BEKLENMEDIK CEVAP

Konu, 'Hikayeler, Olaylar ve Yazılar' kısmında sanem_62 tarafından paylaşıldı.

  1. sanem_62

    sanem_62 Daimi Üye

    Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi.
    Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: 'Nazif Bey mi?' dedi. 'Evet, Nazif
    Bey!' diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla 'Nazif Bey sizlere ömür
    efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu.' dedi. Hiç beklemediği bu haberle bir
    acı saplandı yüreğine. 'Ya, öyle mi...?' diyebildi sadece. Hicranlı bir
    suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar
    yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp
    'Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?' diye sordu. 'Evet var,
    oğlu Selim Bey....'. Titrek bir sesle 'Öyleyse Selim Beyle görüşebilir
    miyim?' dedi. Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,
    'Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor;
    ama ben yine de kendisine bir haber vereyim.' dedi ve telefona yöneldi..
    Sonra 'Kim diyelim efendim?' diye sordu. 'Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum
    kızım.' cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi. Daha sonra
    mütebessim bir çehreyle, 'Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen
    beni takip edin.' dedi. Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle
    döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular,
    sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta
    bekleyen vakur ve mütebessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini
    uzatarak, 'Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.' dedi. 'Bendeniz de Selim
    Cebeci... Lütfen buyurun, oturun.' dedi, genç iş adamı.
    Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz: 'Yirmi üç yıl, tam
    yirmi üç yıl... Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini
    öpmek için bu ânı bekledim.' dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu. 'Ama
    o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm
    anlatamam.' Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: 'Fakat
    en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.'
    Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına
    inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi
    cümlelerine: 'Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir
    mi?' Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek
    başıyla 'Evet' dedi. Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı.
    'Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık.' dedi.
    Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı
    ve 'Sizi karşıma Allah çıkardı.' dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı.
    'Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?' dedi. Selim Bey gülen
    gözlerle profesöre bakarak 'Bizdeki emanetinizi vermek için...' deyince,
    profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı. 'Emanet mi?' dedi. Selim Bey cevap
    vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine 'Gelebilir misiniz?'
    deyip telefonu kapattı. Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı
    çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.
    Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler
    fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken
    Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı. Sohbetleri koyulaştıkça,
    çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine hasret kırk yıllık ahbapların
    yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey
    yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her
    yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki
    portresini göstererek, 'Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum.' dedi. 'Bana
    yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt
    dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır
    oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.' diyerek bana istikamet verdi. Ona her
    namazımda dua ediyorum.' dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına
    mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer
    tabloya kaydı.
    Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş
    oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında
    çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:
    'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...'
    Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı
    tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci
    cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:
    'Bir müddet sabredeceğiz, sonra...'
    İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu
    iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet
    arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde
    biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:
    'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra...' diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle
    daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp, 'Selim
    Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim.'
    Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes
    alarak:
    'Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı.
    Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey
    kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu.
    Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin
    kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin... Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey
    yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı
    gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışına mukabil babam: 'Bir müddet
    zeytin yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde
    gezdirdi, 'Alışacağız.' dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç
    gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir
    mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da
    kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle: 'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl
    yaşayacağız.' diye haykırdı. Bunun üzerine babam: 'Bir müddet sabredeceğiz,
    sonra alışacağız.' dedi . Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna
    yazılmıştım.
    Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk
    günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça uzak
    gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi
    düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark
    edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana
    ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat
    vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, 'Yoruldum.' dedim. Babam
    oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi.
    Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde
    ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman
    buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma
    yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde
    de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı:
    'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.' Babamın dediği gibi oldu,
    zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir gün babam eve çok
    farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her
    birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa
    paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı. 'Bugün, benim için ne
    mânâya geliyor biliyor musunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi,
    gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize
    hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp
    yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa o turdu. Cebinden gazeteye
    sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde
    babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu
    gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam,
    beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı.
    Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.
    Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet
    kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim.
    Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime
    'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır.
    Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.'
    demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye
    tek kuruş borcum kalmadı.' dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki
    çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz
    bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım. Bu çoraplar
    her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının
    hakkıdır.' diyor'.
    Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini
    kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı.
    'Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir
    hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım.' Selim
    Beye döndü ve 'Siz ne yapardınız?' diye sordu. Selim Bey kendisine has
    tebessümü ile: 'Bir müddet zeytin yerdim, sonra...' dedi ve gülümsedi. O
    sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye
    girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp
    kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. 'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz
    emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı.
    İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı
    iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not
    çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.
    Sevgili Mehmet Bey oğlum,
    Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu... Tahsil
    hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son
    altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra imkânlarıma
    yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size
    borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla
    ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili
    oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç
    gece ağladım onu Rabb'im bilir. Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki
    değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında,
    borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.
    Sevgilerimle, Nazif Cebeci.
    Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği karşısında
    bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli
    duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bir ara yaşlı
    gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. Kendisine yıllarca hüzünle
    bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi.

    KNK : ERSL-DRG
     
  2. seyduna_34

    seyduna_34 Daimi Üye

    teskekurler canım guzeldı...
     

Sayfayı Paylaş