275-1250) dönemlerinde Hurrileşmesine neden oldu. Gerçekten Yazılıkaya açık hava tapınağındaki tanrılar? Hurri dininde adlandırılmışlardır.[7]



    Hititlerin dinsel ve dünyevi metinlerinde kesin olarak sapta­yabileceğimiz en erken unsur Hatti etkisidir. "Arinna'nın Güneş Tan­rıçası" -daha çok bir yeraltı tanrıçası-, "Hava Tanrısı" Taru -daha çok bir su tanrısı-, "Güneş Tanrısı" Estan, "Savaş Tanrısı" Wurunkatte, "Taht Tanrıçası" Halmasuit, "Hattuşa Dahisi" İnara, "Kaybolan Tanrı" Telepinu ve önemli önemsiz pek çok tanrı, Hattilere aitti. Bu tanrılar, ikinci binyıl inanç sisteminin temelini oluşturan Hitit öncesi yerel panteondan varlıklarını sürdürenlerdi?[8]


    Hitit panteonunda bu tanrısal yapılanmanın, heykel ve heykelciklere dayanılarak, Ana Tanrıça'nın en üstün kutsal varlık olduğu kanısı öne sürülebilir.



    Öte yandan geleneksel köy yaşamındaki en önemli bireyler, bir yönetim heyeti oluşturan ve muhtemelen topluluktaki ailelerin kıdemli bireylerinden oluşan Yaşlılar'dı. Aileler ataerkil yapıdaydı ve babanın güçlü bir otoritesi vardı. Kızlarını müstakbel kocalarına "vermek"le kalmıyor, oğlunu öldürdüğü bir aileye oğul da verebiliyordu. Ancak kadınlar yalnızca kocalarının mülkiyeti olarak görülmezdi; anlaşıldığı kadarıyla, daha bağımsız bir konuma özgü bazı haklara sahiptiler. Örneğin bir köleyle evlenen özgür doğmuş bir kadın, özgür kadın olarak toplumdaki yerini koruya­biliyordu. Kadınlar, kızlarının evliliği konusunda en azından söz hakkına sahipti ve belirli durumlarda -bunun yeterince belirli olmadığını itiraf etmek gerek- oğullarını reddedebiliyor, hatta kocalarını boşayabiliyorlardı. Olağan evlilik anlayışı, bir adamın kadını "alması" ve onunla "yuva kurup çocuk yapması" şeklindeydi -bu ifade tarzı, toplumsal birimin genişletilmiş aile değil çekirdek aile olduğunu düşündürür ve arkeolojik kanıtlara da uygundur-; buna karşın bazı durumlarda kadının evlilikten sonra babasının evinde kalması da mümkündü. Öte yandan, kocası ölen kadının, kocasının erkek kardeşi, babası ya da hayatta kalan erkek akrabası ile evlenmesi töresi, yalnızca erkek üstünlüğünün kabul gördüğü topluluklarda benimsenebilir? Hitit toplumunda köleliğin kesinlikle var olduğunu belirtmek gerekir. Yine de nüfusun ne kadarının kölelerden oluştuğunu ya da ?varsa- köy ekonomisindeki rollerini belirlemek neredeyse olanaksızdır. İmparatorluk döneminde köleler, sahibinin malı durumundaydı; öl dediği yerde ölmek, kal dediği yerde kalmak zorundaydı. Eski Krallık döneminde ise, Yasa Kitabı'ndan -tablet­lerinden- anlaşıldığı kadarıyla kölelerin yasal hakları vardı ve mülk sahibi olabiliyorlardı. Büyük olasılıkla zenginlere hizmetkarlık yapıyorlardı.


    Aristokra­sinin diğer üyeleri, saray bölümlerindeki yöneticilik işlevlerine ek olarak savaşçılık özelliğine de sahipti ve toplu olarak "savaşan adamlar ve kralın hizmetkarları" olarak anılıyorlardı. Bunların hepsi birleşerek soylular meclisi ?panku'yu oluşturuyorlardı. Temelde yargı görevi gören bu meclisin üyeleri, emsallerince yargılanma hakkına sahipti. Kral bile yargı önüne çıkarılmakla yükümlüydü ama bunun fiilen uygulandığına ilişkin kanıtımız yok. Ayrıca, onay ya da veto beklentisi olmasa bile, veliaht seçimini bildirmek için I. Hattuşili'nin bu meclisi topladığını biliyoruz.

    Kralla yakından bağlantılı bir diğer güçlü yetkili de egemen kraliçe (tavananna) idi; bu unvana yalnızca kralın eşi olduğu için sahip değildi. Kocasının ölümünden sonra da yetkilerini koruyor ve genellikle ülke yönetiminde rol alıyordu. Bu kurum, sonradan Hint-Avrupa krallık sistemiyle birleşen özgün Anadolu anaerkinin kalıntısı olarak görülmüştür ama bu konuda somut kanıt yoktur. Büyük olasılıkla kraliçe, öncelikle dini görevleri yüzünden konumunu koruyordu. Gücünü, kapalı kraliyet ailesi içinde kardeş evliliği sisteminden alması da mümkündür. Ancak yine, bu doğru olsa bile, Hitit krallığının ortaya çıkmasından çok daha önce geçerliliğini yitirmiş olmalıdır. Eski Hitit döneminde tavananna?ların kral eşi olmadığı da öne sürülmüştür ama genelde kanıtlar bu görüşü desteklemez.[9] 2. Hititlerde Devlet -Din İlişkisi
    Hitit panteonunda dinsellikten öte, tanrıların birlikteliği ve onlar arasındaki hiyerarşi önemlidir. Her kentte oluşmuş olan tapınak yapılanması başkente doğru bir hiyerarşiye doğru yönelmiştir. Boğazköy'ün daha görkemli dini yapılarına döndüğümüzde, Hitit emperyalizminin en etkileyici anıtlarından bazılarıyla yüz yüze geliriz. Hitit gücünün yükselmesiyle birlikte, eskiden küçük tarım topluluklarının koruyucuları olan tanrılar, hızla kendilerini sarayın ve büyük bir imparatorluğun bekçileri konumunda buldular. Ancak temel özellikleri ve insanoğluyla ilişkileri değişmedi. Hititlerin gözünde tanrılar efendiydi; insanın amacı, tıpkı hizmetkarın efendisine yaptığı gibi, onlara hizmet etmekti. Karşılığında tanrı, iyi bir efendi gibi, hastalık, kıtlık ve düşman saldırılarına karşı koruma sağlar ve dinsel görevini ihmal eden kötü hizmetkarı da cezalandırırdı.


    Böylece Hitit toprakları genişledikçe, kralın omuzlarına binen yük de artmaktaydı. Tanrıların en önemli hizmetkarı olarak ülkesindeki tüm tanrıları gözetmekle sorumluydu; dolayısıyla da imparatorluğu bir bütün olarak tutma konusunda kilit öneme sahipti. Kralın öncelikli görevi tanrıları hoş tutmaktı; bu amaçla şenlik zamanı gelen tanrının tapınağını ziyaret etmek ve erdemli bir kişiliğe sahip olmak zorundaydı. Bir şekilde hizmette kusur ederse tanrılar öfkeye kapılırdı; bu öfkenin nedenini bulmak, kusurunu düzeltmek ve af dilemek de yine kralın boynunun borcuydu. Böyle durumlarda tam olarak ne kusur işlendiğini bulmak zordu, çünkü her ne kadar tanrılar insan biçiminde olsalar da, kusurun niteliğini açıklamak için kullarının karşısına çıkmıyorlardı. Ara sıra vecde gelen bir esriğin ağzından konuştukları olurdu; sıkça da rüyada mesaj iletirlerdi ama kusurun niteliğini keşfetme işi çoğu zaman kehanete kalırdı. Kurban bağırsaklarını incelemek, kuşların uçuşunu izlemek ya da ayrıntıları bilinmeyen bir tür piyango yoluyla. İşe, "Tanrının öfkesinin nedeni şunlar şunlar mıdır?" diye sorarak başlanır ve kahinler belirtilerden uygun bir yanıt alana dek, olası kusurlar bir bir sayılıp dökülürdü. Tanrının gazabının nedeni keşfedildiğinde, duacı artık tanrısına doğrudan seslenebilirdi; Hitit krallarını -ve kraliçelerle prensleri- insani sorunlarla boğuşan ve onlara çözüm arayan bireyler olarak en açık biçimde dualarında/yakarışlarında görürüz.


    Örneğin, II. Murşili her işten önce Arinna kentinin güneş tanrıçasının adına bir dinsel tören düzenlemeyi gerekli buldu. Çünkü babası Şuppiluliuma'nın son Mitanni seferinden beri bu ödev yerine getirilememişti. II. Murşili (M.Ö. 1345-1315) bunun için şöyle bir kitabe hazırlatır: "Ben, majeste, babamın tahtına oturduğumda çevredeki bütün düşmanlar benimle savaşa giriştiler. Ancak ben hiç bir düşman ülkesine karşı sefere çıkmadan önce Arinna kentinin Güneş Tanrıçası ile ilgili bayram törenlerini düzenledim... ve ona seslendim: 'Arinna'nın Güneş Tanrıçası!, benim sahibem (efendim), benim yanıma aşağıya gel ve be­ni tahkir eden ve beni küçük gören ve senin topraklarını her fırsatta almak isteyen çevredeki düşman ülkeleri yok et." ve Arinna'nın Güneş Tanrıçası sözümü duydu ve bana gel­di. O zaman, babamın tahtına oturur oturmaz, çevredeki bu düşman ülkeleri 10 yılda yendim ve onları yere vurdum."[10]

    Ancak hükümdarın görevleri, kişisel dualardan çok ortak ayinlerle ilgiliydi ve Büyük Kral olarak görevlerinin yerine getirilmesi için uygun bir ortam gerekiyordu. Bu ortam, aşağı şehirde göze çarpan bir konuma kurulu büyük bir tapınak kompleksi olan Boğazköy?deki merkezi tapınaktır. Tapınağın arkası personelinin evleriyle doluydu. Bazı evler daha önemli görevlilere ait müstakil binalar durumundaydı.
    Merkezi tapınağın kenarlarına depo odaları, üzerlerine eklenen ikinci katla, asıl tapınağın çevresini kuşatan kaldırım taşı döşeli adetâ kapalı bir alan oluşturuyordu. [11]

    Genellikle "kahin" ya da "kuşçu" olarak nitelenen rahipler ve "yaşlı kadın" olarak anılan rahibeler, bu tür törenlerden sorumluydu ve etkinliklerin çoğu, duacının evinde ya da açık havada gerçekleşirdi. Bu bağlamda yeraltı suyu kaynakları olarak pınarlar özellikle önemliydi. Kadınlara atfedilen bu kültlerin önemi ve su kaynaklarının geçitlerine veya belirleyici yönlerine yapılan heykel ve rolyefler de bu amacı perçinlemektedir. Ama bu yapılanma içinde bulunan kutsallıklarda halka ait bir sembolleştirme bulunmamaktadır. Kutsallık halktan uzaktır çünkü. Bu noktalara halkın oraya ayak basması veya tapınmak için gitmesi söz konusu bile olmayabilir. Öte yandan Hitit tapınaklarının en iç kısmındaki kült odası avludan kolayca erişilebilir hatta görülebilir durumda değildi, içeride olup bitenler, yalnızca seçkin bir azınlığı ilgilendiriyordu ve tanrı heykeli, tapınmak için dışarıda toplananların gözünden uzakta tutulmaktaydı. Kült odalarının, daha doğrusu tapınak odalarının çoğunun, iç avludan değil dış duvarlardaki pencerelerden ışık aldığını da belirtmeliyiz. Tapınaklarda dinsel hizmetlerde bir anlamda krallığın hizmetindedir. Halk buradaki kararlarda yer almadığı gibi, bu kararların ritüellerini de bilmezdi. Tapınak, büyük şenliklere ev sahipliği yapmakla kalmayıp yıl boyunca tanrıyı da ağırlardı, içinde tanrının yemek ve yatak odası vardı, ayrıca her türlü gereksinimini karşılamak üzere emrine amade bir tapınak hizmetkarları ordusu bulunuyordu. Bu hizmetkarların en azından bazıları tapınağın arkasındaki evlerde oturuyor, bazıları da kasabanın yerleşim alanında yaşıyor.


    Önemli Hitit şenliklerinin çoğu tapınak alanında gerçekleşmiş olmalı. Bunlar, büyük ölçüde kült odasının farklı bölümlerinde gerçekleşen törensel yıkanmalar, kurban adakları ve sıvı sunulardan oluşuyordu. Kült nesneleri arasında güneş ve ay kursları, değerli madenlerden kaplar ve genellikle boğa ya da diğer hayvanlar biçiminde seramik kaplar (rilonlar) yer alıyordu. Yalnızca kült heykeli değil, kral tahtı ve tapınak binasının bölümleri de kutsal sayılıyordu; yontulu özel bir kaide üzerine dik yerleştirilen bir stel olarak tanımlayabileceğimiz huvaşi taşları da önemli bir role sahipti. Muhtemelen avluda, sık sık büyük toplantılar düzenlenir, genellikle şarkıcılar ve çalgıcılar eşliğinde kral, muhafızları, rahipler, ileri gelenler ve tapınak hizmetkarlarından oluşan alaylar sürekli geçit yapardı. [12]

    Halk ihtimal ki bu kutsanma ve şenliğin seyircisi durumunda olabiliyordu.
    Hitit kabartmalarında yer alan bazı sembol ve imgeler son dönemlerde Aleviliğin simge ve yapılanmasında gösterge olarak kullanılmaktadır. Ancak bu simgeler günümüze taşınırken nitelikleri ile değil de, yan anlamları açısından işlenmektedir. Örneğin: IV. Tuthaliya'nın (M.Ö. 1250-1220) boynuzlu tanrı külahı taşıması? doğulu bir dün­ya görüşünün Hitit ülkesine yerleştiğini yani artık Hititlerin de Ortadoğu ülkelerinde görül­düğü üzere krallarını yaşamları boyunca tanrı saymalarını açığa vurmakta olduğuna gösterge olarak dikkate değer. Ancak çoğu insan, Hitit krallığının semboller dahil yapılanmasını bilmediği veya yeterince ayrıntısı ile ilgilenmediği için nitelik tartışmasında önü almaz öngörü ve yeni tanımlamalar ile kuşkular doğmaktadır.



    [​IMG]
    Şekil: 1 - Ugarit. Kral IV. Tuthaliya'ya (M.Ö. 1250-1220) ait mühür baskısı.


    Tanrı Şarruma ve Kral Tuthaliya'nın karşısındaki figür sivri külahı ve arkada sürünen uzun etekli elbisesi ile bir tanrıçayı ya da bir kraliçeyi tasvir etmektedir. Ancak sol elinin üstünde üç, altında ise iki kez yinelenmiş olarak görülen ve karşılıklı bir çift yarım elipsten oluşan işaret tanrı anlamına gelir ve hem erkek hem de dişi tanrıyı tanımlamak için kulla­nılır. Krallık simgesi olan kanatlı güneşin hemen altında yer alan arma biçimli hiyeroglifleri öteki kral mühürlerinden tanıyoruz. Sağda ve solda birer Büyük Kral işareti, yani uzunlu­ğuna bir üçgen ve tepesinde iki ucu kıvrık bir işaret görüyoruz. Yine simetrik olarak kon­muş olup bir kama ve bir çiçek'ten oluşan işaret de bir krallık simgesi anlamındadır. En orta yerde uzunluğuna bir işaret de bir krallık simgesi anlamındadır. Ortada uzunluğuna bir işaret olup iki yanında birer yarım elipsi bulunan hiyeroglif kutsal dağ olarak okunmak­tadır. Yazılı metinlerden öğrendiğimize göre birer kral adı olan Ammuna, Arnuvanda ve Tuthaliya aslında kutsal dağ adlarıdırlar. Bu kutsal dağ hiyeroglifinin altında gördüğümüz çizme resmi "tu" ya da "du" sesini verir. Böyle olduğuna göre bir kutsal dağ hiyeroglifinin altındaki bu "tu", Tuthaliya adının ilk hecesidir. Bu kutsal dağ simgesi ve "tu" sesi ile Tuthaliya dağının ve böylece kral Tuthaliya'nın kastedilmiş olduğu ortaya çıkmaktadır. [1]


    Ancak arkeolojik verilerle yaşam ilişkisi kültürel olarak sürse de toplumsal yapılanma ve inanç alanındaki kurgusu birbiri ile tutmayan Hitit panteonunda bulunan tanrı sembolleri ile Aleviliğin efsanevi önderlerinden özellikle Hace Bektaş Veli bu anlamda çokça karşılaştırılmaktadır. Hace Bektaş Veli?nin kaybolmuş bir kadim kültür ve inanç formlarını Aleviliğin kaynakları arasında görmesi mümkün ancak bu o sembollerin taşınma formunu değiştirerek yeniden kullanmaktan öte, toptan bir algılayışla reddetme algısı içindedir. Hitit panteonunda bulunana geyik, aslan, panter, yılan, hayat ağacı, Güneş kursu, Ay, dağ, su, besin ve diğer hayvan kült ve sembolleri aynı nitelik üzerinde kurulabilecek özelliklerde düşünülemez. Bu nedenle belirleyici tanrılardan bazılarına bakmakta ve işlevlerine dikkat çekmekte yarar var.


    A. Gök Tanrısı.


    Hititlerde baş tanrı Gök Tanrısıdır. O, baş tanrıça ile birlikte federal Hitit devletinin en önemli birleştirici gücünü oluşturuyordu. Ona hem yerli Hatti ve Hurri halk­ları hem de Anadolu'ya göç eden Hind-Avrupalı Hititler tapıyorlardı. Üstelik o, metinlerde Mezopotamya'lı göğün tanrısı Adad'ın ideogramı ile yazılıyordu. Bu yüzdendir ki onun Hititçe adını öğrenmek bugüne değin mümkün olmamıştır. Sadece "una" hecesi ile son bulduğu bilinmektedir. Hitit metinlerindeki "siu" sözcüğü Yunancadaki Zeus ve Latincedeki Deus'un karşılığıdır. Ancak belirli bir tanrının adı olmayıp Latincede olduğu gibi sa­dece tanrı anlamında kullanılmaktadır. Hiyerogliflerdeki ideogram Tarhunt olarak okun­maktadır. Gök tanrısına Hattiler Taru, Hurriler Teşup, Luviler Data demekteydiler.


    Hitit metinlerinde genellikle "Hatti Ülkesinin Gök tanrısı", "Göğün tanrısı", "Hattuşa'nın Tanrısı", "Sarayın Tanrısı" gibi adlarla anılmaktadır. Ayrıca "Ordunun Gök tanrısı", "Yağmur Gök tanrısı" gibi adlandırmalara da rastlanmaktadır. Bir tanrının hiyeroglif işa­reti ikiye bölünmüş bir elipsten oluşur. Önce söz konusu işaret, sonra gök tanrısı demek isteniyorsa ikiye bölünmüş elipsin altını "W" biçimli yıldırım işareti yazılırdı. İkisi birden Gök tanrısı anlamına gelmektedir. Bu aynı zamanda Yazılıkaya'daki baş tanrıda gördü­ğümüz gibi Hitit ülkesinin gök tanrısı demektir. Hattuşa'nın ya da başka yerin gök tanrısı kastedildiğinde ise, öteki iki işaretin altına bir üçüncü işaret eklemek ge­rekirdi.


    Gök tanrısı metinlerdeki tasvirlerde ve sanat eserlerinde dağlar üzerinde durur. Yazılı kaynaklardan öğrendiğimize göre Hititler dağları kutsal sayıyor ve on­lara tapıyorlardı. Hititlerin Hurilerden aldıkları Hazzi ve Nanni dağ adları, gök tanrısı ile yakın bağlantılı idiler. Hazzi Suriye'de Orontes (Asi) Irmağı'nın denize aktığı yer civarın­daki Romalıların Mons Cassius dedikleri dağdır. Nanni'nin hangi dağ olduğu saptana­mamıştır. Hatti kökenli Tuthaliya, Arnuvanda ve Ammuna da kutsal dağ adları idi ve yu­karıda gördüğümüz gibi bu dağlar krallara ad olmuşlardır. Bir Hitit metnindeki tanrı tasvi­rinde gök tanrısı, kendileri birer dağ tanrısı olan iki erkek figürü üstünde durmaktadır. Ya­zılı kaynaklardaki bu tanımlamayı, aynen Yazılıkaya'da baş sahnede görürüz. Söz konusu dağ tanrılarının giysilerine bakılırsa önden ve yandan tasvir edilmiş üçgenlerden -yani tepelerden- oluştukları görülecektir. Nitekim baş tanrının arkasındaki Hattuşa'nın gök tanrısı ve tanrılaştırılmış kral Tuthaliya, böyle tepeler üzerinde durmaktadırlar. Kral Tuthaliya'nın kartuşunda gördüğümüz figür, baştanrının üzerinde durduğu dağ tanrılarının aynısıdır ve burada kralın adı yerine geçmektedir. Hiyeroglife bakan Hititler burada adı bir dağdan alınmış kralın tasvir edildiğini ve onun altında yer alan çizme biçimli, "Tu" sesini veren işareti görünce de onun Kral Tuthaliya olduğunu anlıyorlardı.


    Gök tanrısının en önemli sembolü boğadır. Hatti bölümünde anlatıldığı üzere boğa Orta Bronz Çağı'nda gök tanrısının kendisi idi. Hatti dini Eski Tunç Çağı'nın theriomorph ya da zoomorph denilen hayvan biçimli tanrı inanışı yerine, insan kılıklı inanca sahipti. Ancak aynı tanrıları kastettiklerini anlatmak için her insan kılıklı tanrıyı, onun hayvan bi­çimli hali üzerinde tasvir ediyorlardı. Bununla birlikte Hitit metinlerinde de Hitit sanat eserlerinde de gök tanrısının boğa üzerinde durmadığı dikkati çekmektedir. Bu durum herhalde boğanın Orta Anadolu'da tek başına gök tanrısını temsil ettiğine işaret etmek­tedir. Nitekim Alaca Höyük'teki bir kabartmada Büyük Kral, eşi kraliçe ile birlik­te hem bir sunak şekilli fetiş (Huvaşitaşı) hem de bir boğa tasviri önünde saygı duruşu yapmaktadır. Yani İ.Ö. 14. yüzyılda yapılmış olan bu kabartmada bile fetişe tapma evresi ile daha sonraki hayvan kılıklı tanrıya tapma evresi hâlâ yaşamaktadır.


    Bunun gibi Yazılıkaya'da Hurri dininden gelme Hurri (gece) ve Şerri (gündüz) adlı boğalar, iki en büyük erkek ve kadın tanrının yanında yer almaktadırlar. Boğazköy Büyükkale'de bulunmuş olan çifte boğalar da şüphe yok ki tapınma konusu olmuşlardır? Boğanın, bütün geçimi tarıma bağlı topluluklarda taşıdığı büyük önem göz önünde tutulursa, onun Hitit Dönemi'nde tapınma konusu olması anlam kazanmaktadır.


    Kabartmalarda çokça önümüze çıkan ve dikkat çeken 12 tanrının adlarına ise yazılı kaynaklarda rastlanmamaktadır. Üstelik bu tanrıların Roma Dönemine kadar yaşadıkları dikkate değerdir. Öte yandan Anadolu anıtsal heykelleri Hititlerde başlamıştır. Bu heykellerde sakal ve bıyık bir arada bulunmakta ancak çoğu figürde sakal, bıyık olmadan yer almaktadır.














    [​IMG]
    Şekil: 2- Sol başta Hattuşaş Gök Tanrısı iki dağ üzerinde, yanında iki tanrı (tanrılaştırılmış dağlar) üzeride bulunan Hava Tanrısı Hepatu, Güneş Tanrıçası Arinna (Hava Tanrısının eşi) panter üzerinde ve diğer tanrı ve tanrıçalar.


    A. Cem Sahnesi Sorunu


    Tartışmalarda en çok dikkat çekilen kurgu kralın başrolü oynadığı, kraliçenin, prenslerin, prenseslerin ve devletin bir çok yüksek rütbeli görevlilerinin katılımı ile gerçekleşen dinsel bayram törenlerinde, merasim alaylarında ve çoğu kez tapınaktaki kült salonunda tanrı heykelinin ya da altarının önünde hayvan kurban etme ve içki sunma (Hititçe sipant-) ve ekmek kırma (Hititçe pars-) ve diğer yiyecekler sunma ya da adorasyon (tapma) sahnelerine şarkı, müzik ve bazen dansla eşlik etmenin büyük önemi vardı. Libasyon ya tanrının ya da altarının önüne içki dökmek (sunmak) ya da bir kaptan içki içerek bir düşünceye göre tanrıyı içine almak ya da onun şerefine içmek (Hititçe ekti-) suretiyle gerçekleşiyordu.


    Bu sahnelerde hangi tanrıya kurban sunuluyor ya da tapılıyorsa o tanrının mensub olduğu etnik grubun dilinde (örneğin Hattice, Lııvvice, Palaca, Nesaca ya da Hurrice) şarkı söylemek adetti. Metinlerde bu dillere ait şarkı sözleri ele geçmiştir. Her bir etnik gruba ait ayrı şarkıcılar vardı. Şarkı ve müzik yalnız bayram törenleri ile sınırlı değildi. Ölü ritüellerinde verilen yemeklerde ve tanrılara kurban ve libasyon sahnelerinde şarkı ve müziğin önemli bir yeri vardı.[1] Hitit krallık panteonunda tanrılara veya yarı tanrılara dair yapılan bu törenlerde yer alan protokol isimler gerçekten Alevi ceminde, meydanında yer alan isimlerin bazılarını veya aynı adlı ritüel kişilerini de kapsar. Bu benzerliğin içinde alınması gereken semboller ve ritüellere vardır elbette. Örneğin Hititlerde uygulanana koç katımı ritüelinin aynı bölgede hala yaşıyor olduğu iddia edilmektedir. Ancak Hitit ve öncesi topluluklarda gerçekleştirilen ritüel ve semboller bununla sınırlı değildir.


    Kutsal evlenme töreni buna önemli bir örnektir. Ancak bu örneklerin o dönemin düşüncesi ile kurgulanması ile yeni bir düşünceye yatak saymak aynı şey olmasa gerekir. Hitit ve öncesi kültürlerde olduğu gibi sonrasındakilerde de kutsal evlilikler vardır. Bu evlilikler dana çok mevsimleri ve sarayı, bir anlamda kutsal kişi ve çevreleri ilgilendirmektedir. Alevilerde de evlilik kutsaldır. Ancak bu kutsallık verilen sözlerle kurulan ilişkinin niteliği ile ilgilidir. Mevsimsel ve ya kölesel mitolojik ilişkileri içinde barındırmaz. Yine Hace Bektaş Veli?nin resimsel tasviri olarak öne çıkan ve çoğunluğumuzun kabul ettiği çalışmada Pir?in giyim tarzı ve yanındaki hayvanlarla temsil edilmesi yaşayan bir gerçek olarak kabul edilmekte ve buna uyumlu olarak da Hitit tanrı panteonunda onunla aynı tasvire sahip tanrıların giyim kuşamını, hayvan ve diğer sembolleri karşılaştırıyoruz. Gerçekte bunun bir tartışma mı yoksa komik bir durum mu olduğunu bile anlamak zorlaşıyor bu karşılaştırmada. Sanki Hace Bektaş Veli?nin gerçekte taşa ve ya herhangi bir deriye vs işlenmiş bir resmi bulunmamakta. Tasvirlerle kendimize yol bulmaya çalışıyoruz. Üstelik Hace Bektaş Veli zamanına ait derviş, sufî, abdal ve ozanların tasvirleri daha çok üç terk olarak bildiğimiz saç sakal ve bıyıktan arınma olarak öne çıkar. Buna rağmen bir ressamın canlandırması olan kişilik bize tarihsel karşılaştırma yapacak kadar karmaşaya yol açacak bir çalışma alanı yaratıyor. Yine Cem kuruluşunda öne çıkan hizmetleri gerçekleştirenlerle Hitit sarayındaki bazı görevlerin aynı ritüel kimliklere taşınması gerçekten de gelenek icadından daha zor bir düğümü çözmek olmalı.

    Düşünsenize;

    1-Arabacı,

    2-Kahya,

    3-Mübaşir,

    4-Silahtar,

    5-Müzisyen -müzisyenler demek daha doğru çünkü kullanılan enstruman sayısı ölçü alınmalı-,

    6-Kuşbaz,

    7-Keçi çobanı,

    8-Dalyan Denetçisi,

    9-Ulak(haberci),

    10-Tahıl Denetçisi,

    11-Mabeyinci,

    12-Kapı Bekçisi olarak sıralanan isimler cemde görevlendirilmiş kimlikler olarak önümüze çıkmakta.

    Dahası da sayı on ikiyi tutturabilmek için sınırlandırılıyor. Karşılaştırmak amacıyla vermek istemezdim ancak dil kökenleri ile birlikte tespit edilebilen Hititçenin bazı kavramları bu anlamda bizi kuşkulara ya daha çok çekecek veya yeni arayışlarla karşılaşmamıza yardımcı olacaktır.


    Hititçede dans etmek için kullanılan verb tarku(wai)- ya da onun iteratif şekli tawisk-tir. Profesyonel dansçı için tarwisgala- sözü kullanılıyordu. Ayrıca sumerogram olarak yazılan HUB.BI, bir tür "köçek" sözü de vardı. LUHUB.BI nin Hititçesi herhalde tarwisgala-olmalıdır.


    Dans ile ilgili diğer bazı terimler de şunlardır:


    piran iya- "öne yürümek"


    nai- "dönmek"


    nanna- "sürmek"


    weh- "dönmek, wahnu- "dönmek, çevirmek"


    Ayrıca Akkadça SÂRU verbi de dans etmek için kullanılıyordu.


    Çivi yazılı metinlerden anladığımıza göre profesyonel dansçılar yanında her türlü görevlinin, meslek sahiplerinin, halktan kişilerin ve çeşitli hayvan maskeli ve maskesiz tapınak personelinin dans ettiğini görüyoruz. Bunlar arasında kraliçe de vardır. Metinlerde profesyonel dansçı olmayan ve çeşitli vesilelerle bayram törenlerinde dans eden kişilerin bir listesini sunuyorum:


    LÛA.ZU "hekim"


    LÛMESALAN.ZÜ "hokkabazlar (?)"


    DUMU.MUNUS LÜMASDA "fakir adamın kızı"


    EN " "beyler, komutanlar"


    M' hapes "hapiya- adamları"


    hartagga- adamı "bir tür hayvan maskeli adam"


    GAL MUNUS MESKAR.KID "(tapınak) fahişelerinin başı"


    MUNUS.MESKAR KID «(tapınak) fahişeleri


    Himmuwa kenti adamları


    Lallupiya kenti adamları


    Lumanhila kenti adamları


    Dauniya ülkesi adamları LUL-.siya adamı


    Meneya adamı


    LÛMUHALDIM "aşçı"


    NIN.DINGIR "tanrı kızkardeşi" diye adlandırılan rahibe


    Tanrı Tivvati'nin rahibesi


    LÛSAGI "saki"


    LÛ.MESGj Su.GI ?yaşlı adamlar?


    MVmstarpasgana- "tarpasgana kadım"


    PÎRIG.TUR- as "pars (maskeli adanı)"

    lû.mhs URBAr.ra "kurt (maskeli) adamlar"
    LUMESzinhures "zinhuri- adamları"


    mmsMI*Zİntuhes"zintuhi- kadınları, şarkıcı (?) kadınlar"


    LÛMESZ/T/"pay alıcılar"


    Elimize henüz geçmemiş metinlere göre bu listenin dışında kalan katılımcıların da söz konusu olabileceği düşünülebilir. Hititlerin mahiyetlerini bilmediğimiz çeşidi dans türleri ya da figürleri geliştirdiklerini görüyoruz. Bunlardan bazılar şunlardır:


    huppisanili : Huppisna kenti -Klasik Çağlarda Kybistra. Konya Ereğilisi- tarzı


    genenantas : "eğilerek"


    lahsanüi: LahsanalLihsana kenti tarzı


    parsanili: Pars ya da leopar tarzı


    karussiyanüli "susarak, sessizce" tarzı


    menisınit: "yüzlerinde, yüz yüze (?)" tarzı. Belki de bu tarzdan iki kişinin yüz yüze dansı kastediliyordu.


    pedi "yerinde (bir kez sağa ya da sola dönmek)"


    tan "iki kez"


    Metinlere göre tanrı ?heykelinin- önünde dans edildiği gibi kralın ve diğer yüksek rütbeli rahiplerin ve rahibelerin önünde de dans ediliyordu. Bir Alacahöyük kabartmasında da görüldüğü gibi bazen çıplak da dans ediliyor ya da gösteri yapılıyordu. Bayram ritüellerinde çıplak köçekten başka çıplak hokkabazdan (?) ve çıplak sakiden söz ediliyor. Bir metne göre köçek bazen çıplak olarak da dans ediyordu? Alacahöyük kabartmasındaki çıplak kişinin köçek olup olmadığı bilinmemektedir. Ayrıca ? üreme bayramında kör bir adam soyulmakta ve dövülmektedir. Öte yandan? Alacahöyük kabartmasındaki çıplak kişi de ritüelde geçici olarak kralın yerine geçen kişi olarak da tartışılmaktadır.[2]



    Bu sahnelerin geçtiği kabartmalar aşağıda olabildiğince çıkarılmış durumda. Bunları tek tek ele almak ayrıntı olacaktır. Ancak bu kutsal sahneleri tek başına düşünemeyeceğimize göre bazı noktalarını daha tartışmak gerek. Örneğin çizimlerin birinde kutsal seks sahnesi yer almakta. Burada bir prens ve ona eş seçilen kadının cinsel ilişkisi de tasvirlere eklenmiş durumda. Bu da kutsal törenin bir parçasıdır. Bu tür ritüel ayrıca birden fazla sahnede yer almaktadır.











    [​IMG][​IMG]

    Şekil:3- İnandık Vazosu kült desen çizimi: Ritüel seks ve kutsal evliliği anlatan ve bu amaçla müzik eşliğinde yapılan gösteri ve şenliği kapsamaktadır.

    Şekil: 4- Bitik'te bulunan kabartmalı kült vazosunun boyun kısmında kutsal evlenme sahnesi. Sol elindeki kadehten içki ikram eden damat sağ eliyle gelinin duvağını açıyor. Bir tür çarşaf ya da pelerin giymiş olan gelin sol elini dua jestinde kaldırmıştır. Eski Hitit Çağı.
















    [​IMG]

    Şekil: 5- Ev sahibi olarak tanımlanan kişi doğal olarak krallık ailesinin bir üyesi veya kralın kendisi. Bu sahnenin her iki yandan da devamı bulunmaktadır. Günümüzde saz olarak tanımlanan telli çalgının daha çok bağlama olduğu kanısındayız. Ancak saz değil de, lavta olarak adı isimlendirilen alet keman veya başka bir türevi de olabilir. Bu sahneyi Alevilik çalışmalarında kaynak olarak kullanan yazarlar Telli çalgı elinde olan çalgıcıyı zakir, masada oturan soldaki kişiyi de lokma dağıtan Mürşit, Pir, Dede veya Baba sıfatında biri olarak iddia ediyorlar. Luvilere atfedilmeye çalışılan bu kabartmadaki seremoniler Hitit dönemine aittir.









    [​IMG]

    Şekil: 5- Bu sahnede dans eden erkeğin semah dönüyor olduğu fikri sanırım kolay kabul edilecek bir durum değildir. Çünkü burada sahnenin sol tarafında elinde davul/tef olan kişinin davulunu üç kişi birlikte çalmaktadır. Ayrıca ikili flüt ve çalpara/kastanyet veya zil çalan bir kişi ve davul/tef çalanların yanında bir kişi de boynuz biçimli müzik aleti üflüyor. Daha çok bir savaş dansı ve ya kutlamasını hatırlatıyor. Bu sahnede zil (?) çalan kişi daha çok bazı Alevilik çalışan yazarlar tarafından saki, telli çalgıyı kullananın da zakir olduğu iddia edilmektedir.







    Şekil: 5- Çıplak dans sahnesi.

    [​IMG]

    Bir Alacahöyük Ortostatında çıplak bir görevlinin gösterisi. Sağda uzun mantolu adam elindeki taşıdığı aletten anlaşıldığına göre Meşedi denilen korumacı ?zıpkıncı-, solda karşılıklı olarak bir asayı tutan iki kişi. Belki bayram ritüellerinde asa adamı diye adlandırılan kişiler.


    Anadolu'da çıplaklık konusu neolitik çağdan beri işlenmiştir. Çatalhöyük'te bulunan çıplak Ana Tanrıça heykelleri ve daha sonraları göğüslerini tutan çıplak Ana Tanrıça tasvirlerinin sanat tarihinde önemli bir yeri vardır. Çıplak Kubaba = Kybebe = Kybele figürleri Anadolu'dan Roma'ya kadar yayılmıştır.
    A. Hitit Krallığı veya Rıza Şehri

    Ekrem Akurgal Hoca?nın çalışmalarına devam edelim. Başkanlığı altında yürütülen Konya Karahöyük kazılarında bulduğumuz Erken Hitit Çağına ait kanatlı, çıplak ve bikinili İstar heykelciği çıplak tanrıça heykelleri arasında en ilginç olanlardan biridir. Kanatlı İstar ile yakın akraba olan ve en güzel örnekleri Konya-Karahöyük'te bulanan silindir mühür baskıları üzerinde görülen tülünü açan bayan tasvirleri striptiz -"strip tease"- modasının en eski örneklerini vermektedir. Benzer tasvirler aynı çağa ait M.Ö. 2 binin ilk çeyreğine tarihlenen Eski Suriye stilindeki silindir mühürlerde de görülmektedir. Tülünü açan bayan tasviri Koloni Çağına -Erken Hitit Çağına- ait olan Kültepe tabletleri üzerine yuvarlanmış olan silindir mühürlerde de görülüyor. Soyunan bayan tasviri Aşk Tanrıçası Istar'a aittir. Yukarıda üzerinde durduğumuz Tyskiewicz mühründe ve İmamkulu anıtındaki gibi tülünü açan Istar tasvirleri Anadolu'da uzunca bir zaman yaşamıştır. Günümüz dünyasında bir ara çok revaçta olan "strip tiz" ile bikini modası günümüzden 3.750 yıl önce Anadolu'da kültte yaşamıştır. S .52-55
    Şarkı, müzik ve dansla ilgili Hititçe bayram metinlerinden bazı örneklerin Türkçeye çevirisi:


    "Sonra kral ile kraliçe ?tapınağın- kült salonundan gelirler. 2 saray oğlanı ile bir korumacı (zıpkıncı) kralın önünden giderler. Beyler, saray oğlanları ve zıpkıncılar ?kralın- arkasından giderler. Hokkabazlar (?) kralın arkasından ve önünden davul (?), tef (?) ve çalpara (?) çalarlar. Pay alıcılar krala yaklaşırlar. Dans ederler ve lavta çalarlar. Diğer hokkabazlar (?) kırmızı giysiler giymişlerdir. Onlar krala yaklaşırlar ve ellerini kaldırırlar, yerlerinde dönerler. İlahiler söylerler (?) Sonra kral ve kraliçe savaş tanrısı ZA.BA BA?nın tapınağına giderler. Kral revaklı hol'e varır. O sırada köçek bir kez (yerinde) döner"


    "Asa adamı önde gider ve prensleri yerlerine oturtur. Sonra Asa adamı dışarı gider. İlk aşçıların getirdiği yemeğin önünden gider. Aşçılar ilk (yemeği sofraya) koyarlar. Sonra asa adamı tekrar dışarı gider. Kutsal rahibin, Hatti'nin beyinin (kumandanının), Hububat tanrısının, "tanrı anasının" (bir tür kutsal rahibe) önünden gider ve onları yerlerine oturtur. Sonra Baş Meşedi (baş korumacı, zıpkıncı başı) içeriye gelir ve krala bildirir : 'Lir aletlerini alsınlar mı ?' Kral yanıt verir : 'Alsınlar!' Sonra Baş Mesedi avluya dışarı çıkar ve asa adamına şöyle der : "Lir (aleti), Lir (aleti)".


    Asa adamı dışarıya (büyük) kapıya gider. Çalgıcılara şöyle der : "lir (aleti), lir (aleti)". Ve çalgıcılar lir aletlerini alırlar. Asa adamı önde gider. Sonra çalgıcılar lir aletlerini içeriye getirirler ve ocak yüksekliğinin önünde yerlerini alırlar.


    Sonra haliyari- adamları, hokkabazlar (?), palwatalla- adamları ve kita- adamları lir aletleri ile birlikte yürürler, giderler ve yerlerini alırlar. Aşçılar et suyu yemeğini (sofraya) koyarlar ve soğuk yağlı eti bölerler. Asa adamı konukların, iskemle sahiplerinin ve iç evin çavuşlarının önünden gider ve onları oturtur. Yemekler (tamamen) bölününce, Baş Meşedi marnuwan içkisini (bir tür birayı) krala bildirir : 'toplantıya marnım atî. Sonra toplantıya marmman sunarlar (koyarlar). Kral peşkiri atar. Eğer saray oğlanlarının çömeldikleri tarafa atarsa, onu oradan saray oğlanları alırlar, eğer korumaların (Meşedi'lerin) çömeldikleri tarafa atarsa, onu oradan Meşedi'ler alırlar ve sofracılara verirler. Kral gözleri ile (işaret) eder. Berberler yerleri süpürürler.


    Baş Meşedi saray oğlanlarına messa diye bağırır. İki saray oğlanı krala ve kraliçeye el (yıkama) suyunu altın bir leğen içinde getirirler. Saray oğlanlarının başı havluyu onların arkalarında hazır tutar. Kral (ve) kraliçe ellerini yıkarlar. Saray oğlanlarının başı havluyu verir. Onlar ellerini silerler. Onlar (saray oğlanları) dışarı çıkarlar. Sonra çömelen saki gelir. Sakilerin başı ve (aynı zamanda) saray oğlanı olan saki krala ve kraliçeye içecek olarak marnuwan türü bira verirler. Kral (ve) Kraliçe Tanrı Tauri'yi (Tauri'nin onuruna) içerler. Lir aletini çalarlar. Şarkı söylemezler. Kalın ekmek (kurban ekmeği) yoktur"? Saki BA.BA.ZA'dan yapılmış ısırma ekmeğini kapıdan getirir ve (onu) krala verir. Kral ekmeği böler, sonra ısırır. Büyük lir aletinin eşliğinde şarkı söylerler. Hokkabaz (?) söyler. palwatalla- ilahi (?) okur. Davulu (?) (ve) bronzdan çalparayı (?) vururlar. Köçekler dans ederler. Hokkabaza (?) şarap çömleğini verirler. Çömelen (saki) gelir. Kral (ve) kraliçe oturarak Kırların Tanrıçası Istar'a (Tanrıça Istarın onuruna) içerler. Saki bir ekşi kalın ekmeği kapıdan getirir. Krala verir. Kral (ekmeği) böler. Huni şarkıcıları şarkı söylerler. Hokkabaz (?) söyler. pahvatalla- ilahi (?) okur. Çömelen (saki) gelir. Kralın (ve) kraliçenin dizlerinden peşkiri alırlar.


    Kral (ve) kraliçe Güneş Tanrısını (Güneş Tanrısının onuruna) ayakta kurupsinnu kalitesindeki altından BI.IB.RV ile içerler" (arkası kırık). '"Altı kadın kralın karşısına geçerler. Ellerini kaldırırlar. Sessizce dans ederler. Yerler (inde) bir kez sağa, bir kez so(la dönerler). Yüzlerini krala dö(nerler), sırtlarını krala dönmezler..."


    "Lallupiya'lıların başı sakiye şö(yle) bağırır: wa(iy)ati hapanusa. Saki dans etmeye başlar. O, dans edince, aşçı da (dan)s etmeye başlar. Yerinde de döner. Diğer Lallupiya'lı sırtında mantosunu tutar. Birlikte yerlerinde dönerler. Saki (tef)i (?) (elinde) tutar, fakat onu çalmaz." "(Kra)liçe (tanrıya) eğilir. Arkadan mantosunu omuzunda tutar. Efsun rahibi ona baltayı verir. Kraliçe eğilir ve baltayı a(lır) ve tanrının önünde dans eder. Sonra baltayı ve mantoyu tekrar efsun rahibine verir. Onları su ile temizler ve tanrının önüne (koyar)".[1]


    Burada yaşanana tüm bir seromoniler bütününü Alevi dünyasının kimyasına işlemeye kalkarsanız karşınıza ilkel bir ?rıza şehri? ütopyası çıkar. Ancak Aleviliğin ütopyasında iktidarsız, şersiz, kralsız tanrısal panteonların izin ve günahlarına gerek kalmadan yaşamayı ödev bilir. Ne yazık ki cemin kurumsal işleyişinde de bu kurgularla karşılaşamazsınız.






    [​IMG]

    Şekil: 6- Kültepe'dcn silindir mühür baskısı. Dört atın çektiği dört tekerlekli savaş arabası üzerinde tanrı Pirva betimleniyor. Onun karşısında, bir aslan-ejder üzerinde durarak mızrak ve şimşek tutan tanrı Adad görülüyor. Arabanın altında yüzü koyun yatan bir insan figürü yer alıyor. s. 124.





















    4. Sonuç
    Hititlerin kültür, inanç, dil gibi alanlarda yerleştikleri son toprak olan Anadolu?da şekillendiği ve bu şekillenmede Pala, Luvi, Hatti olarak adlandırılan toplumlardan çokça etki bulunduğu düşüncesi öne çıkmaktadır. Aleviliğin yaşayan kolları olarak görülmemekle birlikte Luviler ile ilgili tartışmaların yeni dönemde belli sembol ve kavramlar üzerinden yeniden tartışılması bu anlamda önemlidir. Bu daha çok dilbilimci ve sembolist bir deneme olarak görülebilir.


    Taklit usulü ile toplumlara değer kazandırmaya veya köken yaratmaya çabalamak ?ezeli gerçeğe? ulaşmak konusunda ne yazık ki eksiklikleri çok fazla etkilemez. Tek tanrılı inançların aşkın tanrısal kurgularından kurtulmaya çalışan toplulukları bir ve aynı gösterme ve birbirlerinin kolları veya alt dalları olarak saymak, benzerliklerle örneklemek, aşırı sözlük anlamları üretmek yanlış sonuçları arttırır. Aleviliğin düşünce sistematiğine ait kalıplaşmaları bu kadar kolay ve değişmeden biçimlenmiş ve ?sır?, ?giz? gibi soyutlamalarla taşınıyormuş göstermek ?altın buzağı? altında Alevilik aramaktır. Tartışmalar elbette ki kadime doğru taşınmalıdır. Ancak ilgili bulunan toplumların, tanrı anlayışı, inanç formları, sembol kurguları, öte dünya anlayışları, tanrının ne olduğu, neye benzediği gibi sorgu ve şüphelerin soyutlanması mümkün değildir. Böyle bir eksiklik Philon?un, ?Tanrının görüntüsü olan Hükümdarlık gücü ve Tanrının insanları kutsaması şeklinde kendini gösteren Yaratıcı güç? ilişkilerindeki algılayışı benzer karıştırmalara ve tanrısal öz (ausia) noktasında hatalara[1]düşürün bizi. Bir toplumun ilksel veya dönemsel inanç, kültür, ekonomi, sanat vs alanlarında farklı, sonra boyutlarıyla tartışmak mümkün, ancak her koşulda ?zorunlu? bir sentez mümkün değildir.


    Bir noktadan örneklemek gerekirse aslan motifindeki kurgularda olduğu gibi büyük eksiklikleri kendimizde toplamaya çalışmış oluruz. Çünkü ?Anadolu?nun ve Yunan?ın mistik dünyasına Kybele ile giren bu ürün ?aslan- ? Hıristiyanlığın etkinliğinden sonra, aslan başlı ve pençeli koltuklarda oturan İsa ya da Meryem tasvirlerinde?[2] yer almıştır. Bu tasvir ve aslanın kişileştirilmesi Alevi kümesi içerisinde de önemli işlevlere ve şahıslaştırmalara sahiptir. Bunun bir noktadan dağılma olduğunu düşündürtecek herhangi bir ilk kaynak iddiası bulunamaz. Üstelik Anadolu uygarlıkları ile ilgili çalışmalara başlanırken, uygarlığın ustaları[3] olarak değerlendirilen Sümerlerle başlamak gerek. Çünkü -yazılı- tarih Sümerle başlar, ilk ?ışık? oradan yakılmıştır. Arkeoloji dahil tüm alanlar çalışmalarına nitelik sağlayacak yeterli kaynakları her alanda tamamlayamamıştır halihazırda. Alevi kimlikli araştırmalar ise yok denecek kadar az bir bağ ve ilişkilendirme içindedir.Sözlü kültür verileriyle daha fazla haşır neşir olmuş bir felsefi inancın tartışmalarını doğal olarak mitoloji alanında da öne çıkarmamız gereklidir. Ancak mitolojiyi tabansız ve içeriğinden kopararak ayakları üzerine oturtulamaz.


    Eğer çok yönlü çalışılacaksa, çalışma alanı daha geriye götürülmelidir. Özellikle prehistorya, arkeoloji, antropoloji, etnoloji ve dilbilim çalışanlar bu durumda zorunludur. Ortadoğu özelinde ise daha emekleme evresinde bulunan arkeolojik çalışmaların verilerini, ?Hitit- ve önceleyenleri de ekleyebilirsiniz- bilginlerinin becerileriyle yararlanmamıza sunulanlar bile, Babilonya dininin üzerindeki etkisini göstermektedir. Söz konusu ?Hitit- mitoslarının kendilerine özgü son derece farklı bir karakter taşımaları, bu gerçeği değiştirmez.[4] Çünkü tarihsel bu yapılanma sanat, yönetim, dinler ve folklorik açıdan birbirini doğal olarak izler ve etkiler. Ancak bütünü görmeden ilk ve tek kaynak gibi dayatmalar sorunu çözmeye yardımcı olmaz. Ancak şu da ihmal edilemez elbette: ?Tarihsel açıklama, bir gelişim varsayımı olan bir açıklama, verilerin yalnızca bir tür özetidir. Verileri birbiriyle ilişkilerinde anlamak ve bunları zamansal gelişme ile ilgili bir varsayım biçiminde olmayan genel bir şema içinde birleştirmek bir o kadar olasıdır. Bir insanın Tanrılarının kimliğinin, diğer insanların Tanrıları aracılığıyla saptanması. Bu suretle, insan kendini bu adların aynı anlamı taşıdığına inandırabilir.?[5]

    Bu saptamayı genel bir tarih ile ilişkilendirerek kurmak mümkün. Ancak tartışmaları ortak yüksek bir tanrı ve kadimlik üzerine götürmeye kalkarken uygarlığın doğuşu ile kültür örüntülerini sürekli birbirinin üstüne koymak yerine ayrımın hangi noktadan başladığını görmek gerek. Bu tartışma bizi gnostik dünyanın kendine has yapılanmasına veya sistemleşmesini nasıl yarattığına götürür. Kendi toplumumuz, çoğunlukla, kül­türel bütünleşme eksikliğinin en aşırı örneği olarak resmedilir. Onun büyük karmaşıklığı? çok yönlülüğü ve kuşaktan kuşağa görülen hızlı değişmeler kaçınılmaz olarak onun öğeleri ara­sındaki uyum eksikliğini, basit toplumlarda olmayan ölçüde or­taya çıkartır. Ne var ki bu bütünleşme eksikliği, birçok çalışÂ­mada basit bir teknik hata yüzünden abartılır ve yanlış yorumlanır.[6] Öncelikle bizim toplumumuz coğrafi bakımdan bütünleşmiştir.


    Alevi uygarlığının geriye dönük kapısından içeri girdiğimizde dünyanın değişik kültür alanlarıyla özdeş, türdeş ve ?evrendeş? yapılanmalar görmek mümkündür. Bu kültürel süreçlerin doğasıdır. Bu nedenle bilim yapılırken farklılıklar kolay tespit edilebilirken, koşutluk yaratırken aynı kolaylığa sahip değilizdir. Bunu iddia etmeye çabalamak ve sözel geleneği doğru kullanamamak bizi ?demirin üzerinde karınca izi? aramayla avutur. Bu konuda oturup bir daha düşünmek için bu alanı en iyi çalışan bir bilim adamına sözü bırakmak yararlı ve yaratıcı olacaktır; Tabakalaşmanın ve devletin doğuşunda, hiyerarşinin kay­nağının, statünün ve mertebe düzeninin, normların ve ay­rıcalıkların genel toplumsal özelliklerinden çıktığını gösterdim. Çünkü toplumsal morfolojinin odağında, toplumsal psikoloji bulunmaktadır. Dolayısıyla, herhangi bir toplumun ve her bir toplumun kurucu asal öğelerinden olan ideoloji ve kozmoloji konuları üzerinde de durulmuştur. Ekonomik bütünleşme ve tabakalaşma süreçleri içinde doğan ve (genellikle) bu süreci destekleyen ideolojiler, "üretim biçimi" kavramı kullanılarak modellendirilmiştir. Üretim biçimi ise, yalnızca üretim et­kinliklerini değil tüm yaşam biçimini kapsayan etkinlikler ola­rak görünür. Ancak burada, belki de ilk kez, ekonomi politik yapıların işleyiş biçimlerini ortaya koyan düşünceler olarak "üretim biçimleri"ne işlemsel (operasyonel) bir rol verilmiştir. Özellikle yazılı tarih döneminin az öncesindeki ve bu dönemin erken evrelerindeki Mezopotamya'ya uygulandığında olmak üzere, üretim biçimi kavramı, Clarke'ın (1968'de) "kültürel mor­foloji" ve "kültürel ekoloji" dediği öğelerin tarihte görülen ve karmaşık yapıya sahip olan toplumlarda birbirine bağlı bu­lunduklarını göstermektedir.[7]


    İşte bu nedenle buldum demek mümkün değil. Her ne kadar uçsuz bucaksız alanı, gnostik ve senkretik özellikleri yüksek olmasına rağmen Alevilik, hiçbir şekilde kilise veya camili mücadele alanının tarihi perspektifi ile sınırlandırılacak uzuvlarla yeniden düşünülemez. Aleviliği felsefik ve inançsal olarak belirleme gücüne sahip olamamıştır. O nedenle dinler tarihinin sınırlarında dolandırarak, inanç yollarını kesişleştirme çabaları Alevilik ?mega?lasını cilalamaktan, coşturmaktan başkaca işlev taşımaz.










    alevigündem.com
     

Sayfayı Paylaş