Senden aldım bu feryâdı / Bu imiş dünyanın tadı / Anılmazdı Veysel adı / O sana âşık olmasa. Elbette eksik bilgi hepimizde olabilir, hatta payıma düşenin daha fazla olacağından da emin olabilirsiniz. Kimsenin bilgisini tartmak gibi bir şeyde hatime düşmemiş. Ben Ruhi Su?nun bu yaklaşımını[1] çok önemsediğim için yeri gelmişken anayım istedim. Örneğin geçen günkü bir sohbette, Veysel?in o meşhur mısrasını bende yanlış hatırlamışım, akşam düşününce kararsızlık içine düşüp kitabına baktım. Veysel kimden aldın bu feryadı değil ?Senden aldım bu feryadı? diyor. Yani son dörtlük şöyle: Senden aldım bu feryâdı / Bu imiş dünyanın tadı / Anılmazdı Veysel adı / O sana âşık olmasa?. Akıl defter değil ki, herkes unutabilir, burada önemli olan buna özen göstermektir. Ancak Veysel?in milliyetçiliğe kaydığı tezini asla kabul edemem. Evet, Ahmet Kutsi Tecer ile tanışmaları onun köyünden dışarı çıkmasını kolaylaştırmıştır. Ama hayatındaki bu tesadüf olmasa da Veysel erinde geçinde sesini dünyaya duyuracaktı; buna inanıyorum. Su akar yatağını bulur. Bence sorulması gereken asıl soru, Veysel?in nasıl Veysel olduğudur. Yıllar önce, ?Araştırmacılarını bekleyen bakir bir yöre: Emlek ? adıyla bir yazı yazmıştım. Yazının amacı, bu yöreden, neden bu kadar ozanın-aşığın çıkabildiğini sorgulamaktı. Yazıyı bitirmek için noktayı koyduğumda, yanıtlanması gereken yeni sorular olduğunu gördüm. Yazıyı o haliyle yayınlayıp yayınlamamayı çok düşündüm; sonunda yazıyı - o haliyle- yayınlamayı, sonrada yazıya ikinci bir bölüm ekleyerek bu ikinci bölümde, somut iki ozanımızın şahsından kalkarak bu ozanların nasıl yetiştiklerini incelemeye karar verdim. Bu iki ozanımız, komşu köylümüz aşık Agahi ile Aşık Veysel idi. Başladım bu ozanlarımızla ilgili bilgi belge toplamaya, bulduklarımı inceleyince gördüm ki bu ozanlarımız Alevi- Bektaşi-Kızılbaş tekkelerine hizmet edip, oralardan aldıkları kültürle yoğrularak, buralarda yetişiyorlarmış. Bundan dolayı da bunlara ?Tekke Şairi? ya da ?Tekke Ozanı? bunların eserlerine de ?Tekke Edebiyatı? demenin daha doğru olacağını düşündüm. Bundan sonra Kızılbaş tekkeleri üzerine yoğunlaşmaya başladım. Ancak günlük işlerin peşinden koşmaktan, başka sorunlarla cebelleşmekten, bunları yazamadım. Ama ne yaparsam yapayım, aklım, fikrim hep bu konuda kaldı. Bu araştırmalarımın yan bir ürünü olan, bir zamanlar Ãşık Veysel?e uygulanan saz yasağını ?Cumhuriyetin ilk yıllarında saz? adıyla yayınlamıştım; hatta bunun kısaltılmış bir bölümü Birgün gazetesinde de yayınlandı. Bence Veysel, son dönemde yaşamış olmasına rağmen, en az bilinen bunun doğal sonucu olarak ta en az anlaşılan şairimizdir. Niye sorusunun, sebepleri çoktur, buracıkta konuyu boylu boyunca aydınlatmaya kalkmak bu yazıyı çok uzatır, okurumuzda bunu okumaktan sıkılır. Ancak bunun anlaşılamamasının aslı nedeni, Veyselleri yetiştiren Tekkelerin bugün olmamasıdır. Yinede, Veysel?in üzerindeki sis perdesini biraz aralayıp, gerçeği görmek için başımızı uzatsak, Veysel?in gösterdiği yere bakabilsek, tabi onu görmek isteyen gözümüz, gördüğümüzü algılayacak bilgimiz olsa gerçek ortada apaçık duruyor. Bunun için beklide Veysel?in eserlerinde arkeolojik bir araştırma yapmaya bile gerek kalmayacak. Bakınız Veysel bir mülakatında şöyle demiş: ? Ortaköy?de bir Mustafa Abdal Tekkesi vardı. Yıkıldı sonra, yerine karakol yapıldı. Hasan Baba ve Arapoğlu Derviş Mehmet, babalarıydı. Bu tekkenin? İkisi de mücerret idi. Mücerret demek, dünya evine girmemiş, avrada uçkur çözmemiş demek... İlmiyle tanınmış kimselerden oluşurdu mücerretler. Üç gün, beş gün bazen bir ay kalırdım tekelerde. En çok Hasan Babayı severdim. Olgun bir insandı. Cömertti.[2] Oyalanıp zaman geçirsin diye, Veysel?e verilen ilk sazında, Mustafa Abdal Tekkesinden geldiği bilinen bir gerçektir. Söz konusu yazımı yazamayışımın bir nedeni de, burada adı geçen -Seyit Kemal Karaalioğlu?nun- eserini bulamayışımdır. Sağ olsun Gülağ Öz, ?Bütün Yönleriyle Ãşık Veysel? adıyla güzel bir kitap hazırlamış. Kitapta Veysel?le ilgili yazı yazmış, araştırma yapmış birçok kişinin yazdıkları var, ancak Seyit Kemal Karaalioğlu?nun yazdıkları yok. Bu eseri bulayım burada belki başka şeylerde vardır bunu okuduktan sonra yazımı yazayım dedim muradıma eremedim. Veysel?in yetişmesi ile ilgili merak ettiğim, kafamdaki düğümü çözen asıl bilgiyi, Gülağ Öz?ün ?Ãşık Veysel? adıyla yayımladığı yeni kitabında buldum. Gülağ Öz?ün bu kitabından öğrendiğime göre, Veysel?i Veysel eden, onu yetişirken besleyen Mustafa Abdal Tekkesi kapandıktan sonraki diğer bir kaynakta özetle şöyleymiş.[3]. 677 sayılı kanunla[4], Tekkeler kapatılınca Hacı Bektaş Teksi?nin son Dedebabası, Salih Niyazı Dedebaba, on iki Halife dedebabasını etrafına toplayıp: ?başınızın çaresine bakın? demiş. Bu Dedebabalardan üçü: Hakkı Baba, Muhtar Baba, Salman Baba Emlek bölgesinin Alevi köylerine gelmişler; belki de burada sığınmışlar demek daha doğru olurdu. Tarihsel öykü çok uzun, biz uzun sözün kısası deyip şu bilgiyi verelim: Selman Baba, Veysel?in köyünde bir süre kaldıktan sonra, bu köyün 5 kilometre kadar uzağında olan Meçit Köyüne yerleştirilmiş. Veysel?in babası da dervişciymiş, Selman Babanın Meçit?e yerleşmesine yardımcı olmuş, ona hizmetler etmiş, elinden geleni yapmış. Arnavut kökenli olan Salman Baba?nin, Mustafa Kemal?i ilkokul yıllarından bu yana tanıdığını, aralarında bir dostluk olduğunu da burada yeri gelmişken söylemeden geçmeyelim. Veysel her hafta Salman babanın yanına gider üç dört gün orada kalırmış. İşte Veysel?in gıdalandığı yerler bu pınarlarmış. Şimdiye kadar bunlar görülmeden ya da görülmek istenmeden, bulutsuz bir gökyüzünde aniden yağmur yağarmış gibi, Veysel anlatıldı. Halbuki bilinen gerçek şudur; kediliğinden sanılan her eylemin, üzerini örten sis perdesini kazıyınca, altından kıp kızıl bir inisiyatif çıkar[5]. Bu benim önüme sorulması gereken yeni soruları getirdi: Bektaşi Tekkeleri nasıldı, buralarda nasıl bir yaşam vardı, buradaki muhabbet ortamları insanların olgunlaşmasına nasıl yardımcı oluyordu. Şimdi bu sorunun peşinde koşuyorum. Söylemimdeki, farkı fark edeceğiniz gibi, teklerdeki eğitim dememeye özen gösteriyorum. Çünkü Bektaşi tekkelerindeki, kişinin olgunlaşıp ?Men aref sırrına[6]? ermesi bugünkü eğitim gibi bir süreç olmazmış, yani onu bu günkü ?eğitim- sözcüğü karşılamıyor. Bektaşiler her kişinin özünde ?hak?la ?bâtıl?ın birlikte bulunduğuna, kişinin arifler meclisinde, muhabbet ortamlarına (bağında) girerek, burada kendi içindeki uyuyan Hakk?ı uyartıp, Hakk ile Halk olacağına inanırlar[7]. Bu yüzen ruhi Sunun söylediği o meşhur deyişimizde ?Uyurken üstüme gelen yoldaşlar gafil aç gözünü -haydi, haydi- uyan dediler?, ?Uyandım uykudan acım gözümü? diyor; bu manada Pir Sultan Abdal?da bir deyişinde ?Uyur iken uyardılar? der. Bektaşi muhabbetlerinde, kişinin önündeki yolu açıp, onun dört kapı kırk makamda yol almasına rehberlik eden, kişinin o makamlara girmesi için muhabbetleri başlatarak o ? içindeki gönül- kapıların açılmasına yardımcı olan, muhabbet ehline ?muhabbet erbabına - ne denirdi bilmiyorum. Ebeme bunları soramamıştım, bundan sonra da soramam, annemde bilmiyor. A. Gölpınarlı?nın ?Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri? adlı kitabında bunun için belirttiği deyimin Bektaşilikten daha çok Mevlevilik için geçerli olacağını düşünüyorum. Çükü Mevleviler Farsça, Bektaşiler ise Türkçe deyimler kullanıyorlar; örneğin Mevlevilerin BAB dediği şeye Bektaşiler KAPI diyor, 4 kapı 40 makam gibi. Şimdi OXFORT Üniversitesi gibi dünyanın en eski üniversitelerinin nasıl, ne amaçla kurulup yaşamlarında nasıl bir evrimden geçerek bu güne geldiğini merak ediyorum. Acaba diyorum, kendi kendime, bizim Bektaşi tekkeleri de kapatılmasaydı böylesi kurumlara dönüşemezler miydi? Londra?da yaşayan arkadaşlara, kafamdaki bu sorunu açıp bunu araştırmalarını önerdim. Sevgili dost, göründüğü gibi, bir dokun bin ah işit hesabı Veysel sorunu çok dallı budaklı bir sorun. Ben yine başladığım noktaya dönüp o meşhur tezimi yinelemek istiyorum: Kızılbaşlık-Bektaşilik bilinmeden Anadolu kültürünün hiçbir yeri tam olarak anlaşılıp aydınlatılamaz. Aşk-ı muhabbetlerimle. Aşk ola. Ali Rıza Aydın. Adana.