Pir Sultan Abdal´ın Tanrı İnancı ve Ali Tanrısallığının Anlamı

Konu, 'Pir Hacı Bektaş Veli' kısmında bluedream tarafından paylaşıldı.

  1. bluedream

    bluedream Daimi Üye

    İsmail Kaygusuz

    Pir Sultan Abdal´ın Tanrı İnancı ve Ali Tanrısallığının Anlamı

    Alevi-Batıni tasavvufunun Tanrı anlayışı ve bu anlayışa Kuran´ın kaynaklık ettiği konusunu “Görmediğim Tanrıya Tapmam” (İstanbul 1996: 62-82) kitabımızda genişçe açıkladığımız için burada, sadece büyük Anadolu Alevi ulusu, düşünür ve ozanlarından birkaçının söyledikleriyle yetineceğiz. Kendilerine candan bağlı bulunan ve onların yolundan giden Pir Sultan Abdal´ın da Tanrı inancı kuşkusuz aynı olacaktır.

    Pir Sultan Abdal´ın Tanrı inancını, Alevi-Batıni tasavvufunun Tanrı anlayışı dışında aramak büyük ozanı yadsımak ve onu hiç yaşamamış varsaymaktır. Pir Sultan´ın gönülevinde konuk eylediği, özüne ortak olduğu; Ali´sinde gördüğü Hacı Bektaş Veli´sinde kavuştuğu, Şah´ında ya da Pir´inde yansıyan “hub cemaline” âşık olarak secde edip yüz sürdüğü sevgili Tanrısını, “mekândan münezzeh”, “görünmez, bilinmez” ve korku saçan Ortodoks İslamın soyut Tanrısıyla karıştırarak savunmaya kalkışanlar, onu bu inancından dolayı aşağılayanlar kadar hakaret etmektedir.

    Hacı Bektaş Veli, “Makalat”ta kendisine bağlı olanların Tanrı anlayışı ve tapınmalarının özünü gösteriyor:

    “…Amma, muhiblerin (sevgiyi din bilenlerin, sevenlerin) taatı (ibadetleri) münacaattır (yalvarmak, dua etmektir), seyirdir (Hakka doğru yolculuk), müşahededir (Hakkı gözlemek), arzularına ermektir. Ve Çalap Tanrıyı bulmaktır. Ve kendulerin yavu kılmaktır (Tanrıyla birleşip kendini yitirmek)… Ve halleri birüküb bir olmaktır (Tanrıyla bir olmak, tanrılaşmaktır). Bunların dahi hemandır (Bunlarda dahi ancak bu inanç-ibadet vardır)…Eger muhiblere sorsalarkim, Tanrıyı nice bildiniz? Pes, muhibler cevap verelerkim: kendü özümüzden bildik ve hem kendü özümüzü Çalap Tanrıdan bildik (kendi özümüzde Tanrıyı, Tanrıda da kendimizi bildik, onunla sevgisidir” (agy, s. 32, 36, 73).

    Sünni tasavvufunda Tarikat son kapıdır ve o kapıdan öteye geçilmez. Geçen dinden çıkar, Tanrıya şirk koştuğuna inanılır. Çünkü ötede ‘ben´ yoktur, ‘biz´ vardır; daha da ötede, yani Hakikat kapısında ‘ben ve biz´ de yoktur, ‘sen´ diye hitabettikleri ‘O´ vardır ve O´nunla birleşilir (Theosis, Qeosis =Tanrılaşma). Hacı Bektaş´ın yukarıda söylediklerine Sünni inancı dinsizlik demektedir, çünkü kendisine aykırıdır. Oysa Alevi inancında Tanrı anlayışı budur.

    Yandaşlarıyla birlikte zulümlere ve kırımlara uğramış olan tüm gayri-sünni, yani batıni-Alevi mutasavvıflar yukarıda söylediğimiz gibi, Kuran ayetleri ve hadislere, onların içsel (batıni,ésotérique) anlamlarına dayanarak ve onların mecazi yorumlarıyla (tevil) inaçlarını yazılı ya da sözlü açığa vurmuşlardı. Antropomorfist-panteist maddeci inanç Sünniliğin dört mezhebine de aykırıdır. Örneğin Kaygusuz Abdal´ın Tanrı inancı da maddeci panteizmden başkası değildir. O, vahdet-i vücud ´dan (vücut birliği) Vahdet-i mevcud´a (varlık birliği) uzanan çizgi üzerinde yürümekte:

    “Evvel ü ahir menem... Cümleye Mabud (Tanrı) benem, Kabe benem put benem; Alem külli vücudumdur vücudum, Özüm özüme kıluram sücudum (yani secdeleri, tapınmamı kendime yaparım). Eşya-yı mahluk Halik´ten ayrı degüldir (yani yaratılmış nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir; ayrı olamaz, herşey Tanrıdır. )”

    diyerek Madde-Tanrı birliği düşüncesine, yani tam anlamıyla Pantheism (pan=pan, Theos=Qeos´tan, ‘Herşey Tanrıdır´ anlamına gelir) inancına ulaşmaktadır.

    “Büyük Mutasavvıf, Batıni Halk Ozanı ve Bilgesi Kaygusuz Abdal Sultan” (www.alewiten.com/Düşünürler) başlıklı çalışmamızda belirttiğimiz gibi, Kaygusuz´un aşağıda yapıtlarından yaptığımız kısa karşılaştırmalı alıntılar dikkatli okunduğunda, hiçbir yoruma gerek kalmadan kısaca vurguladığımız inanç özellikleri rahatlıkla anlaşılacaktır. Hacı Bektaş Veli´nin söylediklerinin başka sözlerle anlatımı ve genişletilmesidir:

    “... Hak ile kul arasındaki hicap (örtü) kulun, kendisidir. Allah zerreden güneşe katreden ummana kadar her yerde dopdolu ... İnsan vücudunun hareket ve cümbüşü Haktır. Onsuz eşya deprenmez ... Hakkı aramak ayrılığa tanıklık vermek demek olur. Çünkü Allah bütün yaratılmış eşyada mevcuttur. Hakkı hazır görenler, Haktan gayri iş işlemezler. Bütün ibadetlerin aslı Hakkı hazır görmektir. Vacip olan, Allah´ı bulmak için herkesin kendisine yönelmesidir.” Kaygusuz Abdal, Dilguşa (Gönüle Ferahlık Veren, yapıtından)

    Bedreddin de Tanrıya ulaşmayı, “Hakka erişmek demek insanın kendi saf varlığına erişmesi demektir” diye açıklıyor. (Varidat, s. 125)

    “... İmdi herkim herşeyi görür, Hakk´tan ayru nice görür. Bunlar Hakk´tan ayru degildür. Çünki Hak taala hazretleri eşyaya ‘muhit´ imiş. Yabanda aramanın aslı yoktur. Yabanda arayanlar bulamadılar. İmdi eşyada aramanın aslı budur ki delili ‘adem´dür. Yani ‘insan-ı kamil´dür... Delil ‘adem´dür, sıfat ‘adem´ sıfatıdur. Ve zat-ı kadim´dür. Ezelidür ve ebedidür; Tanrı´dur. Her mekânlar anundur ve sıfat ve hem alem anundur. Hem şekiller ve hem varlık anundur…”

    “Yine Resulullah Sallallahü Aleyhi vesselem buyurdu ki: ‘Külli maksudin mağbudun´. Bir kişinin maksudı (yani erişmek istediği meramı, arzusu) ne ise Mabudu (Tanrısı) dahı oldur dimek olur. Zira özini bir mürşide irişdür. Gözin aç özin bak gör heman kul mısun, sultan mısun?... ”

    “Pes adem kendüyi bilmek mücerred (soyut) Hakk´ı bilmek gibidür... Zira ki mahluk (yaratık, yaratılmış), sıfat-ı Hak´dur. Çünki sıfat rencide olır ise, zatı dahı rencide olur. Çünki Akıl Allahu Taala´nın terazisidir (Nisa Suresi, ayet 126). Gerekdür ki egri yola gitmeyüz. Hayr u şer fark ola, Eşya-yı mahluk Halik´den ayrı degüldür (yani yaratılmış nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir, ayrı olamaz)... Yirde ve gökte her ne var ise adem (de)dür. İşte yirün gögün ‘Halifesi´ ‘adem´dür. Her ne ki istersen ademde bulınur.” (Kaygusuz Abdal, Vücudname´sinden)

    Alevi inancında Tanrı dahil, evrende bulunan herşey insanda mevcuttur.

    Seyyid İmadeddin Nesimi´den (ölm. 1404) birkaç dize ile bunu vurgulamakta yarar var:

    Hak teala varlığı ademdedir

    Ev anundur ol bu evde demdedir...

    Her ne yerde gökte var ademde var
    Her ne ne ki yılda ayda var ademde var
    Ne ki elde yüzde var kademde var
    Bu sözü fehmetmeyen adem davar
    Ey Hakk´ı her yerde aydursun ki var
    Sende bes Hak var imiş Hak sende var...

    Ve aynı yapıtında Kaygusuz Abdal sürdürmektedir:

    “Zira insan yirün ve gögün halifesidür... Zira zahirde ve batında yirde ve gökde ademden eşref vücud (en şerefli varlık) yokdur. Adem makbule´l vücud´dur. Ademoğlu yerde ve gökte var olan cümle eşyanın en güzidesidir. Ademden şirin nesne yokdur. Mazhar-ı zatdur. Sair eşyada bu kaabiliyet (diğer nesnelerde bu yetenek) bulunmadı... anun için ademin hali cemi eşyanın üzerine malikdür. Ve hem alemdür. Ve Hakk ile birdür. Cümleye hükmeyler. Ademin nihayeti yoktur ve kenarı bulunmaz...”

    Şeyh Bedreddin (Varidat, s. 160-167) bunu tamamlıyor:

    “İnsan saltık varlığın (Tanrı´nın) sadık ve parlak bir aynasıdır. Bütün alem kendisini örgüleyen cüzleriyle birlikte sapasağlam bir insan gibidir. İnsanın asıl şerefi ilahi isimlere mazhar oluşudur. İnsandaki algıların, biliş ve tasarrufların, gerek mücerredat (soyut alem) denilen ruhani şeylerde, gerek onların daha üstlerinde bulunması imkansızdır. Saltık varlık için bu kamillik ancak insan mertebesinde hasıl olur. İnsan olgun bir (Tanrı) mazharıdır. ”

    Pir Sultan Abdal, 16. yüzyıl Anadolu´suna damgasını vurmuş, Alevi-Kızılbaş siyasetin yetiştirdiği bir dava ozanıydı. Onun şiirlerinde, kuşkusuz çok iyi eğitim görmüş büyük bilge Kaygusuz Abdal Sultan´ın Batıni-Alevi derin felsefesini - biraz yüzeysel de olsa birkaç şiiri dışında - bulmak zordur. Bunlardan bir tek örneği yeterli buluyoruz:

    Birlik makamında bir güzel gördüm

    Leblerinin şekeri var kandi var

    Âşıkı çok imiş aradım sordum

    Nice bencileyin derdimendi var

    Cemali geliyor hayalde düşte
    Canım asumanda kandilde arşta
    Uzakta yakında yeminde pişte (yeminde:sağında, pişte: önde)
    Her nereye baksam Ali'm kendi var
    Gâh bahçeye girer gülden görünür
    Gâh mana söyleşir dilden görünür

    Gâh gönül evinde mihman görünür

    Âşıkına türlü türlü fendi var

    (...)

    Pir Sultan'ım sever böyle dilberi

    Bu cümle Cihanın yekta gevheri

    Kahrın lutfun çeker ise gel beri

    Sevdiğimin nerde bir menendi var

    Görüldüğü gibi Pir Sultan´a göre Tanrı, birlik (vahdet) makamında oturan ve herkesin âşık olduğu bir dilberdir. Güzel yüzü hayallerimizde ve düşümüzde dolaşır. Hem gökyüzünün dokuzuncu katı arştadır, yani çok uzaklarda; hem de yakında, sağda-solda ve önde arkada, yani her nereye baksak orada görürünür ve bazan Ali´nin kendisi olur. Bahçeye girip güle dönüşür sevgili; sohbet edip mana söyleşen dil görünür ve gönül evine konuk olup aşığına tütrlü türlü nazlar yapar. İşte Pir Sultan´ın Tanrısı evrende tek ve eşi menendi bulunmayan, sonsuz bir aşkla sevdiği bu güzel dilberdir.

    Pir Sultan Abdal düşünce ve inançlarını, duygularını, yalın ve sade bir Türkçe ile en anlaşılır biçimde döneminin halk yığınlarına aktarmıştır. Yukarıda pek çok örneklerini verdiğimiz Pir Sultan Abdal şiirlerinin büyük bir kısmı, onları Osmanlı zulmüne başkaldırı hareketi ve kuruluşta Safevi devletinin sahiplendiği Kızılbaş siyasetine çağrıdır; bu siyasetin propaganda aracı olmuştur.

    Unutmayalım ki, Osmanlı mutlak teokratik yönetimine karşı toplumsal başkaldırıların temelinde sosyo-ekonomik nedenler yatmaktadır ve isyancı Kızılbaş halklar çoğunluğunun, Sünni halklardan bağlâşıkları da az değildi. Sazıyla ve sözüyle köy köy, kasaba kasaba ve yaylak yaylak dolaşan Pir Sultan Abdal, İslamın zahiri ve batıni inanç ilkeleriyle örgülediği şiirlerini bu topluluklara da okuyor ve okutuyordu.

    İlyas Üzüm´ün başta sözünü ettiğimiz ve ayrıca www.alewiten.com/edebiyat/ozanlar'da yayınlanmış olan “Allah bir Muhammed Ali´dir Ali: Pir Sultan´ın Şiirlerinde Tanrı Anlayışı” başlıklı yazısında, Pir Sultan´ın Ortodoks İslamın inancına eşdeğer bir Tanrı anlayışı sergilediğini ileri sürdüğü, daha doğrusu öyle sandığı bu şiirlerinden dörtlükler vermektedir. Oysa, İlyas Üzüm´ün bu anlamda irdelemeye aldığı dörtlükleri oluşturduğu şiirlerin tamamı okunduğunda, aynı şiirde Ali tanrısallığını, Allah-Muhammed-Ali birliğini de işlediği rahatlıkla görülür. Açıkçası sıradan bir Sünni Müslüman bunları okuduğu zaman kendi inandığı biçimde, sıradan bir Alevi ise kendi inancına göre algılar. Yoksa İlyas Üzüm´ün dediği gibi “Pir Sultan´ın İslâmı yeterince öğrenip kavrama imkânı bulamadığı için”, yani cahil bir köylü olduğu için, “bu deyişlerinde çelişki ortaya çıkıyor” filan değil, tam tersine şiirlerini zahir ve batın inançlı (Sünni ve Alevi) toplulukları peşinden sürükleyecek güçte etkili, bilinçli, anlaşılır ve ustaca işlemiştir. İlyas Üzüm´ün kendisi bile şiirlerinden birinin bir dörtlüğünü Pir Sultan´ın (sözde) Sünni Tanrı anlayışına, diğer dörtlüğü ise bilinçli olarak Ali tanrısallığı inancına kanıt gösteriyor. Yazar makalenin başlığını “... Pir Sultan´ın Şiirlerinde Tanrı Anlayışı” koyduğu halde, şiirlerinde 343 kadar değişik adlarıyla Tanrı geçtiği için, Pir Sultan´ın ortodoks Tanrı anlayışına sahip olduğunu kanıtlamak peşine düşmüş. Onun farklı bir Tanrı inancı ve anlayışı olması kendisini neden rahatsız ettiğini anlamak olası değil. Kuşkusuz amaç, bu koca Alevi-Kızılbaş ozanını, tıpkı Yunus Emre´yi ve Kaygusuz Abdal´ı Sünnileştirmeye çalıştıkları gibi, Sünni inanç dairesi içine sokma çabasıdır.

    Bu bağlamda örnek gösterdiği dörtlüklerden bazılarını vererek durumu tam açıklığa kavuşturalım:

    Bu dünyanın evvelini sorarsan

    Allah bir, Muhammed Ali´dir Ali

    Sen bu yolun sahibini ararsan

    Allah bir, Muhammed Ali´dir Ali

    İlyas Üzüm bu dizelerde “şairin Allah´ın birliği ve Muhammed Ali gerçeğinin hem bu dünyanın evveli hem bu yolun gerçek sahibi ve kurucusu olduğunu belirtmektedir” diye bir saptama yaparken, nakaratın “Allah-Muhammed-Ali birliği” anlamına da geleceğini gözden kaçırıyor.

    Yerle gök arasına nizamlar kuran

    Ak kagıt üstüne yazılar yazan

    Engür şerbetini Kırklara ezen

    Allah bir Muhammed Ali´dir Ali

    Aynı şiirin bu dörtlüğünü Ali tanrısallığına örnek gösterip, “buradaki dizelerde, yer ile gök arasına nizamlar kuranın Ali olduğunu söyleyerek, ona bir tür uluhiyet (tanrısallık) atfetmektedir” diyor. Bu kıtadan böyle bir anlam çıkarmak için, Kırklar cemini tanımak ve orada bir üzüm danesini ezip şerbet yaparak Kırklara sunan kişinin Ali olduğunu bilmek gerekir. Gerçekte burada “Allah-Muhammed-Ali Birliği”dir, “yerle gök arasında nizamlar kuran”.

    Hak dergâhına varalım

    Hub didarını görürüm

    Bir Allah´a inanırım

    Şah´a Padişah´a değil

    İlyas Üzüm´e göre, Pir Sultan bu dörtlüğüyle, Sünni Tanrı anlayışı içinde “kimseye değil, sadece Allah´a dua ettiğini” söylüyor. O zaman, dergâha varıp güzel didarını gördüğü Hakk´ın mazharı kimdir, diye sormazlar mı? Pir Sultan´ın Tanrının makamına varıp, onun güzel yüzünü gördüğünü söylemiş olması, ortodoks (Sünni) inanç anlayışıyla hiç bağdaşır mı?

    İlyas Üzüm´ün, Pir Sultan´ın ortodoks İslam Tanrı anlayışına sahip olduğunu kanıtlamak (!) için verdiği birkaç dörtlüğe ve dizelere daha bakalım:

    Söyler Pir Sultan´ım söyler

    Hakk´ın birliğini birler

    Doğmuş bu aleme nurlar

    Nur Muhammed Ali´nindir

    ***

    Yaratmıştır insan ile hayvanı

    İnsanda emanet koydu bu canı

    Üç yüz altmış altı Peygamber hanı

    Bize kor mu ya ondan olanlar

    ***

    Hak bizi yoktan var etti

    Şükür yoktan vara geldim

    Yedi kat arşta asılı

    Kandildeki nura geldim

    ***

    Hatice Fatima mihr-i muhabbet (mihr-i muhabbet:sevgi güneşi)

    Allahın kuluna edesin rahmet

    İmam Hasan imam Hüseyin mürvet (mürvet: insanlık, yiğitlik,mertlik)

    Kalma günahlara mürvet ya Ali

    ***

    Allah birdir Hak Muhammed Ali´dir

    Anın ismi cümle âlem doludur

    ..............

    Yukarıdaki dizelerden İlyas Üzüm´ün çıkardığı sonuç ve yaptığı yorum şu birkaç cümleden ibarettir:

    “Pir Sultan Tanrının birliğine inanmaktadır. İnsanı ve hayvanı yaratanın ve yoktan var edenin Hak olduğunu, yani Hakk´ın yoktan varetme niteliğinin bulunduğunu belirtmektedir. Allahın, kuluna rahmet etmesini dilemektedir.”

    Pir Sultan Abdal´ın beş ayrı şiirinden seçilerek alınmış bu dörtlüklerin -bırakınız şiirlerin tamamını incelemeyi - sadece birer dizesi yazarı ilgilendirmekte ve bu dizelerle ozanın (sözde) Sünni Tanrı anlayışına sahip olduğunu ortaya koyuyor. Böylece de :

    “Pir Sultan´ın deyişleri incelendiğinde şairin Tanrı´nın varlığını benimsediği, başka bir ifadeyle kesin şekilde bir tanrı fikrine sahip olduğu görülür. Her ne kadar o doğrudan Tanrı´nın varlığını konu edinen şiir yazmamışsa da birçok deyişinde Tanrı´ya atıf yapmış, muhtelif vesilelerle onu anmış, başına gelen olayları O´nun takdiri ile ilişkilendirmiş; bu suretle bir Tanrı fikrine sahip bulunduğunu net olarak ortaya koymuştur”

    diye genel bir yargıya varıyor.

    Pir Sultan Abdal´ın, bir Tanri fikrine sahip bulunmadığını kim söylüyormuş? Kuşkusuz ki ozanımız Tanrıyı bir biliyor. Ancak, onun birlik (vahdet) anlayışı, yukarıda uzunca anlattığımız gibi, vahdet-i vücud, yani vücud ya da insan-Tanrı birliği olduğu kadar, vahdet-i mevcud, yani varlık ya da doğa-Tanrı birliğidir. Çünkü ona göre de herşeyin kaynağı Tanrıdır ve Tanrıya döner ve bu sonsuz dönüşüm hep sürecektir. Kaygusuz Abdal´ın dediği gibi; “Eşya-yı mahluk Halik´ten ayrı degüldir”, yani yaratılmış nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir; ayrı olamaz, herşey Tanrıdır. Pir Sultan Abdal yukarıdaki dörtlükte, alemi aydınlatan Muhammed-Ali´nin nuruyla bütünleşmiş bir “Hakk´ın birliğini birlemekte”, onu dillendirmektedir.

    İlyas Üzüm´ün, Pir Sultan´nın “Allahın kuluna rahmet etme özelliğini” dile getirdiğini söylediği yukarıdaki dörtlük bir düvazimamdan alınmadır. Pir Sultan burada, “sevginin güneşi Hatice ile Fatima´ya”, bu kutsal ana ile kızına; “Allahın kuluna edesin rahmet, yani merhamet edesin” diye yakarıyor. Ama yazar, kafasının estiği biçimde seçtiği dörtlüğün tek dizesine anlam kaydırması yaparak, yorumlamaktan çekinmemiştir. Pir Sultan şiirlerinin analizini yapmakta, anlamının çözüp yorumlamakta güçlük çeken bir kişinin, “hem şairin hem de onun mensubu olduğu kültürün inanç ve düşünce dünyasını tanımaya ışık tutacak bu şiirler ilmi tahlillere tabi tutulmamış;” demeye hakkı yoktur. İlahiyatçı yazarın, halk ozanlarının şiirlerini “tabi tuttuğu ilmi tahlilleri” böyleyse, vay o ozanların haline. Aynı cümlenin devamında söylediği, “gerek bu kültüre gerekse şaire belli ideolojik şartlanmalarla yaklaşanlar seçmeci tavırla onun bazı deyişlerini öne çıkarmış; bu suretle Pir Sultan Abdal gerçek kimliğiyle tanınmamıştır” sözlerine ne buyurulur?(1)

    Vardığı asıl sonuç ise, Pir Sultan Abdal´ın Ali tanrısallığını işlediği şiirlerinin ona ait olmadığını ve dolayısıyla, Osmanlı'nın küfürün de ötesinde, idamlık suçlama saydığı “Rafızi, mülhid ve Kızılbaşlık”tan onu aklıyor (!). Ancak, yine da onun gayri Sünni bir kültüre mensup olduğunu yadsıyamıyor; yok eğer şiirler onunsa, Pir Sultan Abdal “İslamı yeterince öğrenip kavrayamadığından”, yani yazara göre bilgisizliğinden dolayı bunları yazmıştır. “Ulaştığı kanaat” işte bu. Ozanın inanç ve felsefesini tanımadığı ve yaşadığı dönemin tplumsal ve siyasal yapılanmasını öğrenmek ya da görmek istemediği için diyor ki:

    “Diğer taraftan şaire nispet edilen az sayıdaki bazı şiirlerde onun Tanrı ile Ali´yi özdeşleştirdiği görülmüş, ama bunun Tanrı ile ilgili öteki deyişleri dikkate alındığında istisnai bir karakter taşıdığı neticesine varılmıştır. Ayrıca şairin mensubu olduğu kültürde çok ağırlıklı olmamakla birlikte bu tür anlayışları çağrıştıracak yaklaşımlar bulunduğundan hareketle, bu tür şiirlerin İslâmı yeterince öğrenip kavrama imkânı bulamadığı için eski anlayış ve geleneklerin bir çeşit yansıması, şeklinde de anlaşılmasının yanlış olmayacağı kanaatine ulaşılmıştır. ”

    Gafil kaldır gönlündeki gümanı

    Bu mülkün sahibi Ali değil mi

    Yaratmıştır on sekiz bin alemi

    Irızgını veren Ali değil mi

    (...)

    Çar melunu gördüğünü söyleyen

    Mağripten top atıp Meşrıkta tutan

    On sekiz bin alemleri vareden

    Ali´dir ki Şah-ı Merdan Ali´dir

    Bunlar ve benzeri Ali Tanrısallığına ilişkin dörtlüklerin Pir Sultan Abdal´a ait olduğu kuşku götürmez. Bu şiirlerde Tanrı ile özdeşleştirilen Ali´nin elbetteki fiziksel varlığı değildir. Bölümün başından beri ozanın Tanrı anlayışını anlatmaya çalışmış ve bu anlayışın kaynakları üzerinde durmuştuk. Ama biraz daha özele indirerek açıklamaya çalışalım:

    Pir Sultan Abdal´ın şiirlerinde “Ali´yi Tanrı ile özdeşleştirmesi”, tasavvufun, Tanrının insanda görünüm alanına çıkması, yani ‘insanda tecelli etmesi´ inancından farklı bir Tanrı anlayışı değildir. O, Allah-Muhammed-Ali üçlüsünü Tanrısal birlik (vahdet) gördüğü gibi, onları yaratıcı birliğin birer parçası olarak tek tek de Tanrı diye çağırmakta sakınca görmemiştir.

    Bunu açıklamak için, Alevilik yaratılış mitosundaki kent ü kenz (gizli hazine) sırrı ve Adem´den 14 bin yıl önce yaratılmış Kandildeki Muhammed-Ali birlik nurunu uzun uzun anlatmak da gerekli değil.

    Sen Hakkı yabanda arama sakın

    Kalbini pak eyle Hak sana yakın

    Ademe hor bakma sözünü sakın (Adem: insan, adam)

    Cümlesin ademde buldum erenler

    Pir Sultan Abdal´da Ali tanrısallığının, dörtlüğünün ilk iki dizesinde belirlediği tasavvuftaki vahdet-i vücud (insan-Tanrı birliği), son iki dizeye sığdırdığı vahdet-i mevcud (pantheism) inancından farkı yoktur. Bu çeşit Tanrı algılaması olmasaydı, ne hümanizm yani insanseverlik, ne de doğa-çevre sevgisi oluşurdu.

    Batıni-Alevi inanç anlayışında insan, Tanrının yeryüzünde hem vekili, hem mazharı, hem de kendi parçalarından bütüne ulaşan birliğidir; adı Tanrı, Ali, Muhammed, Ehlibeyt beşlisinin ya da Allah-Muhammed-Ali üçlüsünün birliği, Muhammed Hanefi, Haşim, Muhammed Bakır, Cafer, İsmail, Salman vb. olsun farketmiyor. Hepsi de birer insandır.(2) Ayrıca Tanrı kurtarıcı görevini verdiği dostlarında, yani Velilerde-İmamlarda görünüm alanına çıkar (manifestation). Ali, veliliğin ve velilerin şahı (Şah-ı Velayet), İmamların atasıdır. Ve Batıni-Alevi inancında tüm zamanların / dönemlerin velileri, İmamlar ve kurtarıcı yüce kişiler (insan-ı kamiller) Ali olarak nitelendirilir ve birer Tanrısal mazhardır; tek aydınlatıcı ışık olan olan Tanrını parçaları ve yansımalarıdır. Her sıradan inanan da ‘Ali´nin hizmetinde bir Salman olmaya´ çaba gösteririr. Bu bağlamda Pir Sultan Abdal´ın da dilinden Ali hiç düşmez; yazımızın ilgili bölümlerinde görüldüğü gibi, Hacı Bektaş da, Şah İsmail de Ali´dir. Kalender Şahı da, Seyyid Ali Sultanı da Ali olarak nitelemekte. Onun şiirlerinde “seher yelleriyle esen, dört kitabı yazan Ali´dir ve yezide batın kılıncını çalan da Murtaza Ali´dir”. Ve der ki:

    Ali´dir Allahın dostu

    Hu dedi zülfikar kesti

    Salman´a sünbül ü desti

    Veren Murtaza Ali´dir

    Bunlarla da kalmaz Pir Sultan, onunla bütünleşir, Ali olur ve Ali de kendisidir:

    Pir Sultan´ım şu dünyaya

    Dolu geldim dolu benim

    Bilmeyenler bilsin beni

    Ben Ali´yim Ali benim

    ve

    Gönül verdim ikrar verdim Hayder´e

    Geçmem beni etseler pare pare

    diyen Pir Sultan Abdal´ı Ali´sinden koparmaya kimsenin gücü yetmez ve bir başka Pir Sultan Abdal da yoktur. Tanrının çeşitli adlarının geçtiği şiirler de, Ali´yi, tanrısallaştıran şiirler de aynı büyük Alevi halk ozanı Pir Sultan Abdal´ındır.

    Yukarıda da belirttiğimiz üzere biz, birkaç Pir Sultan Abdal adını taşıyan halk ozanı olduğuna inanmıyoruz. Ancak, Kalender Şah´ın “cümle âşıkların atası” olarak nitelediği Pir Sultan, Hatayi ve Kul Himmet´in bir çok şiirleri birbirine karışmış durumdadır. Ayrıca Kul Hüseyin´inkilerin de karışmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu karışıklığın bizce iki kaynağı vardır: Birincisi, şiirleri sözlü ve müzikli olarak kuşaktan kuşağa aktaran Alevi dedeleri ve zakirlerin unutkanlıkları ya da son dörlüğü yanlış anımsamaları, diğeri ise şiirleri Cönk´lere geçiren bilgiç (!) müstensihler, yani onları kopya eden yazıcılar.

    Bölümün başında söylediklerimizi yineleyerek sonuca varmak uygun olacaktır: Pir Sultan´ın gönülevinde konuk eylediği, özüne ortak olduğu; Ali´sinde gördüğü Hacı Bektaş Veli´sinde kavuştuğu, Şah´ında ya da Pir´inde yansıyan “hub cemaline” âşık olarak secde edip yüz sürdüğü sevgili Tanrısını, “mekândan münezzeh”, “görünmez, bilinmez” ve korku saçan Ortodoks İslamın soyut Tanrısıyla karıştırarak savunmaya kalkışanlar, bu inancından dolayı suçlama yapan ve aşağılayanlar kadar ona hakaret etmektedir. Buna kimsenin hakkı yoktur ve o kimse Alevi-Bektaşi toplumunun da dostu değildir.

    1 Seçmeci tavır suçlamasını büyük ölçüde bize yönelten bu yazarın, Pir Sultan´ın ‘Ortodoks İslam tanrı anlayışına sahip olduğunu´ kanıtlama gayret ve telaşı içerisinde şiirlerinden seçtiği dörtlükleri de değil, sadece bazı dizeleri örneklemesini acaba hangi “ideolojik şartlanmalara” bağlamak gerekir? Kaldı ki, Üzüm´ün sözünü ettiği “Görmediğim Tanrı´ya Tapmam” kitabımızda Pir Sultan Abdal incelenmemiştir. İmadeddin Nesimi´nin şiirleri üzerinde yapılan yorumlardan (nakilci) kıyas yöntemiyle, bir Sultan Abdal´ın Tanrıya inanmadığını söylediğimiz anlamı çıkarıyor. İslamın dışındaki dinlerin, Sünnilik dışı inançların Tanrı anlayışına saygı göstermeyen ve hâlâ “dinsizlik, sapkınlık” gören zihniyete sahip kimselerin bugün bile Nesimi´nin derisini yüzmekten çekinmeyecekleri açıktır.

    2 Bunlar, tarih boyu değişmez dogmalara sahip ortodoks İslamın bidat ve sapkınlık olarak gördüğü ve hiçbir zaman hoşgörü göstermediği anlayışlardır. Egemen ortodoks yönetimler tarafından, bu özgür inanç biçimlenmelerine eğilim duyanların oluk oluk kanları akıtılmış, derileri yüzülmüş, birçoğu da diri diri yakılmışlardır. İlk örneklemeler için "İmam Bakır ve İmam Cafer Çevresinde (8. yüzyıl) Proto-Alevilik Kümeleşmeleri ve Siyasi Muhalefet Hareketleriyle İlişkileri” makalemize bkz. www.alewiten.com/tarih/genel.

    alıntıdır alevikonseyi
     

Sayfayı Paylaş