Nazım Hikmet Ran şiirleri (A'dan Z'ye)-1 A-B serisi 19 Yaşım Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım 19 yaşım Sana anam gibi hürmet ediyorum edeceğim Senin ilk arşınladığın yoldan gidiyorum gideceğim Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım 19 yaşım * Çok uzaklarda yuvarlanıyor başım Oturuyor 19 yaşım yatağımın başucunda ellerimin avucunda bana diyor ki; -- kafamızda getirelim geri o delikanlı günleri cancazım, o dehşetli güzel günleri... * Köpüklü şahlanışların dönüm yeri.. Dünyanın altıda biri; kan içinde doğuran ana.. İstasyondan istasyona yalınayak tankları kovala***** açlıkla yarış... Şarkıların boyu kilometre ölümün boyu bir karış... * Kafkas; güneş Sibirya; kar Seslenebildiğiniz kadar ses- -lenin 24 saatte 24 saat Lenin 24 saat Marks 24 saat Engels Yüz dirhem kara ekmek, 20 ton kitap ve 20 dakika şey! .. * Ne günlerdi heheheeey onlar ne günlerdi ahbap! ! .. Çok uzaklarda yuvarlanıyor başım Duruyor karanlıkta 19 yaşım Lambayı yakıyorum ona hayretle muhabbetle hürmetle ve daha bilmem neyle bakıyorum bakışıyoruz * Yılların arkasında çırptı kanadını 'Strasroy Ploşaat' ın saat kulesi Yaşıyor herhangi bir 24 saatini Vatandaş kavgasının darülfünun talebesi; Balık çorbası, tüfek talimi, tiyatro, balet KİTAP.. Patetes kamyonu başında süngü tak bekle nöbet KİTAP... KİTAP... Madde, şuur, istismar, fazla kıymet KİTAP... KİTAP... KİTAP... Manikür; hayır, Diş fırçası; evet. KİTAP... KİTAP... KİTAP... Bu ne 24 saat bu ne 24 saattir ahbap! ! * Aşk; yoldaş, Profesör; yoldaş, Zenci; coni, Alman; Telman, Çinli; Li Ve 19 yaşım yoldaş da yoldaş, yoldaş da yoldaş, yoldaşım... Yılların arkasında yuvarlanıyor başım başım yuvarlanıyor Uzun saçlarından tutuştu yıllar yıllar yanıyor yanıyor da yanıyor... * Oku Yaz Boz Bağır Çağır! Bütün kuvvetinle nefes al... KaFanda, kalbinde etinde iskeletinde ihtilal... İhtilal; gündüz-gece Gece ormanda çam dalları yakarak, bembeyaz yusyuvarlak aya bakarak, hep bir ağızdan şarkılar söyleniyor.. Ve bu anda kuvvetli dinç bir ağrıdan gelen deli bir sevinç sıçrar atlar köpüklenir çatlar kafanda... * Haaayydaa, beyaz orduları dumanlı ufuklar gibi önüne katan bir kızıl süvarisin, bir kızıl süvariyim, bir kızıl süvariyiz, bir kızıl, , , , , Geçti üç yıl Ey benim 19 yaşım, Ormanda çam dalları yaktığımız hep bir ağızdan şarkılar söyleyerek aya baktığımız gecelerin üstünden........ Ben yine söylüyorum aynı şarkıları Döndürmedi rüzgar beni havada yaprağa, ben kattım önüme rüzgarı... Ve sen ki en yıkılmazları yıkabilirsin, gözüme bakabilir elimi sıkabilirsin... Ve sen ki... Sen, BENİM İLK ÇOCUĞUM, İLK HOCAM, İLK YOLDAŞIM 19 YAŞIM Nazım Hikmet Ran
23 Sentlik Asker 23 Sentlik asker Mister Dalles, sizden saklamak olmaz, hayat pahalı biraz bizim memlekette. Mesela iki yüz gram et alabilirsiniz, koyun eti, Ankara'da 23 sente, yahut iki kilo kuru soğan, yahut bir kilodan biraz fazla mercimek, elli santim kefen bezi yahut, yahut da bir aylığına yirmi yaşlarında bir tane insan. erkek, ağzı burnu, eli ayağı yerinde, üniforması, otomatiği üzerinde, yani öldürmeğe, öldürülmeğe hazır, belki tavşan gibi korkak, belki toprak gibi akıllı belki gençlik gibi cesur, belki su gibi kurnaz (her kaba uymak meselesi) , belki ömründe ilk defa denizi görecek, belki ava meraklı, belki sevdalıdır. Yahut da aynı hesapla Mister Dalles (tanesi 23 sentten yani) satarlar size bu askerlerin otuz beşini birden İstanbul'da bir tek odanın aylık kirasına, seksen beş onda altısını yahut bir çift iskarpin parasına. Yalnız bir mesele var Mister Dalles, herhalde bunu sizden gizlediler: Size tanesini 23 sente sattıkları asker mevcuttu üniformanızı giymeden önce de, mevcuttu otomatiksiz filan, mevcuttu sadece insan olarak mevcuttu, tuhafınıza gidecek, mevcuttu hem de çoktan mı çoktan, daha sizin devletinizin adı bile konmadan. Mevcuttu, işiyle gücüyle uğraşıyordu, mesela, Mister Dalles, yeller eserken yerinde sizin New-York'un, kurşun kubbeler kurdu o gökkubbe gibi yüksek, haşmetli, derin. Elinde Bursa bahçeleri gibi nakışlandı ipek. Halı dokur gibi yonttu mermeri, ve nehirlerin bir kıyısından öbür kıyısına ebemkuşağı gibi attı kırk gözlü köprüleri. Dahası var Mister Dalles, sizin dilde anlamı pek de belli değilken henüz, zulüm gibi, hürriyet gibi, kardeşlik gibi sözlerin, dövüştü zulme karşı o, ve istiklal ve hürriyet uğruna ve milletleri kardeş sofrasına davet ederek, ve yarin yanağından gayrı her yerde, her şeyde, hep beraber, diyebilmek için, yürüdü peşince Bedreddin'in O, tornacı Hasan, köylü Mehmet, öğretmen Ali'dir. kaya gibi yumruğunun son ustalığı: 922 yılı 9 eylülüdür. Dedim ya Mister Dalles, , Herhalde bütün bunları sizden gizlediler. ucuzdur vardır illeti. Hani şaşmayın, yarın çok pahalıya mal olursa size, bu 23 sentlik asker, yani benim fakir, cesur, çalışkan, milletim, her millet gibi büyük Türk milleti. (1953) Nazım Hikmet Ran
Af Bin bir gece kitabını bıraktım. Bir cıgara yaktım. Bıktım demirlerin arasından: Sihirli bir ayna gibi ışıldamakta yıldızların her bir tanesi. Gece. Bursa mahpushanesi.. Kuş uçmaz kervan geçmez karanlık bir gölün dalgalandı suyu. Heyecanda, alt kat «Birinci Cinayet» malta boyu; sivri siyah külâhlılar heyecanda. Dudaklar bembeyaz alınlar kırışık. Bir duvar çatlağından sızdı bir damla ışık. Körlerin şehri homurtularla ileri! Körler karanlıklarındaki rüyaya gidiyorlar! «Af var!» diyorlar, «Çıkacağız şapkayı yana yıkacağız. Toprak güneş kadın hava.. Vapura bin, tirene bin bin tramvaya! Kelepçesiz jandarmasız tek başına yapayalnız gezin dolaş! Ormanda yat, dağları aş! Dolaş, dolaşabildiğin kadar!» Heyecanda sivri siyah külâhlılar! Hapislik olmuyor dalga geçmeden… Halbuki ben.... Baktım ki, elimde bitmiş cıgaram bîr nefes içmeden. Nazım Hikmet Ran
Açların Gözbebekleri Değil birkaç değil beş on otuz milyon aç bizim! Onlar bizim! Biz onların! Dalgalar denizin! Deniz dalgaların! Değil birkaç değil be on 30.000.000 30.000.000! Açlar dizilmiş açlar! Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız sıska cılız eğri büğrü dallarıyla eğri büğrü ağaçlar! Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız açlar dizilmiş açlar! Bunlar! Yürüyen parçaları o kurak toprakların! Kimi kemik dizlerine vurarak yuvarlak bir karın taşıyor! Kimi deri... deri! Yalnız yaşıyor gözleri! Uzaktan simsiyah sivriliği nokta nokta uzayıp damara batan kocaman balı bir nalın çivisi gibi deli gözbebekleri, gözbebekleri! Hele bunlar hele bunlarda öyle bir ağrı var ki, bunlar öyle bakarlar ki!... Ağrımız büyük! büyük! büyük! Fakat artık imanımıza inemez tokat! Demirleşti bağrımız, çünkü ağrımız 30.000.000 deli gözbebekleri! Gözbebekleri! Ey beni ağzı açık dinleyen adam! Belki arkamdan bana bu kalbini haykırana -kaçık- diyen adam! Sen de eğer ötekiler gibi kazsan, bir mana koyamazsan sözlerime bak bari gözlerime; bunlar: Deli gözbebekleri! Gözbebekleri! Nazım Hikmet
Akşam Gezintisi Hapisten çıkmışın Çıkar çıkmaz da Gebe koymuşun karını Takmışın koluna Geziyorsun akşamüstü mahallede Karnı burnunda hatunun Nazlı nazlı taşıyor mukaddes yükünü Sen saygılı ve kibirlisin Hava serin Üşümüş bebek elleri gibi bir serinlik Avuçlarına alıp onu ısıtasın gelir Mahallenin kedileri kasabın kapısında Ve üst katta kıvırcık karısı Yerleştirmiş pencerenin pervazına memelerini Akşamı seyrediyor Alaca aydınlık tertemiz gökyüzü Duruyor ortada Çobanyıldızı Bir bardak su gibi pırıl pırıl Bu yıl uzunca sürdü pastırma yazı Dut ağaçları sarardıysa da İncirler hâlâ yeşil Mürettip Refik’le Sütçü Yorgi’nin Ortanca kızı çıkmışlar akşam piyasasına Parmakları birbirine dolanmış Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış Affetmedi bu Ermeni vatandaş Kürt dağlarında babasının kesilmesini Fakat seviyor seni çünkü sen de Affetmedin Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına Mahallenin veremlileri Yataklara düşenler Bakıyor camların arkasından Çamaşırcı Huriye’nin işsiz oğlu Omuzlarında keder kahveye gidiyor Ajans haberlerini okuyor Radyosu Rahmi Beylerin Uzak Asya’da bir memleket Sarı ay yüzlü insanlar Beyaz bir ejderha ile dövüşmekteler Oraya gönderildi seninkilerden Dört bin beş yüz tane Memet Kardeşlerini katletmeye Kızarıyor yüzün öfkeden ve utançtan Ve umumiyetle filan değil sırf sana ait Ve eli kolu bağlı bir hüzün Karını arkadan itip yere Yuvarlamışlar da Düşürmüş gibi çocuğunu Yahut gene hapisteymişin de karakolda Gene dövülüyormuş gibi Köylü jandarmalara köylüler Ansızın bastırdı gece Bitti akşam gezintisi Bir polis jipi saptı sizin sokağa Karın fısıldadı Bizim eve mi? Nazım Hikmet
Aldığım Bir Mektup (Yeni) 1337 Mart Ankara Dün gece mektup aldım bir felakete dair Siyah satırlarında şöyle yazılı: "Şair! Bilmiyoruz nereden başlamalı biz söze Kara bir hançer gibi zavallı gönlümüze Saplanan son acıyı sen de duyuyor musun? Yoksa hülyalarınla hálá uyuyor musun? Boşluklara atılan ruhumuza bu bir sır: Bilmiyoruz gönüller bu kadar yakın mıdır? Dileriz derdimizi avutmasın seneler Bize son vazifeni yapmış olursun eğer Zavallı gönlümüzde bu derin mátemi sen Rüba Beyin sesiyle ebedileştirirsen... Ah bir hale düştük ki duysa káinat ağlar Hem bir kardeş kaybettik, hem çok sevgili bir yár Biz gurbette ağlarken o da gurbette öldü Biz gurbete gömüldük, o toprağa gömüldü... Şimdi o uzaklarda, çok uzaklarda bizden! Hayaline ağlayan yorgun gözlerimizden Yüzü rüyalardaki yüzler gibi kayboldu. Zaten o bir çiçekti bir çiçek gibi soldu Bir bahçeye gitti ki açılmaz çiçekleri Kahpe felek kendini bildiği günden beri Gökler zulümleriyle bu kadar alçalmadı. Artık güzelliklere imanımız kalmadı. Hiçbir ümidimiz yok hiçbir gayemiz de Şair? Fani neşeyi artık arama bizde Şimdi biz bir hayale ağlarız için için Tesellisi olmayan gönüllerimiz için Sade ona kavuşmak tesellidir diyoruz Ona kavuşmak için ölümü bekliyoruz Nazım Hikmet
Asya-Afrika Yazarlarına Kardeşlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma ben Asyalıyım bakmayın mavi gözlü olduğuma ben Afrikalıyım ağaçlar kendi dibine gölge vermez benim orda sizin ordakiler gibi tıpkı benim orda arslanın ağzındadır ekmek ejderler yatar başında çeşmelerin ve ölünür benim orda ellisine basılmadan sizin ordaki gibi tıpkı bakmayın sarı saçlı olduğuma ben Asyalıyım bakmayın mavi gözlü olduğuma ben Afrikalıyım okuyup yazma bilmez yüzde sekseni benimkilerin şiirler gezer ağızdan ağıza türküleşerek şiirler bayraklaşabilir benim orda sizin ordaki gibi kardeşlerim sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz toprağı sürebilmeli pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli dizlerine kadar bütün soruları sorabilmeli bütün ışıkları derebilmeli yol başlarında durabilmeli kilometre taşları gibi şiirlerimiz yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli cengelde tamtamlara vurabilmeli ve yeryüzünde tek esir yurt tek esir insan gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli büyük hürriyete şiirlerimiz Nazım Hikmet
AÇLIK ORDUSU YÜRÜYOR Açlık ordusu yürüyor yürüyor ekmeğe doymak için ete doymak için kitaba doymak için hürriyete doymak için. Yürüyor köprüler geçerek kıldan ince kılıçtan keskin yürüyor demir kapıları yırtıp kale duvarlarını yıkarak yürüyor ayakları kan içinde. Açlık ordusu yürüyor adımları gök gürültüsü türküleri ateşten bayrağında umut umutların umudu bayrağında. Açlık ordusu yürüyor şehirleri omuzlarında taşıyıp daracık sokakları karanlık evleriyle şehirleri fabrika bacalarını paydostan sonralarının tükenmez yorgunluğunu taşı*****. Açlık ordusu yürüyor ayı ini köyleri ardınca çekip götürüp ve topraksızlıktan ölenleri bu koskoca toprakta. Açlık ordusu yürüyor yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için açlık ordusu yürüyor yürüyor ayakları kan içinde. 9 Ağustos 1962 Nazım Hikmet Ran
Ağa Camii Havsalam almıyordu bu hazin hali önce Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım; Allah'ımın ismini daha çok candan andım. Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen! Böyle sokaklarda ki, anası can verirken, Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var... Böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar, En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini, Üstünde ******lar yükseltiyor sesini. Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor, Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor. Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu, Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen! Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer Bir gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla, Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla! Nazım Hikmet Ran
ağlamak meselesi... nasıl etmeli de ağlayabilmeli farkına bile varmadan? nasıl etmeli de ağlayabilmeli ayıpsız, aşikare, yağmur misali? neylersin alışkanlık için kan ağlarken yüzün güler dikilitaş gibi dinelirsin yine. yavrum, erişmek ne müşkülmüş meğer, anneler gibi ağlamanın yiğitliğine? Nazım Hikmet Ran
ALARGA GÖNÜL Alarga gönül: Demir al... Kırmızı bir amiral gibi kaptan köprüsüne çık... Karşında deniz: kaşı çatık sana bakan kocaman mavi bir göz... Alarga gönül, palamarı çöz... Amiral demir al... Gönül kaptan köprüsüne çık... Çayır kokusu alan bir tay gibi kokla açık denizleri... Çevirmesin senin kafanı geri geride kalanlara doğru giden dümen suyunun köpüklü izleri... Alarga gönül, palamarı çöz... Amiral demir al... Sür gemiyi dalgaların gözüne... kulak asma Fikretin sözüne... Çocuğun anan olan: denize inan... Alarga gönül daha alarga daha alarga daha daha! Alarga gönül alarga... NAZIM HİKMET RAN
ANGINA PEKTORIS Yarısı burdaysa kalbimin yarısı Çin’dedir, doktor. Sarınehre dğru akan ordunun içindedir. Sonra, her şafak vakti, doktor, her şafak vakti kalbim Yunanistan’da kurşuna diziliyor. Sonra, bizim burada mahkumlar uykuya varıp revirden el ayak çekilince kalbim Çamlıca’da bir harap konaktadır her gece, doktor. Sonra, şu on yıldan bu yana benim, fakir milletime ikram edebildiğim bir tek elmam var elimde, doktor, bir kırmızı elma: kalbim… Ne arteryo skleroz, ne nikotin, ne hapis, işte bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden bende bu angina pektoris… Bakıyorum geceye demirlerden ve iman tahtamın üstündeki korkunç baskıya rağmen kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor NAZIM HİKMET RAN
ANLAYAMADILAR Biz ince bel, ela göz, sütun bacak için sevmedik güzelim Gümbür gümbür bir yürek diledik kavgamızda... Ateşin yanında barut, barutun yanında ateş olasın diye! .. Rakı sofralarında söylenip, acı tütün çiğnercesine sevdik ANLAYAMADILAR... NAZIM HİKMET RAN
ARHAVELI ISMAIL'IN HIKAYESI Ateşi ve ihaneti gördük. Düşman ordusu yine başladı yürümeğe. Akhisar, karacabey, Bursa ve bursa'nın doğusunda aksu, Çarpışarak çekildik... 920'nin 29 ağustos'u: Uşak düştü. Yaralı Ve dehşetli kızgın Fakat toprağımızdan emin, Dumlupınar sırtlarındayız. Nazilli düştü. Ateşi ve ihaneti gördük. Dayandık Dayanmaktayız. 1920 şubat, nisan, mayıs, Bolu, düzce, geyve, adapazarı: İçimizde hilâfet ordusu, Anzavur isyanları. Ve aynı sıradan, 3 ekim konya. Sabah. 500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla delibaş Girdi şehre. Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler. Ve manavgat istikametlerinde kaçıp Ölümlerine giderken Terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler. Ve 29 aralık kütahya: 4 top Ve 1800 atlı bir ihanet Yani çerkez ethem, Bir gece vakti Kilim ve halı yüklü katırları, Koyun ve sığır sürülerini önüne katıp Düşmana geçti. Yürekleri karanlık, Kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü, Atları ve kendileri semizdiler... Ateşi ve ihaneti gördük. Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil. Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil, İnanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle, Silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan. Beygirler çirkindiler, Bakımsızdılar, Hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi. Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden Sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı. İnsanlar uzun asker kaputluydu, Yalnayaktı insanlar. İnsanların başında kalpak, Yüreklerinde keder, Yüreklerinde müthiş bir ümit vardı. İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler. İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla Köy odalarında unutulmuştular. Ve orda sargı, Deri Ve asker postalları halinde Yan yana, sırtüstü yatıyorlardı. Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden Eğrilip bükülmüştü Ve avuçlarında toprak ve kan vardı. Ve asker kaçakları, Korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla Karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı. Acıkmıştılar, Merhametsizdiler, Bedbahttılar. Şosenin ıssız beyazlığına inip Nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor Ve bolu dağında ekmek bulamadıkları için Deviriyorlardı uçurumlara: Şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları. Ve çok uzak, Çok uzaklardaki istanbul limanında, Gecenin bu geç vakitlerinde, Kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları: Hürriyet ve ümit, Su ve rüzgârdılar. Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar. Tekneleri kestane ağacındandı, Üç tondan on tona kadardılar Ve lâkin yelkenlerinin altında Fındık ve tütün getirip Şeker ve zeytinyağı götürürlerdi. Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı. Şimdi, denizde bir insan sesinin Ve demirli şileplerin kederlerini Ve kabataş açıklarında sallanan Saman kayıklarının fenerlerini Peşlerinde bırakıp Ve karanlık suda amerikan taretlerinin önünden akıp Küçük, Kurnaz Ve mağrur Gidiyorlardı karadeniz'e. Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki Bunlar Uzun eğri burunlu Ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki Sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin Zaferi için Hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin Bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler... Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan Baltabaş gemi İngiliz torpitosudur. Ve dalgaların üstünde sallanarak Alev alev Yanan: Şaban reisin beş tonluk takası. Kerempe fenerinin yirmi mil açığında, Gecenin karanlığında, Dalgalar minare boyundaydılar Ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu. Rüzgar: Yıldız - poyraz. Esirlerini bordasına alıp Kayboldu ingiliz torpitosu. Şaban reisin teknesi Ateşten diregiyle gömüldü suya. Arheveli ismail Bu ölen teknedendi. Ve şimdi Kerempe fenerinin açığında, Batan teknenin kayığında Emanetiyle tek başınadır, Fakat yalnız değil: Rüzgârın, Bulutların Ve dalgaların kalabalığı, İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu. Arheveli ismail Kendi kendine sordu: «emanetimizle varabilecek miyiz? » Kendine cevap verdi: «varmamış olmaz.» Gece, tophane rıhtımında Kamacı ustası bekir usta ona: «evlâdım ismail, » dedi, «hiç kimseye değil, » dedi, «bu, sana emanettir.» Ve kerempe fenerinde Düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde, İsmail, reisinden izin isteyip, «şaban reis, » deyip, «emaneti yerine götürmeliyiz, » deyip Atladı takanın patalyasına, Açıldı. «allah büyük Ama kayık küçük» demiş yahudi. İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi, Bir sağnak daha, Peşinden üç-kardeşler. Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer Alabora olacaktı. Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor. Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor: Sıvastopol'a giden bir geminin Sancak feneri. Elleri kana***** Çekiyor ismail kürekleri. İsmail rahattır. Kavgadan Ve emanetinden başka her şeyin haricinde, İsmail unsurunun içinde. Emanet: Bir ağır makinalı tüfektir. Ve ismail'in gözü tutmazsa liman reislerini Ta ankara'ya kadar gidip Onu kendi eliyle teslim edecektir. Rüzgâr bocalıyor. Belki karayel gösterecek. En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil. Fakat ismail Ellerine güvenir. O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini Ve kemeraltı'nda fotika'nın memesini Aynı emniyetle tutarlar. Rüzgâr karayel göstermedi. Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr Bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi Düştü. İsmail beklemiyordu bunu. Dalgalar bir müddet daha Yuvarlandılar teknenin altında Sonra deniz dümdüz Ve simsiyah Durdu. İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri. Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine. Bir ürperme geldi ismail'in içine. Ve bir balık gibi ürkerek, Bir sandal Bir çift kürek Ve durgun Ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı. Ve birdenbire Öyle kahrolup duydu ki insansızlığı Yıldı elleri, Yüklendi küreklere, Kırıldı kürekler. Sular tekneyi açığa sürüklüyor. Artık hiçbir şey mümkün değil. Kaldı ölü bir denizin ortasında Kanayan elleri ve emanetiyle ismail. İlkönce küfretti. Sonra, «elham» okumak geldi içinden. Sonra, güldü, Eğilip okşadı mübarek emaneti. Sonra... Sonra, malûm olmadı insanlara Arhaveli ismail'in âkıbeti... NAZIM HİKMET RAN
Aşı 1 tarla hazırdı koyu esmer eti anadan doğma çırılçıplak tarla hazırdı şişkin ıslak dudaklarını açmıştı yarı yarıya uzun sürmedi bekleyiş sabah aydınlığında canlı küçük kurtlar gibi yukardan saçılıp aktı tohum hazla ürperdi toprak içine çekti akanı açılıp kapanarak açılıp kapanarak sonra da mahmur bir kat daha güzel terli kabarık gerindi ben ölümden kuvvetliyim diyebilirdi gebeydi artık 2 arılar fırladı güneşe doğru en önde kızoğlankız yeni beyarı nazlı bir vızıltıdır zar gibi ince şeffaf kanatları beli koptu kopacak altın tüylü süzme karnında da üç kızıl kuşak yetişip önledi onu erkeklerin en güçlüsü sonra yukarda boşlukta güneşin orda dikenli incecik bacakları karıştı birbirine bir saniye sürdü aşı silkinip kurtuldu dişi düştü erkek içinden kopan etleriyle toprağa 3 odalarının penceresi ormana açık ağır yaz bulutlarının altında orman bir yumurtalık gibi de nemli ılık erkeğin yüzünde aşağıdan kadının gözlerinden vuran ışık ormanın üstüne yağmur boşandı ansızın yeşil elâ gözlerini yumdu kadın yarı açık ağzında ıslak dişleri berrak duru içinde taa yüreğinin kökünde sıcak sıcak duydu yağmuru 4 atan bir damar gibi akıyor nehir acı yemişleri dikenli dallarıyla duruyor ağaç duruyor kıraç yabani güneşte bir şarkı gibi parladı balta kesildi ağacın gövdesi orta yerinden ihtiyardı esmerdi ıslaktı makta kanayacaktı da âdeta aşı bıçağıyla açıldı yarık sokuldu ucu kalemin bu kesik bu yabani gövdede müjdesi vardı artık dikensiz dalları ince kabuklu tatlı yemişleri geniş yapraklarıyla gelecek olan yepyeni bir âlemin. NAZIM HİKMET RAN 1948
AŞK MÖNÜSÜ Sen sabahlar ve şafaklar kadar güzelsin Sen ülkemin yaz geceleri gibisin Saadetten haber getiren atlı kapını çaldığında Beni unutma Ah! Saklı gülüm Sen hem zor hem güzelsin Şiirlerimin ılıklığında açılmalısın Sana burada veriyorum hayata ayrılan buseyi Sen memleketim kadar güzelsin Ve güzel kal NAZIM HİKMET RAN
AYAĞA KALKIN EFENDILER Behey! Kaburgalarında ateş bir yürek yerine İdare lambası yanan adam! Behey armut satar gibi San'atı okkayla satan san'atkar! Ettiğin kâr Kalmayacak yanına! Soksan da kafanı dükkanına, Dükkanına yedi kat yerin dibine soksan; Yine ateşimiz seni Yağlı saçlarından tutuşturarak Bir türbe mumu gibi damla damla eritecek! Çek elini sanatın yakasından Çek! Çekiniz! Bıyıkları pomatlı ahenginiz Süzüyor gözlerini hala < Fakat bugün Ağzımızdaki ateş borularla Çalınıyor yeni sanatın marşı! Yeter artık yenicimi tıraşı, Yeter! Ayağa kalkın efendiler... NAZIM HİKMET RAN
BAHAR GÜLÜ Akşamdı adı bahar mı gül mü güz mü ilk görüşte gülmeye başlamıştı biraz dalgın sesi titrek selam vermemiştim oysa belki de kırdım istemeyerek hızlı hızlı yürüyordu kaşını almış dudağını boyamıştı yüzü sonbahar hüznü güneşe benziyordu gülüşü birden bire geldi beklemiyordum keskin bir bıçak gibi saplandı aklıma hep böyle cana yakın mı bakar acaba? Akşamdı uzak bir deniz kenarında oturmuş efkar yakıyordum karanlık tutmuştu yolları kim bilir kimin boynundaydı kolları gecelerdir kötümserdim sakallarımı uzatmış durup durup uzakları dinlemiştim Belki de bir zehirli göz tarafından zehirlenmiştim telefonu geldi aniden dilinde kelimeler bir şeyler söylüyordu dilinde kelimeler silerek bilmeyerek bir şeyler söylüyordu gülerek Yaz geçti kış geçti benden bir bahar geçti ben bahardan geçmedim Akşamdı uyanıktım yatağımda oturuyordum istanbul mışıl mışıl uyuyordu. Şimdi ne yapıyordu ne yemiş ne içmişti nerede dans etmişti gözleri dolu muydu yoksa düşleri dolu muydu neyse neyse bunları düşünmek istemiyordum kanıma girmişti bir kere sanki başı göğsümde eli elimdeydi Yaşamak sevmekten geçer diyerek belkide sevdim isteyerek Sabahtı o yoktu ben yıkılıp gitmiştim bir daha ne zaman nerede ne olacağımızı ikimizde bilmiyorduk. Belki yeni başlayacaktık belki hiç başlamayacaktık belki de başlayıp bitirmiştik Belki de Belki de... NAZIM HİKMET RAN
BAHRI HAZER... Ufuklardan ufuklara Ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu; Hazer rüzgârların dilini konuşıyor balam, Konuşup coşuyordu! Kim demiş 'çört vazmi! ' Hazer ölü bir göle benzer! Uçsuz bucaksız başı boş tuzlu bir sudur hazer! Hazerde dost gezer, e.....y! .. Düşman gezer! Dalga bir dağdır Kayık bir geyik! Dalga bir kuyu Kayık bir kova! Çıkıyor kayık İniyor kayık, Devrilen Bir atın Sırtından inip, Şahlanan Bir ata Biniyor kayık! Ve türkmen kayıkçı Dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş. Başında kocaman kara bir papak; Bu papak değil: Tüylü bir koyunu karnından yarıp Geçirmiş başına! Koyunun tüyleri düşmüş kaşına! Çıkıyor kayık İniyor kayık Ve kayıkçı 'Türkmenistanlı bir buda heykeli' gibi Dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş, Fakat, sanma ki hazerin karşısında elpençe divan durmuş! O da bir buda heykelinin Taştan sükûnu gibi kendinden emin Dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş. Bakmıyor Kayığa Sarılan Sulara! Bakmıyor Çatlayıp Yarılan Sulara! Çıkıyor kayık İniyor kayık, Devrilen Bir atın Sırtından inip Şahlanan Bir ata Biniyor kayık! - yaman esiyor be karayel yaman! Sakın özünü hazerin hilesinden aman! Aman oyun oynamasın sana rüzgâr! - aldırma anam ne çıkar? Ne çıkar Kudurtsun Karayel Suları, Hazerde doğanın Hazerdir mezarı! Çıkıyor kayık İniyor kayık Çıkıyor ka... İniyor ka... Çık... İn... Çık... NAZIM HİKMET RAN
Bayramoğlu Mahpusanedeyim. Mahpusanede kalbimin kanayan çıplak ayakları ne zaman çok uzun bulsa yolunu, hatırlarım bilmem neden Azeri yoldaşım Bayram Oğlunu: Baki. Gece saat iki sularında .. Karaşehrin kara damlarında yatanlar görüyor kanlı renklerin nescini uykularında .. Yıldızların altında kara neft burguları hışırdıyor servilikler gibi derinden yüreğinden. Bakıyor uykulu sarı gözler kara topraktaki yağlı neft birikintilerinden. Gök kara, yıldızlar sarı. Tek katlı, düz damlı dört köşe tas dükkanların kapalı kara kapıları. Karaşehrin kara damlarında yatanlar görüyor kanlı renklerin nescini uykularında. Baki. Gece saat iki sularında Taşlarda yuvarlanan nal ve tekerlek sesleri. Seslerde seslenen sesler .. İşte bir fayton geçiyor geçmede geçti: son evlerin yakınından uzağından ırağından.. Kara bir lanettir ki bu, kopmuş geliyor gecenin dudağından... Bu faytonun fenerinde dehşeti var: hançerle oyulmuş kor ve derin gözlerin.. Taşlarda yuvarlanan nal ve tekerlek sesleri Gittikçe uzaklaşan, gittikçe alçalan sesler... Ortada demiryolu, sağ yanda Karaşehir; solda fabrikaların duvarları yükselir. Karşıdan fayton gelir. içinde Bayram Oğlu. Bağlanmış kolu Bayram Oğlunun.. Karşıdan fayton gelir içinde Bayram Oğlu. Jandarma sağı, Jandarma solu Bayram Oğlunun... Kolunu bağlamışlar kanadı kırık değil .. Gözünde toplanan hıçkırık değil... Gözleri ışık dolu Bayram Oğlunun. Karşıdan fayton gelir, içinde Bayram Oğlu. Ölümdür yolu Bayram Oğlunun Bayram Oğlunun..." KALBİMİ BUNALTAN BU DÖRT DUVAR MI? ÖLÜMDEN ÖTEYE KÖY VAR MI??? NAZIM HİKMET RAN (1927)