Nazım Hikmet Ran şiirleri (A'dan Z'ye)-3 E-F-G serisi ELLERINIZE VE YALANA DAIR Bütün taşlar gibi vakarlı, Hapiste söylenen bütün türküler gibi kederli, Bütün yük hayvanları gibi battal, ağır Ve aç çocukların dargın yüzlerine benzeyen elleriniz. Arılar gibi hünerli, hafif, Sütlü memeler gibi yuklu, Tabiat gibi cesur Ve dost yumuşaklıklarını haşin derilerinin altında gizleyen elleriniz. Bu dünya öküzün boynuzunda değil, Bu dünya ellerinizin üstünde duruyor. Ve insanlar, ah, benim insanlarım, Yalanla besliyorlar sizi, Halbuki açsınız, Etle, ekmekle beslenmeğe muhtaçsınız. Ve beyaz sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya, Göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan. İnsanlar, ah, benim insanlarım, Hele asya’dakiler, afrika’dakiler, Yakın doğu, orta doğu, pasifik adaları Ve benim memleketlilerim, Yani bütün insanların yüzde yetmişinden çoğu, Elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız, Elleriniz gibi meraklı, hayran ve gençsiniz. İnsanlarım, ah, benim insanlarım, Avrupalım, amerikalım benim, Uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi, Ellerin gibi tez kandırılır, Kolay atlatılırsın...insanlarım, ah, benim insanlarım, Antenler yalan söylüyorsa, Yalan söylüyorsa rotatifler, Kitaplar yalan söylüyorsa, Beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların, Dua yalan söylüyorsa, Ninni yalan söylüyorsa, Rüya yalan söylüyorsa, Meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa, Yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ay ışığı, Söz yalan söylüyorsa, Ses yalan söylüyorsa, Ellerinizden geçinen Ve ellerinizden başka her şey Herkes yalan söylüyorsa, Elleriniz balçık gibi itaatli, Elleriniz karanlık gibi koçar, Elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, Elleriniz isyan etmesin diyedir. Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız Bu ölümlü, bu yaşanası dünyada Bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir. NAZIM HİKMET RAN
EN MÜHIM MESELE Toprak doyurası gözleri doymuyor Çok para kazanmak istiyorlar; Öldürmemiz, ölmemiz lazım geliyor Çok para kazanmaları için. Elbet de aşikare yapmıyorlar bunu : Renk renk fener asmışlar kuru dallara, Yalanları salmışlar yollara, Hepsinin de kuyruğu telli pullu. Davullar dövülüyor pazar yerinde Çadırlarda kaplan adam, deniz kızı, kesik bas, Pembe donlu cambazlar tellerin üzerinde Hepsinindi yüzü gözü boyalı. Aldanıp aldanmamak, İste butun mesele. Aldanmazsak : varız! Aldanırsak : yok! NAZIM HİKMET RAN
ERZURUM VE SIVAS KONGRELERI Biz ki İstanbul şehriyiz, İste, arz ederiz halimizi Türk halkının yüce katına. Mevsim yazdır, 919'dur. Ve teşrinlerinde gecen yılın Dört düvele teslim ettiler bizi, Gözü kanlı dört düvele Anadan doğma çırılçıplak. Ve kurumuştu Ve kan içindeydi memelerimiz. Biz ki İstanbul şehriyiz, Fransız, İngiliz, İtalyan, amerikan Bir de yunan, Bir de zavallı Afrika zencileri Yer bitirir bizi bir yandan, Bir yandan da kendi köpek döllerimiz: Vahdettin sultan, Ve damat Ferit Ve İngiliz muhipleri Ve mandacılar, Biz ki İstanbul şehriyiz, Yüce Türk halkı, Malumun olsun çektiğimiz acılar... ... ... Erzurum'da on dört gün surdu kongre: Orda, mazlum milletlerden bahsedildi Bütün mazlum milletlerden Ve emperyalizme karsı dövüşenlerinden onların. Orda, bir şurayı millimden bahsedildi, İrade-i milliye'ye müstenit bir şurayı millimden. Buna rağmen Diyenler vardı, Hatta casuslar vardı içerde. Buna rağmen Denildi. Denildi, Buna rağmen İstanbul’da birçok hanımlar, beyler, paşalar, Türk halkından kesmişlerdi umudu. Yağdırıldı telgraflar Erzurum’a: <> diye. < buğun bu, diyorlardı, mümkün değil, Birkaç vilayet, diyorlardı, kalacak elde, Şu halde, diyorlardı, şu halde, Memaliki Osmaniye’nin cümlesine şamil Amerikan mandaterliğini talep etmeği Memleketimiz için en Naci Bir sekli hal kabul ediyoruz.>> Fakat bu şekli hallı kabul etmedi Erzurumlu. Erzurum'un kışı zorludur, balam, Buz tutar yiğitlerin bıyığı. Erzurum'da kaskatı, dimdik olur adam, Kabullenmez yılgınlığı... İstanbul’da hanımlar, beyler, paşalar, Tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler, Çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri Ve biçare telgraf telleri Devretmek için Amerika’ya Anadolu’yu Şöyle diyorlardı Erzurum’dakilere: < Tarafgirlik, cehalet Ve çok konuşmaktan başka müspet Bir hayat kuramayız. İste bu yüzden Amerika çok işimize geliyor. Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika. Ne olacak, Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz, Sonra yeni dünya'nın sayesinde İstiklali kafasında ve cebinde taşıyan Bir Türkiye vücuda geliverir. Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına Nasıl bir idare kurduğunu Avrupa'ya göstermek ister. Hem artık işi uzatmağa gelmez. Çok tehlikeli anlar yasıyoruz. Sergüzeşt ve cidal devri geçmiştir: Türkiye’yi geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.>> ... ... ... Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul’dan gelen zevat. Sivas, mandayı kabul etmedi fakat, <> Dedi, < ya istiklal, ya olum! >> Dedi. NAZIM HİKMET RAN
FAKIR BIR ŞIMAL KILISESINDE ŞEYTAN İLE RAHIBIN MACERASI... İlkönce yağmurla Sonra birdenbire açan güneşle başlamıştı sabah. Henüz ıslaktı asfaltın solundaki tarla. Harp esirleri çoktan iş başındaydılar. Topraktan nefret du***** — halbuki köylüydü birçoğu — Tıraşlı ve korkak Çapalıyorlardı patatesleri. Suluboya, solgun resimleri hatırlatıyordu insana Köy kilisesinden gelen çan sesleri. Pazardı. Kilisede erkeklerin hepsi ihtiyardı Kadınların değil, İçlerinde büyük memeli kızlar, Ve sarı saçlarına ak düşmemiş anneler vardı. Maviydi gözleri. Başları önde, Kalın, kırmızı ve harap parmaklarına bakıyorlardı. Terliydiler. Haşlanmış lahanayla günlük kokuyordu. Kürsüde muhterem peder «beyannameyi» okuyordu, — gözlerini gizleyerek —. Renkliydi pencere camlarından biri. Bu camdan içeri giren güneş Duruyordu genç bir kadının bembeyaz ensesinde Eski bir kan lekesi gibi. Ve hiçbir zaman Doğurmamış olan Göğüssüz ve kalçasız bir Meryem'in kucağında bir çocuk: Başı öyle büyük O kadar inceydi ki kıvrılmış bacakları Hazin ve korkunçtu. Önlerinde kandil yanıyordu Eski Sert Ve boyalı tahtayı aydınlatıp... İki adam boyundaydı tahta heykel. Şeytan saklanmıştı arkasına — kaşları çekik, sakalı sivri, Mefistofeles olması muhtemel, —- Ve âlim bir tebessümle Dinliyordu muhterem pederi. «— Avrupa'nın bekası, (okuyordu beyannameyi muhterem peder) Avrupa'nın bekası için harbediyoruz.» Dinliyordu Şeytan Sivri sakalında keder Ve âsi ve selîm aklına Dayanılmaz bir ağrı vermekteydi yalan. Okuyordu rahip: «— Avrupa milletleri el ele verip Harbediyoruz, Ve mutlak imha edeceğiz Medeniyet için tahripçi bir unsuru.» Şeytan bir parça yana itti Meryem'in heykelini Ve havada sihirle efsun alâmetleri daireler çevirip Kaldırdı elini Rahibe doğru — etsizdi, uzundu bu el, Hakikat gibi, kemikli ve kuru —. Ve ne olduysa o anda oldu işte. Renkli camın altındaki kadın Çırılçıplak göründü kıpkırmızı güneşte. Memeleri ağırdı Ve sarı ipek gibi parlıyordu karnının altında tüyler. Düşürdü kâadı muhterem peder Ve Şeytan'ın iğvasıyla hakikati bağırdı: «— Karşı koymak günü geldi en büyük tehlikeye. Harbediyoruz, Fuhşun bekası için, Kerhane kapıları kapanmasın diye. Ve sen orda, arkada İçinde beyaz entarisinin Bir erkek çocuğu gibi duran, Sen ****** olacaksın kızım. Sana firengi ve belsoğukluğu verecekler Büyük şehirlerimizden birinde. Baban dönmeyecek Yatıyor şimdi yüzükoyun Çok uzak bir toprağın üzerinde. Şimdi kan içindedir Etli, kalın kulaklar Ve ince kollarının dolandığı boyun. Yattığı yerde yalnız değil. Hareketsiz duran tanklarla, terk edilmiş toplar sahada.» Kendi sesinden ürkerek Sustu rahip. Orda, arkada, beyazlı kız ağlıyordu. Kadife ceketli bir erkek — ihtiyar orman bekçisi civar çiftliğin — Bir şeyler söylemek istedi. Sivri sakalını kaşıdı Şeytan, Rahibe: «Devam et, » — dedi. Ve muhterem peder Başladı tekrar konuşmaya: «— Harbediyoruz: Pazar ve mal nizamının bekası için. Kömür, lâstik ve kereste, Ve kendi değerinden fazla yaratan iş kuvveti Satılmalıdır. Patiska, benzin Buğday, patates, domuz eti Ve taze gümrah bir sesin içindeki cennet Satılmalıdır. Güneşli bahçesi ve resimli kitapları çocukluğun Ve ihtiyarlığın emniyeti Satılmalıdır. Şan, şeref ve saadet, Ve Kuru kahve Topyekun pazar malı olup Tartılıp, ölçülüp, biçilip satılmalıdır. Harbediyoruz: Harbi bitirdiğimiz zaman Aç, işsiz ve sakat — harp madalyasıyla fakat — Köprü altında yatılmalıdır...» Yine sustu muhterem peder. Şeytan emretti yine: «— Naklet onun macerasını, O ne idi, ne oldu, anlat...» Ve anlattı rahip: «— Onu hepiniz hatırlarsınız, Toprağın içindeki bir patates tohumu gibi Fakir, Çalışkan Ve neşesiz geçti çocukluğu. Sonra uyandı birdenbire On yedi yaşına doğru. Yine fakirdi, çalışkandı. Fakat aylarca gidip Bulutsuz bir denizde Altında sönük yelkenlerin Sanki çok sıcak bir sabah ufukta apansızın Yeni bir dünya keşfeder gibi buldu neşeyi... Mahallede sesi en güzel olan insandı Ve en güzel mandolin çalan. Hatırlıyorsunuz değil mi Size doğru gelen dostluğunu kocaman, kırmızı elinin Ve mavi kurdelesini Mandolininin? .. İçinizde kimin kalbini kırdı, Kime yalan söyledi, Sarhoş olduğu vaki midir, Ve kiminle dövüştü? Çocuklara saygısını Ve ihtiyarlara şefkatini inkâr edebilir miyiz? Belki biraz kalın kafalı Fakat kalbi bir balık yavrusu gibi temiz Onu geçen sene harbe gönderdik. Şimdi gerilerinde cephenin İşgal altındaki bir köyün odasındadır. Baygın bir kadının ırzına geçmekle meşgul Bir tahta masanın üzerinde. Beli çıplak Pantolunu dizlerinde Başında miğfer Ve ayaklarında kısa, kalın çizmeler. Yerde iki çocuk ölüsü yatıyordu Direkte bağlı bir erkek. Dışarda yağmur yağıyor Ve uzaktan uzağa motor sesleri. Kadını masadan yere iterek Doğrulup çekti pantolonunu... Halbuki hepiniz hatırlarsınız onu, Hatırlıyorsunuz değil mi Size doğru gelen dostluğunu kocaman, kırmızı elinin Ve mavi kurdelesini Mandolininin? » Yine birdenbire sustu muhterem peder. (Susabilmek bir hünerdir İnsanın ağzından çıkan sözler Kendine ait olmazsa.) Fakat tahta Meryem'in arkasından Yine emretti Şeytan: «— Rahip, devam et, » — dedi. Ve devam etti rahip: «— Harbediyoruz. Çalıştırılan insan yığınları Birbirine devrederek zinciri, Karanlık ve ağır, Beton künklerin içinde akmalıdır. Ve sen kocakarı — ön safta, solda, diz çöküp Yüzü eski bir kâat gibi buruşuk olan — Seni temin ederim ki Kilise kapısında oynayan torunun — beş yaşında, Başı altın bir top gibi yuvarlak — Dedesi, Senin kocan, Babası, Senin oğlun Ve komşuların gibi Kömür ocaklarında çalışacak. Hiçbir şeyi Ümit etmemeyi Öğrensin. Bu maksatla Uçuyor bombardıman birliklerimiz Tasavvur edilmeyecek kadar çok ölüm taşıyıp İki gergin kanatla. Ve motorlarına benzinle beraber Belki bir parça keder dolarak (öldürenlerde tevehhüm edilen keder gibi bir şey) , Uçuyor av kuvvetleri himayesinde olarak Bombardıman birliklerimiz Birbiri ardından giden dalgalar halinde... Harbediyoruz: Öldürdüklerimizin sayısı — bizden ve onlardan Aralarında meme çocukları da var — Şimdilik Beş altı milyon kadar. Harbediyoruz: Kundak bezinin çeşidiyle belli olmalı herkesin yeri. Harbediyoruz: Parlasın edebiyen diye sabah güneşlerinde Hapisane demirleri...» Hakikat çok taraflıdır. Fakir bir Şimal kilisesinde — Şeytan'ın iğvasıyla da olsa — Fakir bir papaz Onu o kadar uzun anlatamaz. İnzibat kuvvetleri aldı haberi — kadife ceketli orman bekçisinden — Gelip indirdiler kürsüden muhterem pederi. Ve asfalt yolun üzerinde Arasında silâhlı iki adamın Giderken muhterem peder Şeytan baktı arkasından: Çekik kaşlarında ümit Ve sivri sakalında keder. NAZIM HİKMET RAN
GAZETE FOTOĞRAFLARI ÜSTÜNE... 1 Kara yara Birinci sayfada yatıyor iki sütun üstüne İki çıplak yavrucuk, Birinci sayfada iki sütun üstüne Bir avuç kemik deri. Delinmiş patlamış etleri. Biri Diyarbakırlı, Erganili biri. Kolları bacakları kargacık burgacık, Kafaları kocaman, Ağızları korkunç bir haykırışla açık, Birinci sayfada taşla ezilmiş iki kurbağacık. İki kurbağacık Kara yaralı iki yavrum benim. Yılda kim bilir kaç bininiz Acı suya bile doymadan gelip gidiyor... Ve müsteşar bey: (kara yaraya tutulası) 'Endişeye mahal yok, ' diyor. 3 ağustos 1959 2 Emniyet müdürü Güneş bir yara gibi açılmış gökte Akıyor kanı. Uçak alanı. Karşılayıcılar, eller göbekte: Coplar, cipler, Hapisane duvarları, karakollar Ve darağaçlarında sallanan ipler Ve siviller göze görünmez Ve bir çocuk işkenceye dayanamadı Attı kendini emniyet'te üçüncü kattan. Ve işte emniyet müdürü bey Uçaktan iniyorlar Amerika'dan dönüyorlar Mesleki tetkikattan. İncelediler uyku uyutmamak usullerini Ve memnun kaldılar pek Hayalara bağlanan elektrottan Ve bizdeki tabutlukların üstüne bir de konferans vererek Açıkladılar faydalarını Koltuk altlarına kaynar yumurta koymanın, Boyun derisini kibritle ince ince yakıp soymanın. Emniyet müdürü bey uçaktan iniyorlar Amerika'dan dönüyorlar Ve coplar cipler Ve darağaçlarında sallanan ipler Üstat döndü diye seviniyorlar. 1959 3 Adnan bey Türküler söylendikçe Türk diliyle Seni seviyorum gülüm, dendikçe türk diliyle Türk diliyle gülünüp Türk diliyle ağıtlar yakıldıkça, Adnan bey, Ben anılacağım, Anılacak Türk diliyle size sövüşüm. Tarlalarımıza girmiş değil sizin gibisi yaban domuzunun. Şehrimiz görmüş değil yangının sizden kanlısını. Bir adınız var, Adnan bey, adımıza benzeyen. Dilimiz kuruyor dilimizi konuştuğunuz için. Bitten, açlıktan, sıtmadan betersiniz. Yüz Türkiye olsa Elinizden de gelse Yüzünü de zincire vurur Yüz kere satarsınız. Milletimin en talihsiz gecesi Ana rahmine düştüğünüz gecedir. 1959 4 Ahmet emin yalman Selanikli Osman efendi Keskin muhasebecilerdendi Ama o da yanıldı ömründe bir kere Yanlış bir tohum atıp rahm-i madere. Bu tohum dünyaya çıkıp insan biçimini aldıysa da, Boyu bir karış kaldıysa da, Öyle haltlar yedi, öyle işler karıştırdı ki Sövdüler kabrinde bile babası Osman efendiye. Osman efendi, Ahmet emin adını takmıştı tohumuna, Ahmet emin, yalman'lığı kattı buna Ve Ahmet emin yalman Önce alaman oldu sonra amerikan. Ona göre her devirde, her zaman Satılacak bir gazeteydi 'vatan' Ve hazret sattı vatanı. Hapse atacaklarmış Ahmet emin yalman'ı Amerikana yaranmaktaki rekabet yüzünden. Hapisteki hırsızlara acıyorum ben, Ahlâkları bozulacak Emin beyle aynı damda yaşa*****... 1959 5 Refik koraltan «tekstilde umutsuz durum. Bir işsiz kezzap içti. Bir milyon çocuk okuldan mahrum. Kara yara Mardin’e geçti. Grev yapan işçiler yakalandı. Köylü, çiftliklerinin ekinini yakıyor...» Bir gazete sayfasında Başlıkların arasından bakıyor başkan Başkan refik bey, Bel bel bakıyor. Büyük millet meclisi'nin sahibi Gösteriyor suratını milletime Bilmem neyini gösteren bir deli gibi. Biliyoruz, Odur küçük dağları Ve dağların doğurduğu fareleri yaratan Ve debreli hasan gibi martini atan. Biliyoruz, Tutmuş elinden amerikan: Yürü ya refik kulum, demiş Ve refik bey yürümüş, Göbeği kendinden bir karış önde, Diz kapaklarına kadar kana batarak, Millî şerefimizin kemikleri üstünde. Biliyoruz, biliyoruz, Bu vatanın anasını ağlatan Bir ismet, bir Adnan, bir de koraltan. 1959 6 Korku Korkuyor Adnan menderes Ölülerden korkuyor. Kore dağlarından geliyor kimi Apaçık gözleri dumanlı Kaytan bıyıkları kanlı Yaşları yirmi. Korkuyor Adnan menderes Ölülerden korkuyor Hele çocuk ölülerinden. Karınları davul gibi, boyunları çöpten ince, Kırıyorlar Adnan bey'in mutfak camlarını Her gece mezarlarından çıkınca... Korkuyor Adnan menderes Dirilerden korkuyor Hele çarıklılardan Hele kasketlilerden. Kasketliler hayını bağışlamayı bilmez. Korkuyor Adnan menderes Kocaman yanakları Sarkıyor yağlı, sarı. Korkuyor Adnan menderes Üç saate indi uykusu. Korkuyor Adnan menderes Hiçbir korkuya benzemez Halkını satanın korkusu. NAZIM HİKMET RAN
GELMIŞ DÜNYANIN DÖRT BIR UCUNDAN... Gelmiş dünyanın dört bir ucundan Ayrı dilleri konuşur, anlaşırız Yeşil dallarız dünya ağacından Gençlik denen bir millet var, ondanız NAZIM HİKMET RAN
GERILEYEN TÜRKIYE YAHUT ADNAN MENDERES'E ÖĞÜTLER... Şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes. Bindiğin dalı kesiyorsun Adnan Menderes. İlle de asıp kesmek geliyorsa içinden Ezmekte devâm et Barışçılar'ı, ama sen Meselâ Yalçın'ı da tıkıyorsun deliğe (1) İhtiyarcık sana azıcık cilve yaptı diye, Git, koş, elini öp, af dile, yüzünü güldür, O, yalnız altın kafeslerde öten bülbüldür. O, matbaalar yıktırıp kitaplar yaktıran, (2) O, büyük demokrat, O, hürriyetçi kahraman, Moskova'yı atomlayalım diyen insancı... Kendine acımazsan bize bir parça acı. A be Adnan Menderes, böyle bir dal kesilmez, Böyle şaşkınlıkların sonu da iyi gelmez... Şu muhalefetle de alıp veremediğin ne? Niye öyle hışımla yürüyorsun üstüne? Kore'ye asker gönderdin de 'Hayır' mı dedi? 'Kan aktı hesabı sorulmalıdır! ' mı dedi? Orduyu emrimize verdin, ses çıkardı mı? 'Olmaz olsun' mu dedi Amerikan yardımı? Feryat mı etti 'İstiklâl elden gitti' diye? Zavallı, sımsıkı sarılmış demokrasiye: 'Başvekil merasimsiz karşılanmalı' diyor. (3) Bir de bazan coşarak 'Hayat pahalı' diyor. Bu aksoylu muhalefeti ezilir görmek Türkün Batılı dostlarını pek üzüyor pek. (4) Şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes. Bindiğin dalı kesiyorsun Adnan Menderes. Hani, her işte bizden örnek alacaktın ya? Hürriyet nizamına sâdık kalacaktın ya? Vaadettin tanımadın işçinin grev hakkını. O hakkı bizim tanıdığımız gibi tanı. Elli istiyorlarsa ateş aç, sonra beş ver. Ama ufak tefek grevlerde anlayış göster. Sendika liderlerinizin birçoğu zaten bizde olduğu gibi emir alır polisten. Niye telaşlanıp kaybedersin vekarını? Hem de kırarsın liderlerin itibarını? Şaşkınlığın bu kadarına doğrusu ya pes, Bindiğin dalı kesiyorsun Adnan Menderes. Senin bindiğin dallar ve bindiğimiz dallar, Unutma bu dallardan başka asıl ağaç var, Öfkeyle homurdanan yarı çıplak, yarı aç, Bizi silkip atmaya fırsat kollıyan ağaç... NAZIM HİKMET RAN
GIDERAYAK... Giderayak işlerim var bitirilecek, giderayak. Ceylanı kurtardım avcının elinden ama daha baygın yatar ayılamadı. Kopardım portakalı dalından ama kabuğu soyulamadı. Oldum yıldızlarla haşır neşir ama sayısı bir tamam sayılamadı. Kuyudan çektim suyu ama bardaklara konulamadı. Güller dizildi tepsiye ama taştan fincan oyulamadı. Sevdalara doyulamadı. Giderayak işlerim var bitirilecek, giderayak. NAZIM HİKMET RAN
GÖLGESI Ağlasada gizliyor gözlerinin yaşını; Bir kere eğemedim bu kadının başını. Kaç kere sürükledi gururumu ölüme Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme. Cevapları öyle heycansız ki onun, Kaç kere iman ettim, hiçliğine ruhunun. Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi Güzelliğin önünde, dolup, çarpmalı kalbi Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor. Bir çiçeğin önünde bir dakkika durmuyor... Dönüyoruz yine biz uzun bir gezintiden Gönlümün elemini döküyorken ona ben O bana kendisini gülerek naklediyor diyor. Ya bu kadın delidir, yahut ben çıldırmışım Ben ki.bir çok kereler kırılmışım, kırmışım Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı Birden onun yüzüne haykırma ihtiyacı İçimde alev alev tutuştu yangın gibi Bir dakika kendimin olamadım sahibi Hiç olmazsa öcümü böyle alırım dedim Yolda mağrur duran gölgesini çiğnedim. NAZIM HİKMET RAN
GÖVDEMDEKI KURT... Sen Benim Minare boyunda çam gövdeme, Yumuşak Beyaz Bir kurt gibi girdin, Kemirdin! Ben Barsaklarında solucan Makdonaldı besleyen İngiliz amelesi gibi taşıyorum Seni içimde! Biliyorum Kabahat kimde! Ey ruhu lordlar kamarası kadın! Ey uzun entarili tüysüz Puankare! Karşımda: Demirleri kıpkızıl Bir şimendifer ocağı gibi yanmak Senin en basit hünerin; Yine en basit hünerin senin Buzun üstünde bir paten gibi kıvranmak! Soğuk! Sıcak! Kaltak! Dur! Yumuşak Beyaz Kıvrılışlarınla Beynime giriyorsun Kemiriyorsun! Oraya giremezsin! Onu kemiremezsin! Yumuşak Beyaz Kıvrılışlarıyla Beynime giren kurdu Çürük bir diş çeker gibi söktüm! Epeyce ter döktüm! Bu sonuncuydu Bir daha olmayacak! NAZIM HİKMET RAN
GÖZLERI SIYAH KADIN Gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki Çok sevdiğim başına yemin ediyorum ben Koyu bir çiçek gibi gözlerin kapanırken Bir dakika göğsünün üstünde olsa yerim Ömrümü bir yudumda ellerinden içerim Gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki. NAZIM HİKMET RAN
GÖZLERIMIZ Gözlerimiz şeffaf temiz damlalardır. Her damlada demire can veren dehamızın Bir küçücük zerresi vardır.. Şeffaf temiz damlalarıyla gözlerimiz Bir umman içinde o kadar birleşti ki, Kaynıyan suda buzu nasıl eritirsiniz, işte biz de birbirimizde öyle kaybolduk. Yükseldi gözlerimizin şaheseri Demire can veren dehayı bulduk. Şeffaf temiz damlalarıyla gözlerimiz, Bir umman içinde birleşmeseydi eğer, Her zerre dağılsaydı başka bir yere, Dinamolarla türbinleri çiftleştirerek, Çelik dağları suda kof bir kelek gibi döndüremezdik.. Ve gözlerimizi yakan gecenin ateşini Şamasız kibrit gibi söndüremezdik. NAZIM HİKMET RAN
GÖZLERIN... Gözlerin gözlerin gözlerin, ister hapisaneme, ister hastaneme gel, gözlerin gözlerin gözlerin hep güneşte, şu Mayıs ayı sonlarında öyledir işte Antalya tarafında ekinler seher vakti. Gözlerin gözlerin gözlerin, kaç defa karşımda ağladılar çırılçıplak kaldı gözlerin altı aylık çocuk gözleri gibi kocaman ve çırılçıplak, fakat bir gün bile güneşsiz kalmadılar. Gözlerin gözlerin gözlerin, gözlerin bir mahmurlaşmayagörsün sevinçli bahtiyar alabildiğine akıllı ve mükemmel dillere destan bir şeyler olur dünyaya sevdası insanın. Gözlerin gözlerin gözlerin, sonbaharda öyledir işte kestanelikleri Bursa'nın ve yaz yağmurundan sonra yapraklar ve her mevsim ve her saat İstanbul. Gözlerin gözlerin gözlerin, gün gelecek gülüm, gün gelecek, kardeş insanlar birbirine senin gözlerinle bakacaklar gülüm, senin gözlerinle bakacaklar. NAZIM HİKMET RAN
GÖZLERINE BAKARKEN Gözlerine bakarken güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma, bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde kayboluyorum... Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum, durup dinlenmeden değişen ebedi madde gibi gözlerin: sırrını her gün bir parça veren fakat hiç bir zaman büsbütün teslim olmayacak olan... NAZIM HİKMET RAN
GÜNEŞI İÇENLERIN TÜRKÜSÜ... Bu bir türkü: - toprak çanaklarda güneşi içenlerin türküsü! Bu bir örgü: - alev bir saç örgüsü! kıvranıyor; kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor esmer alınlarında bakır ayakları çıplak kahramanların! Ben de gördüm o kahramanları, ben de sardım o örgüyü, ben de onlarla güneşe giden köprüden geçtim! Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi. Ben de söyledim o türküyü! Yüreğimiz topraktan aldı hızını; altın yeleli aslanların ağzını yırtarak gerindik! Sıçradık; şimşekli rüzgâra bindik! . Kayalardan kayalarla kopan kartallar çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını. Alev bilekli süvariler kamçılıyor şaha kalkan atlarını! Akın var güneşe akın! Güneşi zaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! Düşmesin bizimle yola: evinde ağlayanların göz yaşlarını boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar! Bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar! İşte: şu güneşten düşen ateşte milyonlarla kırmızı yürek yanıyor! Sen de çıkar göğsünün kafesinden yüreğini; şu güneşten düşen ateşe fırlat; yüreğini yüreklerimizin yanına at! Akın var güneşe akın! Güneşi zaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk! Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız, toprak kokuyor bakır sakallarımız! Neş'emiz sıcak! kan kadar sıcak, delikanlıların rüyalarında yanan o «an» kadar sıcak! Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak, ölülerimizin başlarına basarak yükseliyoruz güneşe doğru! Ölenler döğüşerek öldüler; güneşe gömüldüler. Vaktimiz yok onların matemini tutmaya! Akın var güneşe akın! Güneşi zaaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor! Kalın tuğla bacalar kıvranarak ötüyor! Haykırdı en önde giden, emreden! Bu ses! Bu sesin kuvveti, bu kuvvet yaralı aç kurtların gözlerine perde vuran, onları oldukları yerde durduran kuvvet! Emret ki ölelim emret! Güneşi içiyoruz sesinde! Coşuyoruz, coşuyor! .. Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor! Akın var güneşe akın! Güneşi zaaaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! Toprak bakır gök bakır. Haykır güneşi içenlerin türküsünü, Hay-kır Haykıralım! NAZIM HİKMET RAN
GÜNEŞTE Güneşte Denizin sonunda mavi bir duman gibi Gözümde tütüyorsun. Yeşil bir erik dalı yüreğim Sen altın tüylü bir yemiş Sallanıyorsun. Fakat ben seni böyle bir yemiş Ve bir duman gibi görmenin yerine Sahiden görmek istiyorum çıplak ayaklarını Sahiden dokunmak istiyorum uzun parmaklı ellerine!... NAZIM HİKMET RAN
GÜNLER Geçip gitmiş günler gelin Rakı için sarhoş olun Islıkla bir şeyler çalın Geberiyorum kederden. İlerdeki güzel günler Beni görmeyecek onlar Bari selam yollasınlar Geberiyorum kederden. Başladığım bugünkü gün Yarıda kalabilirsin, Geceye varmadan yahut Çok büyük olabilirsin. NAZIM HİKMET RAN
GÜZ... Günler gitgide kısalıyor, yağmurlar başlamak üzre. Kapım ardına kadar açık bekledi seni. Niye böyle geç kaldın? Soframda yeşil biber, tuz, ekmek. Testimde sana sakladığım şarabı içtim yarıya kadar bir başıma seni bekleyerek. Niye böyle geç kaldın? Fakat işte ballı meyveler dallarında olgun, diri duruyor. Koparılmadan düşeceklerdi toprağa biraz daha gecikseydin eğer... NAZIM HİKMET RAN