Dîn; İnsanoğlunun kendi saâdet ve selâmetini, inanmakta ve uygulamakta gördüğü bir yaşam şeklidir ve genel olarak iki kısımda ele alınabilir. 1-İlâhî dinler. 2-Beşerî dinler. İlâhî dinler de inancımıza göre; tahrîf edilmiş ilâhî dinler ve değiştirilmeden günümüze kadar ulaşmış olan ilâhî din olarak ikiye ayrılır. Şu açık bir şekilde bilinmektedir ki, gönderildikleri dönemin İslâm dîni olan bugünün Yahûdîlik ve Hrıstiyanlığı, peygamberlerinin vefâtından sonra aslını yitirmiş ve tahrîfe marûz kalmıştır. Bunun böyle olduğunu, onların temel kaynakları olan Kitâb-ı Mukaddes ve değerli ilim adamlarının konuyla ilgili yazdıkları eserleri okuyan aklı başındaki herkes rahatlıkla anlayabilir. Zîra kutsal kabûl ettikleri kitaplarındaki çelişkili ve tutarsız bilgiler gizlenemeyecek kadar açık ve çoktur.[6] Tahrîf edilmeyen din olarak da, günümüzde hâlâ varlığını sürdüren aslını sâfiyetini ve berraklığını koruyan kendisiyle övünç duyduğumuz hakîkat yolu olan İslâmiyet kalmıştır. Yüce Allâh’ın bir lütfu ve nimeti olarak bu din günümüze kadar gelmiş ve kıyâmete kadar da tertemiz olarak ulaşacaktır. Peki... İlâhî din nedir? İlâhî din; İnsanın doğumundan, hattâ ana rahmine düştüğünden, ölümüne, ölüm ötesi yaşamına kadar insanı ve insan hayâtını konu alarak, insana yön veren ilâhî kânûn ve kurallar bütünüdür. Yani; İlâhî din; İnsan-Allâh, İnsan-İnsan, İnsan-Tabîât ve insanın; eşi, işi, âilesi, kabîlesi, kavmi, âmiri, memuru, büyüğü, küçüğü, komşusu, hemşehrisi, dostu, düşmanı velhâsıl herkes ve her şey ile olan ilişkisini ilâhî öğreti ve kanunlara göre şekillendiren bir yoldur, bir yaşamdır. Bu yaşamın temelleri Kur’ânî vahiy üzerine atılmış olup, binâsı ise sevgili peygamberimiz (s.a.a.) ve vârislerinin (a.s) emir ve tavsiyeleri ile yükseltilmiştir. Beşerî din ise; hayatın kurallarını ilâhî vahiyden almayan, vahiyden uzak bir şekilde tanzîm edilen, yalnızca insan zekâsının ürünü olan yasalar-kanunlar ve hayat düstûru kabul edilen emir ve yasaklar bütünüdür. Bu dinler isim olarak çok çeşitli olmakla birlikte kısaca “ŞEYTÃNİZM=SATANİZM” olarak kabul edilebilir. Diğer bütün “izm” ler şeytânizm ağacının dallarıdır, uzantılarıdır. Budizm, Şamanizm, Konfüçyanizm, Brahmanizm, Şintoizm, Taoizm, Hinduizm, Animizm, Materyalizm, Kapitalizm, Nasyonalizm, Faşizm, Sosyalizm, Komünizm, Marksizm-Leninizm, Maoizm, Ateizm, Nihilizm... ..izm. vs. gibi. Şüphesiz ki beşerî dinlerin de bazıları ilâhî hakîkatlerden bir takım güzellikleri târih içerisinde kendilerine mâl etmişler, onları kendi öz değerleri imiş gibi insanlığa sunmuşlardır. Çünkü hiç bir bâtıl yüzde-yüz bâtıl olmayıp, bilakis içerisindeki hak ve doğrular üzerine binâ edilmiş, insanlara özellikle hak yüzlerini göstermiş, bâtıl yüz ve yönlerini ise gizlemişlerdir.[7] Öyle ise; İnsanlığın mutluluk ve saâdeti, bütün beşerî dinleri reddedip, ilâhî din-tevhîd dîni olan İslâmiyet’e sımsıkı sarılmaktan geçer. Din hakkındaki görüşlerimiz; Bizim, Kur’ân ve Ehl-i Beyt taraftarları olarak din hakkındaki inanç ve görüşlerimizden bazıları şöyledir: a-İnsanlığın ilk dîni TEVHÃD DÃNİ olup, neslimizin ilk insanı ve ilk peygamberi olan Hazreti Ãdem (a.s) ile başlamıştır. b-Çeşitli coğrafi, siyâsî, sosyal ve şeytânî sebeplerden ötürü, bu ilâhî din bağlıları, yeryüzünün değişik alanlarına dağılmış, dinleri hakkında da yeterli ve kalıcı bilgileri-dokümanları yanlarında bulunmadığından, beşerî zaaf ve sapmalardan... vb. gerekçelerden, dînin özünü tahrîf etmişler, muhtelif dînî ekoller ve bâtıl dinler ortaya çıkarmışlardır. c-Ateşe, puta, Ay’a, Güneş’e, yıldızlara, ruhlara, atalara, cinlere... vb. tapınmalar da ilâhî tevhîd dîninin tahrîfinden sonra ortaya çıkmış sapma ve sapkınlıklardır. d-Hak yoldan sapan insanlar, Allâh’ın rahmet ve merhametinin bir gereği olarak, tekrar tekrar nebîler ve resuller gönderilerek, ilâhî dîne davet edilmişler ve din de aslına döndürülmüştür. e-Bütün peygamberlerin (s.a.a.) teblîğ ettikleri dîne, zamanın diline ve dînin gönderildiği kavme göre değişik isimler verilmiş olsa da, öz olarak hepsi İslâm dînidir ve Allâh’a teslîm olmayı ifâde eder. f-Şartlar gayet müsâit ve insanlık da tekâmüle doğru gittiği içindir ki, en son olarak da İslâm, Hz. Muhammed (s.a.a.) ile insanlara ulaştırılmış, peygamberin sonsuzluğa kanat açmasından sonra da, Vârislerinin (a.s), güzide Sahabîlerin (Allâh onlardan râzı olsun.) ve ümmetin gayretli çalışmaları ile gelecek nesillere aktarılmış, Allâh’ın inâyeti ve kudreti ile kıyâmet gününe kadar koruma altına alınmıştır. Son ve Allâh katında tek geçerli din olan İSLÃM’ın, tüm inananlarına, inanmalarını zorunlu kıldığı inanç sistemi olduğu gibi, yapmalarını da farz kıldığı ibâdet ve ameller manzûmesi vardır. Bu inançlar ve ameller ekseriyetle bütün Müslüman’ların üzerinde ittifâk ettikleri hakîkatlerdir. Bu cümleden olmak üzere Kur’ân-ı Mübîn’de belirtildiği gibi; Ãmânın esasları; 1-Allâh’a, 2-Meleklere, 3-Kitaplara, 4-Peygamberlere, 5-Ãhiret gününe, îmân etmek[8], îmânın temel esaslarındandır. Yine, Kur’ân’ın, Sahîh Sünnet’in ve Allâh dostlarının, çerçevesini belirttiği tarzda KADERE ÃMÃN da şüphe götürmeyecek îmânîbir zorunluluktur.[9] Mezhepler hakkında; Resûlullâh’ın (a.s) Hakk’a yürümesinden sonra, kısa bir zaman zarfında, gerek cehâlet, gerek yanlış ve eksik anlama, gerekse kasıtlı saptırıcıların çabaları neticesinde ümmet arasına bir takım fitne ve fesatlar girmiş; Müslüman’lar bir dağınıklık ve parçalanmaya uğramışlardır. Ancak Allâh’ın lütfu ve ihsânı olarak kargaşa ve fitneler bir bir atlatılmış, son ve tek din olan dînimizin özüne ilişilememiş, herkes ettiğinin karşılığını almak üzere yüce ilâhî dîvâna götüren eceline kavuşmuş, İslâm günümüze kadar gelmiştir. İşte bu ahvâl içerisinde onlarca sebeplerin etkisi ile bir takım mezhep ve mektepler zuhûr etmiştir. Bu farklılaşmada mazûr görülebilecek haller olduğu gibi, şeytânî komploların tesîrinin de olduğu gün gibi âşikardır. Zîra din, tevhîdi, vahdeti, bir ümmet olmayı, tefrikaya düşmemeyi emrederken, fırka fırka olmak elbette tedâvî edilmesi gereken bir hastalıktır. Herkesin kendi niyetine göre amellerinin karşılığını göreceği güne itikâd ederek amellerini O güne havâle etmek, Müslüman’ın hüsnü yaklaşımının bir gereğidir. Târih içerisinde oluşmuş mezheplerin bazıları her ne sebeple olursa olsun, varlığını koruyamamış, ancak bunlardan bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. İtikâdî mezhepler ana hatlarıyla; 1-Cebriye 2-Ehl-i Sünnet vel Cemâat (Sünnîler) 3-Ehl-i ŞÃ®a (Ehl-i Beyt yolu taraftarları, Alevîler.) 4-Hariciler 5-Kaderiye 6-Mutezile...vs. dallara ayrılmışsa da bunlar yine kendi aralarındada itikâdî (inançla ilgili) ve fıkhî ekoller denilen kollara, dallara, mezhep, meşrep ve tarîkatlara bölünmüşlerdir. Ehl-i Sünnet ve’l Cemâat mezhebi de itikâdî olarak üçe; a-Selefîler b-Maturidîler c-Eşarîler fıkhî olarak da; 1-Hanefî 2-Şâfiî 3-Mâlikî 4-Hanbelî 5-Evzâî 6-Sevrî 7-Taberî 8-Zâhirî...vb. mezheplere ayrılmış olup, bunlardan yalnızca ilk dördü günümüze kadar ulaşmış, diğerleri ise yalnızca kitaplarda ve târihte kalmışlardır. Bugün, dört Sünnî mezhep denildiğinde akla ilk gelen mezhepler, baştaki dört mezheptir. Yaşadığımız coğrafyada basılan dînî içerikli kitaplarda, “Ehl-i Beyt yolu” olarak bilinen; Caferîlik, Alevîlik, İmâmîlik, ŞÃ®ilik hâriç, bütün diğer mezhepler hakkında yeterli malûmât mevcuttur.[10] Biz ise özel ilgi ve çalışma alanımız olmasından dolayı Ehl-i Beyt yolu hakkında doğru ve sağlam bilgiler vermeye çalışıyoruz.[11] Oniki İmâm’ın beşincisi olan İmâm Muhammed Bâkır (a.s) efendimiz buyurdular; “Yahûdîler Mûsâ’nın (a.s.) vefâtından sonra yetmişbir fırkaya ayrıldılar. Onlardan bir fırka cennetlik, yetmiş fırka ise cehennemlik oldular. Hıristiyanlar da Ãsâ’dan (a.s.) sonra yetmişiki fırkaya ayrıldılar. Onlardan da bir fırka cennetlik, yetmişbir fırka ise cehennemlik oldular. Bu ümmet de Peygamber’den (s.a.a.) sonra yetmişüç fırkaya ayrıldı. Bu yetmişüç fırkadan onüç fırka biz Ehl-i Beyt’in Velâyet ve meveddetine (sevgisine) intisâp ettiklerini iddia ettiler. Onlardan da Oniki fırka cehennemlik, bir fırka cennetlik oldu. Altmış fırka da diğer insanlardan olup cehennemliktirler.”[12] Şurası bir gerçektir ki, her yolun yolcusu, kendisinin mensûbu bulunduğu yolu, Fırka-i Nâciye (kurtuluşa eren fırka) bilecektir. Biz de, Kur’ân’ın işâreti ve Peygamberler şâhı Hz. Muhammed Mustafâ’nın (s.a.a.) vasiyeti gereğince Ehl-i Beyt yolu’nun kurtuluşa erdireceğini kabûl ediyor ve bu yolda bulunmaktan şeref duyuyoruz. Ve inanıyoruz ki adâletsiz yapılan her işin sonucu anarşidir. Bu bakımdan din sömürüsü de, yön sömürüsü de, kin sömürüsü de bir anarşidir. Kavram sömürüsü de bir anarşidir. Mânâ sömürüsü de bir anarşidir. Öyleyse, Ehl-i Beyt yolu mensubu Müslüman’ların en önemli özelliklerinden birisi de her türlü sömürüden uzak durmalarıdır. Târih boyunca uzun zaman dilimlerinde Müslüman’lara hükûmet eden dikta yönetimler, ümmetin birbirinden kopma nedeni olduğu gibi, aynı idealleri paylaşan, aynı değerlere sâhip çıkan insanları, farklı bölgelerde yaşamlarını sürdürdüklerinden ve birbirlerinden haberdâr olamadıklarından, şeytânî desîseleriyle farklı farklı isim, ünvân ve nâm ile damgalamışlar, kavram anarşisi çıkartmışlardır. Öyle ki insanlar birbirlerini anlayamaz olmuşlardır. Bundan en çok çekenlerden birileri de şüphesiz ki Ehl-i Beyt şÃ®aları (Alevîler ) olmuştur. Bugün şunu müşâhede etmekteyiz ki, Ehl-i Beyt katârında yer alan canlar, dünyânın bir çok bölgelerinde -husûsen Ortadoğu bölgesinde- değişik isimleri kendilerine izâfe etmişlerdir. Bunlardan ülkemizde kullanılan bazılarına değinecek olursak; Alevî, Kızılbaş, Caferî, İmâmî, ŞÃ®i, Rızâî, Tahtacı, Yörük, Sıraç, Türkmen, ...vs. vs. İşin aslına ve özüne bakacak olursak, bu, bir gerçeği ifâde etmektedir. Adını saydığımız ve sayamadığımız her kesim, kendilerini; KUR’ÃN’a bende, PEYGAMBER’e (a.s) tâbi, EHL-İ BEYT’e (a.s) muhib, ONİKİ İMÃM’lara (a.s) bağlı birer neferbilmektedirler. Öyle ise bütün bu verilen isimler öz olarak tanımlanacak olursa; Kimliğimiz; Irk ayrımı yapmayız; soyca Ademî’yiz. (Hz. Adem’deniz) Dînimiz; İslâm, Müslüman’ız. Peygamberimiz; Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.a), Muhammedî’yiz. İlk İmâmımız; İmâm Ali (a), Alevî’yiz. Oniki İmâm’lara bağlıyız; İmâmî’yiz. Buyruklara özellikle İmâm Cafer (s.a.) ile ulaşmışız; Caferî’yiz. Kur’ân’a ve Ehl-i Beyt’e (a.s) taraftarız; ŞÃ®a’yız, ŞÃ®i’yiz... ve’s-selâm. Alevî, Ali (a.s) gibi yaşayandır.