Gerek proto-İsmailizm ve gerekse Alamut İsmailizminde Fatıma'nın Tanrısal özelliklerini tanımlayan çok sayıda metinler bulunmaktadır. Bu özellikleri üzerine üretilen öyküleri ve felsefi derinlikler kazandırılmış verileri uzun uzun burada anlatamayız. Ancak elbetteki Anadolu Aleviliğine geçmiş olanlardan sözedilecektir. Muhammed'in "Bunlar benim ehli beytim (ev halkım) dir; onları sevenler beni sever, düşman olanlar bana düşmandırlar'' diyerek mantosunun altına aldığı beşlerden biri olan ve onlara imrenerek kendisini de altıncı kabul etmesini isteyen melek Cebrail, Fatıma hakkında zamanın ve var oluşun ötesinden bildiği bu olayın tanıklığını anlatır. Cebrail ışıktan kubbelerin içinde yaşayan Tanrı tutsaklarına bir cennet betimlemesi göstermiştir. Cennetin baş köşesindeki Tanrısal imge Fatıma tüz-Zehra'dır. İsmailizm metinlerinde şöyle tanımlanmakta: "Fatıma nurdan bir taht üzerinde oturmaktadır. Başında taşıdığı taç Muhammed, belindeki kılıç Ali ve kulaklarındaki küpeler ise oğulları Hasan ve Hüseyin'dir!'' Fatıma al Kubra (Ulu Fatıma) Alamut İsmailizminde büyük Hojjat (Hüccet, tanık, şahit)tır. Yani birinci İmamın, imam Ali'nin en büyük tanığıdır. Fatıma sözcüğünün cafr (sayı, rakam) değeri 290 üzerinden hesaplanarak İsa peygamberin annesiyle özleştirilip, Meryem'in Fatıma'da ortaya çıktığı (epifanisi, zuhuru) ileri sürülür. Anadolu Alaviliğinde, başlangıçta dörtlükler halinde çeşitli ozanlardan vermiş olduğumuz örneklerde görüldüğü gibi Fatıma çok yalın biçimde tanımlanmıştır: Cihanın velisidir, makamı cennette bulunmaktadır. Hem bu cihanın hem de cennetin gülüdür. Onu seven, yüzüne bakan cehennemin od'una yanmaz! Muhammed'in sevgili çocuğu, Ali'nin yari. Ve Fatıma sevgi güneşidir; kudretten mey doldurur ve çağıranın carınana yetişir. Fatma Ana görgü cemlerinde gülbenglere ve dualara girmiştir. Samaha çıkmış, hizmet görmüş ya da muhabbet Dârlarına durmuş bacılara "Fatma Ana katarından didarından ayırmaya! Dârınız Fatıma Dârı ola! Fatma Anamıza eş ve yoldaş olasınız! Fatma Ananın hayır defterine yazılasınız gerçeğe hüü!'' diyerek dualar eder Dedeler. Fatıma Ana tek erdem örneğidir bacılar için Alevilikte. Cemlerde Hatice'nin çok az, Ayşe'nin ise kesinlikle adı geçmez. Alevi kadınları yaşamlarında Fatıma gibi doğru sözlü, özü pak, çocukları için yüreği şefkat dolu ana olmak için çalışır; kocasıyla omuz omuza mücadele veren en sadık yaridir! Fatıma'nın cennette nurdan bir taht üzerinde oturduğu betimlemesi sözlü olarak muhabbet cemlerinde anlatıldığı gibi Bektaşilikte "Muhammed gülü veya Pence-i Ali aba'' adıyla arap harfleriyle oluşturan ve ehlibeyti gösteren insan yüzü Fatıma Anadır. Ancak Alevi-Bektaşi Dâr kavramında Fatma Ananın simgeleşmesini, tüm yukarıda özetlemeye çalıştığımız onun divinite'si, yani göksel yüceleğinden çok, kısa yaşamındaki mücadelesi ve haksızlığa başkaldırısına bağlamak gerek. Çünkü baştan beri açıklamalarımzda görüldüğü üzere Alevilikte Dâr göksel işleri değil, dünyasal yaşamı düzenleyen, toplumsal maddi işlevleri ağır basan bir ögedir. Örnek aldığı ve simge olarak kullanmakta olduğu kişiler haksızlığa, akıldışılığa başkaldırmış bu uğurda can vermekten çekinmeyen mücadeleci ve devrimci bir ruha sahip insanlar olmalıdır ve böyle olmuştur. Fatıma, babası Muhammed'in binlerce yıllık arabların kabile yaşam düzeninin vahşet ve haksızlıklarına başkaldırıp, yeni bir düzen (İslam dini) getirme mücadelesinin başlangıcında doğmuş ve bu mücadelenin içinde büyümüştür. 610 dan 622 yılına değin Muhammed peygamberin aile çevresi lideri olduğu İslam azınlığın içinde olduğu tüm sıkıntıları yaşamıştır. Muhammed'in önerdiği yeni düzen ve inanç anlayışında putlara tapınmayı yerdiği gibi; soy-sop, ırk, boy üstünlüğü inancının da asılsız olduğu ve insanların halı-kilim tezgahlarının tarakları, tarakların dişleri gibi birbirlerine eşit olup (Künuz'ül Hakaik, Cami'us Sagıyr Eki," II, s. l85) hepsinin Adem soyundan geldiklerini, Adem'in ise topraktan yaratıldığını söylüyordu. Hatta soyla sopla övünen kişilerin pislik yiyen kişilerden de aşağı sayılmaları gerektiğini söylemekten çekinmiyordu. Bu nedenle Muhammed'in çevresine, kendilerini soylu sayanlarca hor ve hakir görülenler ve köleler toplanmıştı. İlk inananlar kan bağı akrabalarından bazıları ve bu horlanan aşağı sınıftan kimselerdi. Mekke yönetimini elinde tutan varlıklı Kureyş kabilesi ve bu kabileyi destekleyen diğerleri; ticaret zengini amcası Ebu Talip ve Hıristiyan ve Yahudilere zengin akrabalık zinciriyle ulaşan karısı Hatice'nin koruyuculuğu altındaki Muhammed'e önceleri öyle açıktan saldıramadılar. Hatta onu satın almayı denediler Haşimi kabilesinden bazı yakın akrabaları aracılığıyla. Başaramayınca ona inanan fakiri-fukarayı ezmeye; alışveriş yapmayarak, yiyecek ve sularını keserek ekonomik abluka altına almaya başladılar. Yönetici kabilelerin, varlıklı tabakaların baskıları ve eziyetlerini giderek artırması yüzünden ilk İslamların inançlarının sarsılmaya başladığını anlayan Muhammed, onların Etiyopya'ya (Habeşistan) doğru göç etmelerini istedi. Böylece Mekkeden ilk göç dalgası başlamış oluyordu. Muhammed'in yüzünden Haşimi kabilesinin Mekke'de önemi azalmaya ve yalnızlığa terk edilmeğe başlamıştı. Güçlerinin azaldığı oranında Kureyş oğulları karşı hücumların bireysel şiddet eylemleriyle birlikte ekonomik baskılarını da artırıyorlardı. Bir keresinde tek başına içinde 360 putun bulunduğu Kabe'ye gidip, putlara arkasını dönerek kendi Tanrısına dua etme cesaretini gösteren Muhammed'in omuzundan aşağı insan pisliği dökmüşlerdi. Duyulduğunda ilk İslamın ileri gelenleri, birarada oturmakta oldukları ve bıyıkları henüz yeni terlemiş Ali dahil yalınkılıç korucuların beklemekte olduğu Ebu Talib'in evinde, Muhammed'in bu tedbirsiz durumunu tartışmaya koyulmuşlardı. Ama henüz altı-yedi yaşındaki Fatıma işitince koşup babasının üstüne atılmış pisliği temizlemişti. Mekke'nin çukur bir semtinde bulunan Ebu Talib ve oymağının mahallesi Müslümanlığı kabul edip, diğer semtlerde yaşamaları tehlikeye girmiş insanlarla dolmuştu. Bu mahalle üç yıl boyunca ekonomik muhasara altında tutuldu. Koşullarının ne olduğu bilinmeyen bir anlaşmayla bu muhasara bir süre için kaldırılmıştır. Ancak bu sıralarda Ebu Talib'le Hatice'nin üç gün arayla dünyadan göçmesi Muhammed için büyük kayıp oldu. İki önemli koruyucusu ve onların etki alanlarını yitirmiş bulunuyordu artık. Bu sırada Mekke'nin yönetimini elinde bulunduran; çarşı-pazarı, iç ve dış ticareti ve kervanları denetleyen, el sanatlarını de yedlerine almış Kureyş kabilesinin en önemli kişisi Ebu Sufyan idi. Her türlü baskıya rağmen, silahlı hücum ve muhasarayla Muhammed ve yakınlarını ortadan kaldırmaya karar verilmemişti. Ebu Sufyan genç ve güzel karısı eli defli çengi ve şarkıcı Hindu'yu bile kullanmaktan çekinmedi Muhammed'i baştan çıkartıp düzeni, yani İslamiyeti getirme girişiminden vazgeçirmek için. Ebu Talib ve Hatice'nin ölümünden sonra ancak iki yıl dayanabildi Muhammed. Ağır saldırı, ölümler ve eziyetler karşısında birçok Müslümanların eski dinlerine döndükleri de görülmeye başlamıştı. Muhammed'in durumu kurtarmak için çare ararken, ileri görüşlülüğü, Mekke'nin "çobanlar'' diye çağırarak çok küçümsedikleri hayvancılıkla geçinen Yesriblilerin kinlerinden yararlanmayı gündeme getirdi. Aynı yıl Hac mevsiminde onlarla gizli görüşmeler yaptı. Olasılıkla Yesrip (Medine) liler için ezeli rakip ve düşmanları Mekkelileri, bazı kabileleri (Haşimiler ve Müslüman olmuş diğer topluluklar) yanlarına çekip onları içlerinden vurmak söz konusuydu! Ancak Mekkeliler bu haberi alınca bir gece Muhammed'i öldürmeyi kararlaştırdılar. Cebrail aracılığıyla Tanrı'nın bu kararı ona haber vermesi (Mutlaka Muhemmed'in Kureyşliler arasında casusları bulunuyordu!) üzerine Muhammed, yirmibir yaşlarındaki genç ve güçlü amcası oğlu Ali'ye kendi yatağı dahil, Fatıma ve diğer çocuklarını emanet edip evinden çıktı. Kısacası Ali'yi tehlikeye atıp, kaçarak canını kurtardı. İki kentin arasındaki kin ve düşmanlık üzerine oturtulmuş bu ileri görüşlü siyaset tutmuştu. Mekke'de oniki yıl boyunca arpa boyu yürüyemiyen, kuşatılmış ve baskı altında tutulan Muhammed, Medine'de on yıl bile geçmeden İslamın sosyal, ekonomik ve bireysel yasaları ve kurumlarını oluşturmuştu. Artık bir din devletinin kuruluşu bile ufukta seçiliyordu. Bedr, Uhud ve Handek gibi ilk üç büyük savaşta hep savunma durumunda ve medine halkı istisnasız arkasındadır. Zengin düşman Mekkelilerin kat kat üstün olmalarına rağmen, özellikle damadı ve amcası oğlu Ali'nin de yardımıyla iyi strateji ustası olduğunu göstererek onları dize getirmiştir. İslam bu on yıllık dönemde bütün Arab yarımadasına yayılmış bulunuyordu. Fatıma kurulu düzeni değiştirme; insana değer veren, zayıfı güçsüzü ve köleyi kabile şeyhlerine, yani kervan ticaretinden büyük varlık yapmış konaklar yaptırmış ve vahalar dolusu hurmalıklar sahibi olarak bir çeşit kabile aristokrasisi oluşturmuş kişilere tercih etmeye dayalı yeni düzen kurma; ilk İslam mücadelesinde çocukluk, yeniyetmelik-gençkızlık, kadınlık ve analık aşamalarının hepsinde vardır ve babasıyla omuz omuzadır. Örneğin Uhud savaşında Muhammed yaralandığında kendi çarpışmanın ortasına atarak, babasına kol-kanat geren ve yaralarını saran odur. Muhammed'in dinsel ve politik mücadelesin de hep omuzdaş olmuştur Ali ile birlikte. Fatıma 632'de babasının dünyadan göçmesiyle, eski düzeni yeniden kurmak isteyenlere karşı direnişe geçti. Bilindiği gibi gerek peygamberin can güvenliğinin sağlanması ve gerekse düşünce ve inançlarının yayılması için silahlı mücadele dönemi olan Medine yıllarının başlarında Ali çok yetenekli bir savaşçı olarak ön plana çıkmıştı. Bu yeteneğini en kritik savaşları kişisel becerileriyle kazanarak kanıtladı. O yıllarda peygamberin yandaşları herhangibir yenilgiyi kaldıramıyacak kadar zayıflık içindeydi. Muhammed'in kendisinden sonra çok iyi bir eğitim görmüş ve tarafından yetiştirilmiş Ali'nin, kendi davasını sürdürebileceğine büyük inancı olmasından halef olmasını istemesi çok doğaldı. Bu aslında zekice bir siyasetti o günün koşulları içerisinde, yoksa salt damadı olduğu için değildi. Ancak eski günlerin özlemi içinde bulunan kayınbabası Ebubekir, Ömer ve üvey kızı Rukiye ile evli damadı Osman bu duruma çok öfkelenmişlerdi. Ölümünden sonra özellikle Ömer, bu dönemde gelişen bir çok olayda kapalı kapılar arkasındaki kulislerin adamı olduğunu kanıtlamıştır. Elbetteki eski düşman, yeni Müslüman kabile şefleriyle gizli görüşmelerde bulunmuştu Ömer. Ali karısı Fatıma ile peygamberi son saatlarında yalnız bırakmamış, ölünce de defnetme işleriyle uğraşırken Ömer, Ebubekir'i halife ilan ediyordu gizli görüşmelerden aldığı güçle. A. Jozef Dierl'in deyimiyle "bu Darbeci grup terör, rüşvet ve hileyle Ebubekir'i halife kabul ettirdi.'' A. Gölpınarlı Muhammed Peygamberin dünyadan göçerken bıraktığı malvarlığının dökümünü şöyle yapmaktadır: "... Yoklukla yoksullukla övünürlerdi. Öldüklerinde evlerin de biraz arpa ekmeğinden başka birşey yoktu. Zırhları da arpa almak bir Musevide rehinde idi (!) . Bıraktıkları dünyalık elbiseleri, iki kilim, bir çarşaf, birkaç su kabı, tarak ve misvak; üstünde 'Muhammed Rasul Allah' yazılı bir gümüş yüzük. Yirmibeş sağmal deve, yüz koyun, altı yedi keçi ve silahları. Fedek ve Hayberdeki biraz araziden ibaretti. Deve ve koyunlarının sütlerini kendileri ve aile bireyleri içer, artanını ashab-ı soffa denen yoksul sahabelere gönderirlerdi...'' Fatıma kısacık ömrü içerisinde Ali'den ikisi kız, ikisi oğlan (Hasan ile Hüseyi) olmak üzere dört çocuk doğurdu. Babasının ölümünün hemen arkasından Ebubekir'in, halef bırakmış olduğu Ali'nin hakkını gasbetmesine çok üzülmüş ve Ali'nin 17 sadık adamıyla birlikte Ebubekir'e biat etmeyi reddetmişti. Fatıma bu kez kocasının başyardımcısı olarak politik mücadelenin içine girdi. Medineli iki büyük yerli kabileyi Ali'nin yanına kazanmaya çalıştığı zaman Ebubekir'le Ömer tehlikeyi sezdiler. Hemen karşı harekete geçerek, Muhammed'in bir vahiy (Sure XVI 26 ve XXX 38) üzere Hayber'in alınışından sonra Fatıma'ya verdiği Fedek hurmalığını elinden aldılar. Fatıma buna fazlasıyla üzüldü. Ebubekir, kendisini halife tayin ettirdikten sonra yaptığı bu ilk eylemiyle hem Tanrı'nın buyruğuna hem de Muhammed'in Fatıma için söylemiş oldukları hadislere karşı gelmiş oluyordu. Fatıma yapılan bu haksızlığı sineye çekip oturmadı. Babasını defnetmiş oldukları mescide gitti. Orada bir ibâdet sonu, Peygamberin mezarını ziyaret etmekte olan Medinelilere karşı etkili bir konuşma yapmıştır. Şerh-i Hutbe-i Hazreti Fatıma Selamüllah-ı Aleyha (Mirza A. Ahmet Müderris Vahid) dan A. Gölpınarlı'nın yaptığı çevirinin bazı paragraflarını geçelim: "... Biliniz ki ben Fatıma'yım, babam Muhammed! Ne söylüyorsam yanlış değil ve ne yapıyorsam yersiz değil! Muhammed'i üstün tutup saygı duyuyor ve onu iyi tanıyorsanız, bilmeniz gerektir ki o sizin kadınlarınızın babası değil benim babam ve sizin erkeklerinizin değil benim kocamın amcası oğludur!.. Putları kırdı, kötülükler toplumunu o bozguna uğrattı. Sabah olup alem aydınlandı; hak ve adalet karanlıktan çıktı. Büyük söz sahibi ve din önderi oldu; yol kesenlerin dilleri kesildi, sustular. Nifak yaratanlar mahvoldular. Küfür ve azgınlıklar sona erdi, sizler ihlasa (kurtuluşa) erdiniz...'' Babasının kendileri için yaptıklarını; halkı nereden nereye getirdiğini çok etkili bir söylemle şöyle dile getiriyor Fatıma: "... Azlıktınız. Dosttan yoksundunuz. Taş dibinde kalmış, hemen içilip bitirilecek bir yudumcuk suydunuz! Ateş dolu bir çukurun kıyısındaydınız ve aç kişinin fırsat kollayarak, kapıp yiyivereceği bir lokmacıktınız! Yabancıların ayakları altına düşmüş bir toplumdunuz; çöldeki çukura dolmuş, deve sidiği ve pislikleriyle kokuşmuş bir damlacık suydunuz. Yediğiniz ağaç yapraklarıydı ve çürümeye yüz tutmuş keçi derisi yağlarıydı. Güçlülerin belasına uğramış ve Arabın kurtlarına lokma olmuştunuz. Tanrı kendisini ve soyunu kutlu kılsın, Muhammed'in sayesinde, kitap ehlinin eline düştükten sonra kurtuldunuz!'' Daha sonra Fatıma sevgili kocası Ali'nin İslam için yaptıklarını ve özverilerini anlatıyor. Arkasından da Muhammed'in ölümüyle birlikte yapılan haksızlıkları geniş bir biçimde dile getirip, iktidarı gasbedenlerin peygamber ve Allah'ın buyruklarını hiçe saydıklarını belirtmiştir. Ayrıca kendilerini açlığa, çaresizliğe ve yoksulluğa tutsak kılarak baş eğdirmek istediklerinden söz etmiştir. Fatıma söylevden sonra eski arab edebiyat geleneğine uyarak, babasının mezarına dönüp bir şiir okumuştur. Nasıl kitleyi etkileyecek yolları biliyor ve kendinden emin! Sonra Ali'nin ricasıyla kürsüden indiği anlatılıyor ama sanmıyoruz. İktidar gasıpçıları tarafından zorla indirilmiş olmalıdır! Fatıma'nın gerek bu politik söylevi ve gerekse kadınlara karşı, aşağıda bir paragrafını geçeceğimiz konuşmalarıyla cennet, öbür dünya kadını değil, asıl bu dünyanın haksızlıklara başkaldıran en mücadeleci kadını olduğunu göstermiştir. Kadınları verdiği söyleve bakalım bir: "... Dünyanızdan usanarak sabahı ettim. Adamlarınızdan, erkeklerinizden nefret duyarak bugüne yettim; sınadım attım, uzaklaştırdım kendimden onları! Gelin de kulak verin dinleyin! Zaman yaşadıkça size ne şaşılacak şeyler gösterecek! Ömrüme yemin ederim bu yaptığınız işler büyük kötülüklere gebedir. Bekleyin bırakacağı anı! Sonra taze kanla, zehirle öldüren kaseyi ve o kasedeki kanı sitemle tutacaksınız! İşte burada boş şeylere uyanlar, ziyan olup giderler. Sonra gelenler, öncekilerin kurup düzenledikledikleri işleri nasıl başardıklarını sonunda anlarlar! "Göreceksiniz bundan böyle, ne fitneler geliyor! Size haber vereyim kesip biçen kılıç geliyor; zalimlerin her yanı kaplayan kaplayan hükümleri aldı yürüyor! Hakkımızı çarpıp almadalar, toplumunuz Dârmadağın etmedeler! Son pişmanlık gelip çatacaktır; o zaman nice olur haliniz?...'' A. Gölpınarlı'nın "hastalıklarında kendilerini dolaşmaya gelen kadınlara hitabeleri de belagat sanatında bir örnektir'' cinsinden sudan bir açıklamayla sunduğu Fatıma Ananın bu güzel söylevi, aslında tüyür tüyür özgürlükçü politik mücadele kokmuyor mu? Ne dersiniz? Fatıma'nın, Mekke'deki başarısız oniki yıllık dönemi saymazsak, on yıllık Müslüman Arab halkını kendilerine karşı gelmeye çağıran konuşmalarını duyan, Jozef Dierl'in deyimiyle Darbeci Ebubekir ve Ömer, gasbettikleri iktidarı ellerinde tutabilmek için onun susturulması gerektiğine karar verdiler. Zaten bu amaç için yapmayacakları hiç birşey yoktu. Fedek hurmalığını "Beytul Mal'' olduğunu ilan ederek Fatıma'nın elinden alırken Ebubekir, Muhammed'in dul karısı olan kızı Ayşe'nin de bu hurmalıkta hakkı olduğu geçiyordu. Ama Fatıma'nın çok rahat bir biçimde olayı, politik malzeme olarak kullanıp, İslam topluluğunu aleyhine çevirebileceğini düşünmemişti. Çünkü Fatıma sadece Fedek için değil, doğrudan Ali'nin başa getirilmesi gerektiğini, kendilerinin ise zorba ve gasıpçı olduklarını vurguluyordu. Elleri yalınkılıç, adamlarıyla sokakları ve mahalleleri tutmuş Ömer'in ve Ebubekir'in şahsan Fatıma'ya saldırdıklarını düşünmek akıllıca görülmüyor bize. Fatıma'nın böyle erkeklere ayrı, kadınlara ayrı vermeyi sürdürdüğü söylevlere ve konuşmalara son vermesi için, onu bir gün evinde yalnız kıstırıp ölesiye dövdürttüler. Üstelik Fatıma gebeydi. Ama ne yazık ki ne Ali ve yandaşlarının umutla, ne de Ebubekir yandaşlarının korkuyla bekledikleri İslam topluluğunun büyük tepkisi geldi. Demek ki kızına yapılan bu büyük ölümcül saldırıyı kınayacak ve başkaldıracak kadar on yıllık Müslüman halk Muhammed'i sevmiyordu. Yani İslamiyet onları tam anlamıyla eski inançlarından uzaklaştıramamıştı. Darbe-i iktidar olayının ilk altı ayı içinde geçiyordu bu olup bitenler. Henüz 20-22 yaşlarında bulunan Fatıma bu korkunç dövülme olayından sağ kalkamadı; genç kadın arkasından yetim yavrularını ve çok sevdiği kocası Ali'yi bırakarak yaşama gözlerini yumdu. Tepkisiz İslam topluluğunun durumunu kavrayan Ali, öyle 17 dostuyla iktidarı ele geçiremiyeceğini anlayarak Ebubekir'e biatı kabul etti. Çünkü ayrıca Fatma olayı, aynı sonucun kendi başına da gelebileceğini gösteren bir uyarıydı. Üstelik bakmak zorunda olduğu çocuklarının bulunmasına karşı, yukarıda dökümünü verdiğimiz Muhammed'in Fedek'le bilikte tüm varlığına el konulup, geçimini yönetimin hazinesine bağlı hale getirilmiş olması da önemli bir etkendi. Görüldüğü gibi dinin kurucusu, eski düzeni değiştirip yeni düzen getirirken onu maddi koşullara bağlayarak tam yerleşmiş duruma sokamadığından, ilk saldırı Muhammed'in kendi kızına yapılmıştır. Ehlibeytten ilk kurban Fatıma olmuştur ve bu saldırı ve kurban verme hep sürecektir. Ama Fatıma'nın yaşamı bilinen yanlarıyla politik bir direncin destanıdır. Cihanın hem Velisi hem de kızıl gülü olmuştur! Pir Sultan böyle demiyor mu oğlu Hüseyin'e seslenirken? Aynı zamanda Ali ile birlikte Yolun kurucusudur ozana göre: Ceddi Muhammeddir atası Ali Anası Fatıma cihana Veli Şahı Merdan Ali kurdu bu yolu Hazreti Fatıma cihanın gülü Şüca Baba sana sığındım Hallacı Mansur Dârı ve Hallac Hüseyin İbn-i Mansur "... Evvel Dâr-ı Mansur; Dâra asılır gibi doğru Pir nazarına durup, elini sallandırıp berDâr olmaktır.'' "İmam Cafer Sadık Buyruğu" Hüseyin İbn-i Mansur al Hallac'ın yapıtlarını, inanç ve düşüncelerini incelemek için neredeyse bir yaşam harcamış ve üzerine ciltler dolusu kitaplar yazmış olan Louis Massignon'un Hüseyin Mansur Hallac Divanı'ndaki 10. kasideden bazı dizeleri çevirmeyi deneyerek başlayalım. Bu kasidede bir önceki konumuzu oluşturan Fatima'ya ve gizemlerine gönderme yapılarak onun Umm abiha (Babasının anası) sıfatı da geçmektedir. Haydi benim eski sadık dostlarım, öldürünüz beni! Benim yaşamım öldürülmemden geçer Ölümüm yaşamak, yaşamım ise ölmektir! Sizden dilediğim son arzu; Varlığımın ortadan kaldırılması. Bu bana yapılacak en büyük bağıştır, öldürünüz beni! Benim yaşamayı sürdürmem, Haksızlıkların en kötüsünü işlemem olacaktır. Hayatım beni canımdan iğrendirdi Bu çürümüş yıkıntılar arasında. Öldürünüz, yakınız dayanılmaz kemikler arasında sıkışmış beni! ... Ben bir aile babasıydım, üstelik yüksek sıradan Ve süt nineler kucağında torunluk yapmıştım. Şimdi tuzlu topraklar içindeki bir mezarın soğuk mu soğuk Taşları altında kalıbım dinleniyor. Benim anam kendi babasını doğurdu (umm abiha), İşte böyle olağanüstü ana benimkisi! Belimden gelen kızlarım bana kardeş oldular Ne zamanın geçerli kurallarından bunlar Ne de zina ilişkisinden filan! Haydi şimdi dağılmış parçalarımı biraraya toplayınız, Hava ateş ve sudan billurlaşmış. Onları çorak bir toprağa ekip karıştırınız Sonra verin hizmeçilerinizin ellerine güğümleri ve kabları, akan dereciklerden sular taşıyıp sulasınlar toprağımı! Göreceksiniz yedinci günün sonunda En güzel bir fidan filiz salacak. Alevi-Bektaşilerde Dâr olayının en büyük simgesi ve en önemli pirlerinden olan Türkçede söylenilen adıyla Hallacı Mansur, yani Hüseyin ibn-i Mansur al Hallac'a ilişkin sağlam bilgileri Louis Massignon, Anne-Marie Schimmel ve Henry Corbin'in yapıtlarından kaynaklanarak verecek ve yorumlarımızı bu bilgiler üzerine oturtmayı deneyeceğiz. Hallacı Mansur'un yaşamına geçmeden önce çeşitli İslam ülkelerinin şiir ve edebiyatlarında nasıl görülüp değer lendirildiğine ilişkin bazı önemli saptamaları özetleyelim: İran şiir geleneğinde tarikatçılar ve tasavvuf kuramcıları sık sık Hallac'a atıfta bulunmuşlardır. Kimi zaman ona acımışlar, kimi zaman hayranlık duymuşlar; kimi zaman ya reddetmişler ya da tasavvuf yolunda bir yolcu olarak görmüşlerdir. Bazı mutasavvıflar, Tanrı'nın cisimleşip insanda ya da başka varlıklarla birleşebileceğine inanmak olan Hulul öğretisinin savunucu olarak görüp, suçlamışlardır. 11. yüzyılda yazılmış bir kitapta Hucviri, ona olan büyük hayranlığına rağmen, "aklı yerinde tam değildi!'' demiştir. Bununla birlikte İranlı çoğu mutasavvıf ozan Hallacı Mansur'u yeğlemişlerdir. İran tasavvuf edebiyatına bu etkiyi Şirazlı İbn-i Hafif'in davranışı yapmıştır. Hapisteyken Hallac'ı ziyaret edip onu savunmuş ve kendisini alim-i rabbani (Tanrı'dan esinlenen bilgin) olarak nitelemiştir. Öbür yandan Hallac'ın dinleyiceleri ve öğrencileri, onun hapiste yattığı ve işkence edildiği yıllarda İran'da barınak bulmuş ve onun inanç ve düşüncelerini gizlice yaymışlardır. Hallacı Mansur'un en önemli yazıları, İbn-i Hafif tarihçi geleneğinden Şirazlı Ruzbihan sayesinde korunmuştur. Ruzbihan'ın Kitab al-Tavasin ve diğer yapıtları üzerinde yazdığı yorumlar, Hallac'ın din anlayışının birçok bölümlerini anlamamız için en önemli kaynaktır. İran'da Hallac geleneğinin en önemli temsilcilerinden biri olan Ferideddin Attar (ölm. 1220 Nişabur) Hallac'ı gördüğü bir düşte ruh klavuzu olarak, yani kendisine rehber edinmiştir. Onun adı Attar'ın lirik ve epik şiirlerinde çok sık geçer. Özellikle Tezkeret-ül Evliya adlı yapıtında Attar'ın, Hallacı Mansur'un çektiği işkenceyi anlatması, Farsça'nın konuşulduğu ya da bilindiği İran, Türkiye, Orta Asya ülkeleri ve Hindistan'da bu şehit mutasavvıf hakkında yazan hemen bütün ozanları etkilemiştir. Hallac'ın idamının tüm ayrıntıları sonradan yazılan yapıtlarda hep yinelenmiştir. Farsça, Türkçe, Urdu, Sind Pencap ve Pencap dillerindeki şiirlerde çeşitli kılıklara bürünmüşse de özde değişmeden kalmıştır. Farsça yazan mutasavvıf ozanların en büyüğü sayılan Mevlana Celaleddin Rumi'nin yapıtlarında, Mansur'un alınyazısına sayısız yollamalar vardır. Hallac'ın birçok dizeleri Rumi tarafından pek ince bir biçimde süslenmiştir. Türk halk tasavvufu geleneğinde de Mansur'a yönelik güçlü bir eğilim vardır. Şiirde örneğin Hurufi ozan şiirlerinde Hallac'ı Dâr kavramıyla yanayana çok sık kullandığı gibi; onu kendine örnek almış ve alınyazısını onunkine bağladığından derisi yüzülüp öldürülmüştür. İran'da büyük mutasavvıf Hallacı Mansur'un adının geçmediği Farsça bir şiir yok gibidir; bu şiirlerde idam sahnesi ne ve âşıkın hüzünlü yazgısına atıflar vardır. Sevgililerin saç örgülerini Mansur'un Dârağacı ipine benzettikleri bile olmuştur. Dalındaki kırmızı gül Dârağacındaki Hallac'ın simgesidir onlar için. Enel-Hak sözcüğü ise her zerrenin özünde ve her damlada mevcuttur. L. Massignon, Hallacı Mansur Türk halkları arasına böylesine sevilen ve övülen kutsal tip olarak, önce Yesevi'nin şiirleri ve daha sonra Nesimi'ninkileriyle birlikte girmiştir. Bektaşiliğe giriş ayininde (İkrar verme töreni kastediliyor) Mansur Dârı olarak simgeleşmiştir derken, o da A. M. Schimmel gibi iki yanılgıdan kurutulamamıştır ve eksiktirler. Bir kere birinci bölümde Dâra ilişkin tüm tanımlama ve açıklamalarda gördük ki Alevi-Bektaşi cemlerinde bir tören değil, kullanılışına, biçim ve işlevine göre ad alan; tapınma törenlerinin tümüyle ilgisi olan, her durumda karşımıza çıkan geniş işlev alanıyla başlıbaşına bir kurumdur Dâr. Yani yola girerken yapılan "İkrar verme töreni, musahib olma''nın adına ya da Schimmel'in dediğince "yola kabul edilme meydanı (kitabı çevirenin, merkezi, yakıştırması konuyu hiç bilmediğini gösteriyor!)na Dâr-ı Mansur denmez. Anonim İmam Cafer Buyruğundaki tanımlamasını konunun başında vermiştik; Dâr kavramı içerisinde bir duruş biçimidir! Ancak Dâr kurumu içerisinde simge olarak en fazla adı geçen kuşkusuz Hallacı Mansur'dur. İkinci yanılgı Alevi-Bektaşi edebiyatına Hallac'ın bir kutsal tipleme olarak Nesimi (ölm. 1417 / 20)nin şiirleriyle girdiğinin söylenmesidir. A. M. Schimmel ondördüncü yüzyıldan bu yana vurgulaması yapmış bulunuyorsa da, Yunus Emre ile Hallac'ın Dârla birlikte Enel-Hak söylemi içinde Türk halk tasavvufu, yani Alevi-Bektaşi edebiyatına girmiş olduğunu ifade etmemiştir. Görgü cemlerinde Dâr başlığı altındaki kısmın girişinde verdiğimiz örnek nefesler arasında görüldüğü üzere, Yunus Emre hemen hemen Seyyid Nesimi (Nesimi Dârının piri olarak son bölümde genişçe ele alınacaktır!)den doksan yıl önce, şiirlerinde Mansur'un Dârı ve didarını, yani enel-Hak çağırarak bütünleştiği Tanrı'nın yüzüyle birlikte korkunç ölüm sahnesinde sürekli yaşatır. Şiir söylemlerinde birlikte Dârağacına çıkar Yunus; yağlı urgana boynunu uzatır, yakar külünü göğe savururlar! Bütün bunlara Mansur'la maruz kalır ya zaman zaman yapanın ve yaptıranın da yerine geçer! Mansur'layın Tanrı'yla birleşmiş yaratan, yapan-yaptıran ve bağışlayan olmuştur. Ve Nesimi'nin şiirlerinde Hallacı Mansur üzerine kullandığı söylem biçimi Yunus'unkine çok benzemektedir Yunus Emre ve Nesimi'den birkaç dörtlük ve beyit örneği vererek küçük bir karşılaştırma yapalım: Ol kaadir-i Künfeyekün lütfedici Rahman benim Kesmeden rızkını veren cümlelere sultan benim Hem batınım hem zahirim hem evvelim hem ahirim Hem ben oyum hem ol benim hem ol kerim ü han benim Bu yer ü göğü yaradan bu arş ü kürsü durduran Binbir adı vardır Yunus ol sahib-i Kur'an benim ... 1) Dâr olam girDâr olam Mansur olam ber-Dâr olam Ten olam hem can olam hem in olam hem an olam 2) Bizim meclisin mestlerinin demleri Enel-Hak olur Bin Hallacı Mansur gibi kemin divanesi 3) Mansur aydır enel-Hak der suretin oda yak Deyniz Dâra gelsinler ben Dârı kurageldim 4) Ol Hallacı Mansur ile söyler idim enel-Hakkı Benim gene onun Dâr urganın takan benim Ve Nesimi'den: Mushafın harfi ve evrakı benim Küllü şey'ün halikün baki benim Mey benim sağar benim saki beni Alemin semmi vü tiryaki benim Çün ezelden ta ebed baki benim Kün fekanın halkı vü hallakı benim Vahdetin bezminde çün saki benim Ben vücud-ı mutlakım mutlak derim Hak tanıktır Hak bilir kim Hak derim Ol dem İsrafil ü hem sur olmuşum Gör enel-haktan ne Mansur olmuşum Mansur enel-Hak aydur yani ki Hak benim Hak Çün Hak ayan imiş gör kim görmeye Hak ayanı Tahta çıkmak istemez Mansur olan ya minbere Her ki Mansur oldu çıktı şah-ı aşkın Dârına Yüzün enel-Hakkı beni zülfünde ber-Dâr eyledi Mansur olandır asılan alamda aşkın Dârına Ve L. Massignon sürdürüyor: "Türk şiirinde Hallac eğilen bir gül, boynu bükük asılı, ideal bir büyük Veli olarak kalır. Lami'nin Kanuni'ye sunduğu kaside örneğindeki gibi. Hallac için sultan Hüseyin Baykara, Heratlı tanınmış minyatürcü Bahzad'a onun tüm yaşamını anlatan resimlerini yaptırttı. Mevleviler törenlerinde çaldıkları müzik aracına Ney-i Mansur adı vererek ona adamışlardır Anadolu'da. Ahi örgütünde, 14. yüzyıldan kalan fütüvvetnamelere göre, özel yay kirişlerinde tokmaklarla vura vura pamuğu çekirdeğinden ayırarak, iplik yapılmaya hazırlayan hallaçlık sanatının piri kabul edilir Mansur. Ayrıca şu anda dört Hallacı Mansur merkezi vardır yeryüzünde: Kırgızistan'da Osh, Bengaldeş'de Maij BahanDâr (Chittagoug) ve Shureshwara (Fandbur) ve Mauritania'da Ghudf'larda...'' Hallac'ın kişiliğini 11. yüzyıldan başlayarak işleyen ve Farsça yazan Hint şairleri Hallac geleneğine bağlı İranlı ve Afganistanlı ozanları bile aşmışlardır. Kullandıkları simgeler ve biçimler klasik İran şiirinde rastlananlarla neredeyse aynıdır. Hatta Müslüman Hind ve bu bölgelerde konuşulan yerli dillerde yazılmış tasavvufi halk türkülerinde Mansur daha da gözde bir kimsedir. Adı atasözlerinde bile geçer. Bin yıl önce insanları Tanrı'ya inanmaya çağırmak için büyük mutasavvıfın göründüğü İndus vadisinin ücra bir köşesinde yanık bir Sind halk türküsünden şu dizeleri işitip de duygulanmamak elde değil demekte A. M. Schimmel: Aşk yolunu bilmek mi istiyorsun? Onu sen Mansur'a sor! Öyleki İslam ülkelerinde sadece tasavvufçu ya da eğilimi olan ozanlar şiirlerinde değil, her alanda Mansur ve Dârağacı motifi kullanılmıştır. Hallac'ın büyük aşkı ve acısı yüzyılları aşıp ölmezliğe kavuşmuş; ozanlara va yazarlara esin kaynağı olmayı sürdürmektedir. Bir çağdaş türk ozanı şiirinde: Mansur vahdet davulu çalar ve kadehi birlik şarabıyla doludur; taşkın ve büyük aşkı yüzünden ve Tanrı kendisini çok sevdiği için eziyet çekmesi gerekenlerdendir. Pakistanlı çağdaş mutasavvıf ozan Muhammed İkbal, göklerdeki ruhsal yolculuğunu anlattığı "Cavidannâme"sinde Jupiter katında Hallac'ı kendisinin öncüsü olarak görmüş; dinamik aşk ve inanç kavramını her özgür Müslüman için ideal olarak düşünmüştür. Arab ülkelerinde yakında geçmişte, özellikle Louis Massignon'un çok kapsamlı çalışması sayesinde Hallac'a ilgi artmış. Abdurrahman Bedevi onun yaşantısını, Kierkegaard'ınkine benzeterek, gerçek var oluşçu bir filozof olarak görmüş. Lübnan'da Adonis, Irak'da Abdulvehap el Bayati gibi ozanlar Hallac'ın kişiliğinin gizini büyük duyarlıkla işlemişlerdir. Nasır döneminde Mısırlı sosyalist yazar Salah Abdus Sabur "Hallac'ın Trajedisi" isimli bir oyun yazmış ve şehid mutasavvıfın toplumsal mesajlarını iletmeyi denemiştir. Oyunun bir yerinde Hallac'ın uzun tiradında geçen sözlerini koro karşılıklı olarak şu şiirsel söylemlerle değerlendirir: - Sözlerinden ambarımıza koyabildiklerimizi götürüp, köylünün sürmekte olduğu tarlada saban izlerine ekeceğiz. - Ayrıca onları en değerli tacir malları olarak saklayacağız. - Bu sözleri çöller aşan devecilerin ağızlarında türkü yapacağız ve böyle saklayacağız. - Urbalarımızın katlarında, kıvrımlarında gizlemek üzere kağıtlara yazacak, dizelere şiirlere dönüştüreceğiz. - Ama söyleyiniz Hallac şehid edilmeseydi bu sözlerinin akıbeti ne olurdu acaba? Yirminci yüzyılda sorulan bu sorunun yanıtını 13. yüzyıla dönüp, Mevlana Celaleddin'in oğlunun ağzından dinleyelim. O Mevlana ki âşıkların ve sadıkların sultanıydı! Sevgisine yanıp yakıldığı bir yüce insan vardı, bir başka şehid; Tebrizli Şems! Yeri gelmişken, aralarındaki bu büyük aşk yüzünden kafası kesilip kuyulara atılan Tebrizli Şems'den söz edelim biraz. Hallac'dan konuşurken Şems'i araya sokmanın, söz değişiminin anlamı az sonra anlaşılacak. Onun öldürülmesiyle Mevlana bir-iki dövündü çırpındı! Duygulu, çok duygulu şiirler yazdı. Yeni esin kaynağı dostu sevgiliyi, yani kuyumcu Selahaddin'i bulunca onu unuttu gitti! Tebrizli Şems İsmaili bir batıni olarak geldiği söylenirken, öbür yandan Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi'nde onu Hacı Bektaş Veli'nin "başlı git başsız gel!'' diyerek Mevlana'ya gönderdiği belirtilmektedir. Dolayısıyla Tebriz'den bir İsmaili yedi imamcı olarak Anadolu'ya gelmiş olsa bile, eğer önce Hacı Bektaş Veli'ye uğramamış ve ona intisab etmemiş olsaydı "Velayetnâme"ye girmezdi. Mevlana Celaleddin'i kendisine sırılsıklam âşık edecek kadar etkisi altına alan Tebrizli Şems, korkunç bir biçimde öldürüldü. Namuslu bir araştırmacı çıkıp, Şems-i Tebrizi gerçeğini ortaya çıkarmak cesaretini göstermelidir. Şems gerçekten anlatıldığı gibi, büyük şeyhleri Mevlana ile sık sık birlikte halvete çekilmelerinden ötürü, aralarında bir eşcinsel ilişkinin varlığı dedikodusu yüzünden mi öldürüldü? Yani Mevlana'nın müridleri arasındaki prestijinin azalması, değerini yitirmesi korkusu mudur Şems'in öldürülmesinin nedeni? Yoksa, Moğol korumalığındaki Selçuklu yönetimi, diğer anlamıyla Moğolların hazinesine koşulsuz ağır vergiler ödeyen ve bu vergileri göçebe, köylü ve yarıcı Türkmenlerden, Anadolu halklarından çıkartan işbirlikçi yönetim mi öldürtmüştür? Bu yönetimin yanıbaşındaki Mevlana Moğollar için "Tatar'ın yaptıklarından değil, Tatar ceylanının göbeğinden söz et! Tatar'ın talan ettiği herşey Tanrı'nın hazinesine girmiş olur! Tatar dünyayı savaşla yıktı ama yıkılan yerde Tanrı'nın definesi bulunur; ne diye gönlümüzü sıkalım?'' biçiminde övgü dizeleri ve yazılar döktürmektedir. Onlarla kurduğu dostluklar ve yazdıkları mektuplarla Konya'ya saldırmaktan bile alıkoyduğu söylenen (!) Mevlana, kent halkını elinde tutmakta ve ticaret erbabı, sanatkarı, demircisi, kuyumcusu onu ikinci bir peygamber olarak görmektedir. Pervane ve karısı boşuboşuna ona mürid olmamışlardır. Böyle bir kişinin Şems tarafından batıniliğe çekilmesi, Melamet ehli yapılmasına hiç işbirlikçi yönetim izin verir miydi? Gerçek olan Hacı Bektaş Veli, Tebrizli Şems'i bu amaç için görevli kılmıştı çok ince bir siyasetle. Mevlana'nın bu Moğol işbirlikçisi yönetiminin yanındaki gücünü biliyordu. Tebrizli Şems'in Moğol istilasının ertesi yılı (1244), "ya görevini yapmalı ya da ölmeli'' (Başlı git başsız gel! buyruğunun anlamı budur) ilkesi uyarınca, Konya'ya gelmiş olması anlamlıdır. Çünkü Hacı Bektaş çevresindeki Alevi Türkmen halklarının, ezeli düşmanları Moğollara karşı direnişleri İzzettin Keykavus'un yanında başlamıştır. Hacı Bektaş Veli'nin bir keresinde Şeyh İshak adında bir dervişini Mevlana'ya göndermiş olduğunu Mevlevi yazar Ahmet Eflaki yazmaktadır. Bir keresinde de Kırşehir emiri Cacaoğlu'nun araya girdiğini görüyoruz. Eflaki'nin bu ilişkileri bir çeşit keramet yarışması ve söz atışmaları olarak göstermesine elbette ki gerçeği yansıtmıyor. Birincisi "Hakikatı mı arıyorsun? Öyleyse Konya'nın dört duvarı arasından çık! Kendini onlara sevdirdiğin yeter, beylere sultanlara kendini yeterince sevdirdin; halka yönel!'' uyarısı. İkincisinde ise dökülen kanlardan söz etmiş ve "Çekiştirmeyi ve şeriat dedikodularını bırakalım; birlik olup Tatar'a karşı çıkalım!'' çağrısıdır. Burada o kerametleri anlatmayı gerekli görmüyoruz. Mevlana, Hacı Bektaş'ı "şeytanın kardeşi!'' ve anımsattığı dökülen kanları da "pis ve murdâr' olarak nitelemiştir. Bunlara rağmen Hacı Bektaş Veli, gerek fiziği ve gerekse engin Fars dili ve kültürüyle onu etkileyebilecek tek kişi olarak Şems'i seçip göndermiştir. Tebrizli Şems üç kez ölüm tehdidiyle kentten çıkarılmasına rağmen geri gelmiştir aldığı kesin buyruğu yerine getirmek için. Moğol korumalığındaki Selçuklu yönetimi, veziri ve emirleriyle Tebrizli Şems'i öldürtmüşlerdir. Mevlana'nın Alaaddin adındaki oğlu dahil olmak üzere yedi kişilik katiller çetesinin Kırşehir beyi Nureddin Caca'ya sığınmış olmalarının anlamı nedir? Bir süre sonra Mevlana'yı memnun etmek için onların öldürülmüş olmasının bu gerçeği değiştireceğini hiç sanmıyoruz. Hind-Müslüman halk şiirinde Şems ile Hallac birarada işleniyor. Nedenler ortada: Görünüşte her ikisi de şehidlik makamında birleşiyorlar ve birer sevgi kurbanları. Ama gerçekte devlete, egemenlere ve onların inançlarına karşı olduklarından düşünce ve eylemde birleşiyorlar. İran şiirinde Kerbela şehidi İmam Hüseyin için yazılıp okunan taziyeler arasında bile Hallac'ın alınyazısını işleyen bir parça bulunmuştur. Hatta: "Burada Mevlana Celaleddin Rumi'yi çok etkilemiş olan mutasavvıf öğretmeni ve sevdiği Tebrizli Şems, tuhaf bir şekilde yanyana getiriliyor'' diye yazmakta olan Anne-Marie Schimmel'in hayretine, tuhaf buluşuna katılmıyoruz. Biz Şems'in Alevi-Bektaşi şiirinde Hallac, Fazlı ve Nesimi'nin yanısıra işlenmeyişine ve Dâr olayında simgeleşmemesine şaşıyoruz. Belki de bunu, "Velayetnâme"deki Hacı Bektaş Veli'nin onun için söylediği, "Başlı git başsız gel!'' buyruğunun yanlış yorumlanarak, birilenme (sözden çıkan talibe, dervişe beddua) kabul edilmiş olmasına bağlamak mümkündür. Şimdi başta söylemiş olduğumuz, Hallac'ın sözlerine ilişkin soruya Mevlana'nın oğlu Sultan Veled'in vermiş olduğu yanıda dönelim. Yani Hallac öldürülmemiş olsaydı sözlerinin akıbeti ne olurdu? Mısırlı sosyalist yazarın bu sorusuna yanıt arıyorduk ki Sultan Veled yardımımıza erişti! Ahmet Eflaki anlatmaktadır "Ariflerin Menkıbeleri'' adlı yapıtında: " (436). . Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Sultan Veled (Tanrı onun sırrını kutlasın) zamanı överek; 'Bu zaman ne güzel zamandır. Bütün insanlar inançlı ve samimidirler. İnkar edenler varsa da kuvvetleri yoktur' diyordu. Mevlana hazretleri; 'Bunu neden ve nasıl söylüyorsun?' diye sorunca Sultan Veled; 'Şundan dolayı, diye anlattı; bundan önceki zamanlarda Enel-Hak (ben Tanrı'yım) dediği için Mansur'u Dârağacına çektiler. Beyazıdı Bestami'nin katline yöneldiler. Ve nice ulu şeyhleri öldürdüler... Tanrı'ya hamdolsun, zamanımızda babamız Hüdavendigar'ın her beyitinde 'Ben Tanrı'yım, tesbih edilmeye layığım' sözü vardır. Ama kimse ağzını açıp da itiraz edemiyor!' Mevlana gülerek; 'Onların makamı âşıklık makamıydı. Ã?şıklar belalara düşkün olurlar! buyurdu, Bizim makamımız ise maşukluk (sevilmeklik) makamıdır. Maşuk daima hükmünü yürütür. O ruhların sultanı ve nefislerin emiri ve akılların egemeni olur!' dedikten sonra şu beyiti söyledi: "Şems-i Tebrizi'nin ayağı ruhların başı üzerineydi "Onun ayağının bastığı yere ayağını basma başını koy!'' Oğluna verdiği yanıtla, ayağına bastığı yere başını koyacak kadar çok sevdiği (maşukluk makamındaki) Tebrizli Şems'in öldürülmesi konusunda düşüncesi arasında çelişkiyi hissettimi bilemiyoruz, ama yanıtı kendine özgü süslülüğü içinde hiç de yabana atılır cinsten değil. Oğlunun kendi adına korkması ve onun yaşamasını zamanın güzelliğine bağlama sorunsallığını; Selçuklu yönetiminin kendisini çok sevdiğini ve dolayısıyla egemenlerin kurallarına sıkı sıkı bağlı olduğunu kapalı itirafıyla çözümlüyor. Şu halde hangi çağda olursa olsun devletin yanında olan ve onun diliyle konuşan ozan, sanatçı her cümlesinde 'Ben Tanrı'yım' da dese ve kendini peygamber Muhammed'in yerine koyup 'Benim yüzümü gören cennetliktir, doğru cennete gider!' de demiş olsa Mevlana gibi, ölüme gönderilmek değil, suçlanmaz bile, baştacı edilir! Sözleri Hadis, esinlenmeleri ayettir Mevlana'nın. Tanrısal esinler olan sözleri ve düşüncelerini içeren Mesnevi'si ikinci Kur'an olarak nitelenmiş ve çağları aşarak hiç engelsiz günümüze ulaşmıştır. Şehid edilmeseydi, yani Dârağacında işkenceyle öldürülmeseydi Hallac'ın sözlerinin akıbeti ne olurdu? diye sorduruyor Mısırlı sosyalist yazar oyununda. Yanıtı az önce anlattığımız olayın içinde: İlk büyük Mevlana Celaleddin Rumi olacaktı. Elbetteki sözleri de Mesnevi! Muhiddin Arabi de olabilirdi. Hemen her cümlesinde şeriata aykırı sözcükler bulunan; Mısır firavunlarını bile inanmış Müslüman sayıp, Tanrılarına saygı duyan bir Muhiddin Arabi! Alevi-Bektaşi Dârlarının en önde gelen simgesi ve adı sürekli kullanılan Hallacı Mansur, Enel-Hak (Ben Hakkım, Tanrı'yım) dediği için değil, zamanın Abbasi yönetiminin karşısında; devletin inanç, düşünce ve felsefesine aykırılığı dolayısıyla katledilmiştir, yani Mevlana gibi egemen yönetimin diliyle konuşmadığı için. O inanç ve düşüncesinden ödün vermeden, ölümden korkmadan karşıkoyumunu sürdürmüştür. İşte bu eşsiz direnç ve karşıkoyum örneği Alevi Dâr kavramında birincil simge olmuştur. Bu arada belirtelim ki Ahmet Eflaki aynı yapıtında, Mevlana'nın Mansur'un asılması üzerine ilginç bir başka yorumunu daha geçmektedir. Mevlana anlatıyor: "Mansur'un asılmasına neden şu idi: Mansur bir gün 'Eğer Muhammed'i elime geçirseydim mutlaka yakasına yapışırdım', dedi. 'Çünkü o miraca çıktığında yalnız kendi ümmetini düşündü. Neden bütün insanlar için rahmet dilemedi ve neden hepsini bana bağışla demedi? Sadece müminlerin bağışlanmasını diledi, ya öbürleri!' "Birden Muhammed Mustafa gayb aleminden ortaya çıkıp; 'İşte geldim, bakalım nasıl alacaklı gibi yakama yapışacaksın?' dedi. Biz ne istiyorsak, Tanrı'nın emri ile istiyoruz. Kalbemez onun buyruğunun evidir. O hepsi için değil, sadece müminler için istememi buyurdu. ' Mansur hemen sarığını çıkartıp, 'Borcumu ödemeye hazırım!' deyince Peygamber; 'Sarığına razı olmam, ille senin başını isterim!' dedi. Ve ertesi gün olay gerçekleşti, yani Hallac'ı Dârağacına astılar...'' Hallacı Mansur'u Alevi toplumu, Dâr olayı ile içiçeliğinden tanır. Yol eri olmak için yani musahib tutarken bir Alevi, Mansur gibi boynuna urgan takılıp asılmaya hazırdır. Boynundaki tığıbend ile bunu simgeleştirdiği gibi, ağzıyla da ikrar eder. Kalıp değil talip olan yoleri görgü ceminde Dâr meydanına çıktığında, yukarıda tüm çeşitlerini incelemeye çalıştığımız Dârların hangisi olursa olsun kendini bir Hallacı Mansur görür. Onun çektiği tüm çile ve işkenceleri göğüslemeye hazır olarak, kusurlarını ortaya döker; kendini savunur, şikâyetini yapar, verilen cezayı çeker. Mensubu olduğu topluma hesabını bu ruh durumu ve davranışı içerisinde verir. Alevi toplumu için Cemlerde aralıksız andıkları Hallacı Mansur da Fazlı da Nesimi de birer simgedir; ne kim tarafından öldürüldüklerini, ne de kim olduklarını sorsanız yanıt alamazsınız, çünkü tanımaz. Bilebildiği ya da öğrendiği herbirinin bir "Ermiş, er-evliya'' oluşudur. Ve onları yezitler Dârağacına çekmiş, hançerlemiş ve yüzmüştür! Ne demiştik yukarıda? Hallac yönetimin diliyle inanç ve düşüncelerini anlatmamış; hissettiği, duyduğu, inandıklarını, yani felsefi anlayışını karşıt dille yazmıştır. Tanrı'yı gökyüzünden yere indirdiği yetmemiş, onu insanlaştırmayı kendi üzerinde eyleme koymuştur: Yeryüzü sensiz ne denli boş! Herkesin dikelmiş durduklarına bakılırsa seni göklerde arıyorlar! Onların sana doğru görünüşte baktıklarını yakından izleyerek görüyorsun Ama onlar kör olduklarından seni farkedemiyorlar ("Divan, Mukattaa I)" 1) Artık Tanrı'yla benim aramda ne bir mucize ve ne de aracı ya da elçi diye bir kimse yoktur 2) İşte Tanrısal alevlerin biçim değiştiren açımlanması reddedilemez inciler gibi içimi gıdıklayarak harlıyor 3) Kanıt mı istiyorsunuz? Kanıt onun kendisidir, ondandır, ona doğru ve ondadır 4) Gerçekliğin tanığı işte bu ortaya çıkışta biçim kazanır 6) Benim inancım, dinim herşeyim, kısacası varlığım Tanrısal birlik (Vahdet)tir "(Kaside VIII)" 1) Ben Tanrımı kalb gözüyle gördüm, ve ona dedim "Kimsin sen?'' Bana dedi "Ben senim'' 2) Ve sürdürdü "Senin için, sen söz konusu olduğun zaman burada artık yer yoktur'' 4) Mademki sonsuza kadar her yeri sen kaplıyorsun, öyleyse sen neredesin? Sende... (Mukattaa 10) 1) İşte ben, işte ben buyum! Ey benim gizim ve esrarım! İşte ben, benim hedefim ve duygularım! 2) Sana sesleniyorum. Hayır, hayır beni sende çağıran sensin; sana bende nasıl çağıracaktım "Sen'' diye, eğer sen bana "Ben'' diye mırıldanmamış olsaydın? 3) Ey varlığımın özünün özü! Ey benim arzularımın arzusu! Ey benim belagatım... Ey içinde ruhum asılı olan sen! "(Kaside I)" Hallac Hüseyin İbn-i Mansur'un neredeyse manicheisme'in kurucusu Mani'ninkine benzeyen ve hiç ödünsüz bir mücadele içinde geçen yaşamı; tutukluluk yılları, işkenceler ve acıklı sonu üzerinde çok sayıda yapıtlar yayınlanmış. Çok fazla yorumlar yapılmıştır davranış, düşünce ve inançları üzerinde. Biz de burada onun yaşamından kısa bir özetle birlikte bazı yorumlar geçmeyi deneyeceğiz. Böylece Alevi-Bektaşi Dâr meydanında adının neden sık geçtiğini, neden birincil simge olduğunu kavramak belki daha kolaylaşacak. Hiç kuşkusuz Hallac Henry Corbin'in dediği gibi, İslam mistisizmi, yani sofizmini temsil eden kişilerin en yetkinlerindendir. Uzun adıyla Abu Abdullah al Huseyin ibn Mansur al Hallac Zerdüşt dinine bağlı bir İranlının torunudur. Fars eyaleti (İran'ın güneydoğusu)nde Beyza (Beiza) kasabası yakınlarında, 857 yılında Tur'da doğmuştur. Beyza tamamıyla arablaşmış ve Basra'dan Horasan'a giden askeri yol üzerinde bir konaklama yeriydi. Yemen asıllı Hariciler bu kente yerleştirilmişlerdi. Hüseyin ibn Mansur'un babası büyük olasıyla hallaclık mesleğindendi. Tustar'dan Wasit'e (Dicle üzerinde bir Arab koloni kenti) uzanan tekstil bölgesinde çalışırdı. Wasit nüfusunun çoğunluğunu Hanbeli mezhebine mensup Sünniler oluşturuyordu. İsmaili ve Zeydiler kırsal bölgelerde Aramilerle komşu olarak yaşamaktaydılar. Hallacı Mansur 12 yaşlarında Kur'an'ı ezberleyip hafız olmuştu; Pers dilini unutmuş bulunuyordu. Hallac çok genç yaşta tanınmış mutasavvıf Sahl al Tustari'den eğitim gördü. Onun Basra'ya sürgünü sırasında da kendisine eşlik etmiştir. 876 yılında Bağdad'a giderek dönemin en tanınmış tasavvuf ustadı Amr ibn-i Othman al- Makki'nin öğrencisi oldu. Onun yanında onsekiz ay kaldı. Massignon'a göre; Hallac yirmi yaşlarındayken ilk tasavvuf öğretmeni Tustarlı Sahl'ı terkederek, Muhallabazdi'lerle bağları olan haricilerin bulunduğu Basra'ya geldi, Amr Makki'nin elinden sofilik hırkası giymek için. Bu sırada Medine'de "İnananlar kardeşliği'' adı altında, aile ve kabile yerine geçecek görünümde bir ilkel İslam topluluğu kurulmuştu. Bunlara göre sofu olmak, malın ortak kullanıldığı yoldaşlık- yolarkadaşlığı anlayışındaki yaşam birlikteliğini yeniden bulmaktır. Bu ortak yaşam Tanrı'ya ulaşmak için birlikte tapınmayı da gündeme getirmiştir. Muhammed'i ve hatta diğer peygamberleri taklidetme yoluyla uygulanıyordu. Kısacası İslam peygamberinin zamanındaki ilk İslam topluluğunun mutlu yaşam birlikteliğinin yeniden canlandırılmasıydı amaçları. Bu, ilk düzen değişikliği (yeni bir inanç anlayışı olan bir dinin topluma kabul ettirilmesi) mücadelesi döneminin toplumsal anlayışı; ortak yaşam ve üretilenlerin ve malların ortak tüketimi, eşit üleşim karakterli ilkel sosyalizmini getirmektir. Louis Massignon'un bu anlamları içeren saptaması çok önemlidir. Çünkü Alevi toplumsal anlayışının yansıdığı toplumsallaşmış tapınç biçimlenmeleri (musahiblik, Dâr, başokutma-görgü sorgu vb.)nin özünde bu özlem açıkça sezilebilir. Muhammed'in Medine'deki son yönetim yılları; Müslümanları birbirleriyle "Kardeş'' yapıp, sınıfsız ve baskısız, ganimetlerin üleştirildiği bir inanç topluluğu oluşturmayı deneme dönemidir. Tanrı'yla yüzyüze gelip konuşma olan Miraç olayından sonra Ali çevresindeki Kırklar meclisine Muhammed'in de girip tam birlikteliğin oluştuğu; "Bir üzüm tanesinin'' bile bölüşüldüğü mutlu ve kutlu dönemdir. Ancak Muhammed'in peygamber kişiliğinin başardığı bu birliktelik ve insancıl düzen ölümüyle çözülmüş, bu düzeni isteyenlerin aleyhine gelişen, kanlı iktidar kavgaları sürüp gitmiştir baskı ve zulmüyle birlikte. Hallac'ın sözünü ettiğimiz amaç ve inanç duyguları içinde yirmi yaşlarında bir gençken sofi giysisine büründüğü sırada, Amr Makki'nin müridlerinden Abu Yakub Akta'nın kızı Umm al Hüseyin ile evlendi. Yaşamının sonuna değin bağlı kaldığı bu kadından dört çocuğu oldu. Amr Makki'nin kıskançlığını çeken bu evlilikle Hallacı Mansur, Karnabai olan Müjashi kabilesinin oturduğu Tamim mahallesine yerleşti. Karısını ve çocuklarını, geçimleri için sık sık emanet ettiği kayını bir Karnabai idi. Bu insanlar mevali (Arab olmayan yabancı, müşteri, köle...) idiler ve siyaset olarak Zaydi zencilerin başkaldırısına destek veriyor hem de Mukhammisa ihtilalcı şiilerinin etkisindeydiler. Hallacın bu kabileye girişinin, onun devrimci direniş eylemlerinden tanınmışlığıyla (Diri'deki ilk tutuklanması bu nedenlere dayanır) ilişkili olduğu ve şii isyancılardan yana olduğunu gösteriyor. Hallac 877 yılında Cuneyd'i tanıdı. Onun yanında mistik yaşamın tüm alıştırmalarından geçti. Cuneyd ona kendi eliyle sofi hırkasını giydirmiştir. Yirmi yıla yakın Bağdad'da sofizm eğitimi gören Hallac 896 ya doğru ilk haccından döndüğünde, Cuneyd ve bağdadlı sofilerin çoğuyla ilişkisini kesti. Sonra Tostar'a çekildi ve dört yıl kaldı orada. Bu yıllar içinde gelenekçi sofiler ve Sünni fıkıhçı ve din bilginleriyle arasının tamamıyla bozulduğu ve artık ortak noktalara kalmadığı anlaşılmaktadır. Hallac sırtından sofilik simgesi hırkayı atıp, halkın arasına karışmış ve görüş ve inançlarını açık hava vaizleriyle anlatmaya başlamıştır. Bu sıralarda ünlü pytagorasçı iranlı filozof ve hekim Muhammed ibn-i Zekariya Razi (864 de Ray kentinde doğmuş ve 935 de öldüğü kabul edilen bu filozofun ortaçağda hekimliğe ilişkin yapıtları latinceye çevrilmiş; Tıp ve alchimi, yani eskilerin ilm-i simya dedikleri konular hakkındaki yapıtları bu yolla günümüze gelmiştir. Felsefi yapıtlarına gelince; onları Paul Kraus'un uzun ve zahmetli çalısması sayesinde yeniden oluşturduğu İsmaili kitapları sayesinde tanıyoruz.) ve Henry Corbin'e göre sosyal reformcu Abu Said Cenabi ile çok iyi ilişkiler kurduğu söylenmektedir. Ayrıca prens Hasan Ali al Tawdi gibi bazı yönetici dosları da vardır. Hallac Abbasi hükümetinin Khuzistan ve Horasan (kuzeydoğu İran) ile yapmış olduğu anlaşmaları hiçe sayarak oralara uzanıp, insanları içsel yaşama sevkeden, teşvik eden vaizlerini sürdürdü. Beşinci yıl Horasan'a yerleşip halkla din ve felsefe sorunlarını tartışması sırasında, oğlunun anlattığına göre, Hallac el esrar unvanını almıştır. Kalbin derinliklerindeki gizleri pamuk gibi atan Hallac demektir; o insan kalbinde ve ruhundaki gizli şeyleri ortaya çıkarmasını çok iyi biliyordu. Bilinçaltı derinliklerine bir evrensel mistik yöntem olan 'İçgözlem'i uyguluyordu. Araştırıyor ve herkese ruhunun derinliklerinde Tanrı'yı buldurmak istiyordu: Tanrı bir kalbi kabul ederse, onu kendisine ait olmayandan boşaltır O bir hizmetçiyi sevdiği zaman, başkalarını ona eziyet yapmaya özendirir koşup kollarına atılması için." (Akhbar al Hallac)" Hallac tam beş yıl boyunca Doğu İran bölgesindeki Arab koloni kentlerinde vaizler verdi. Ve sınır boylarındaki cihad gönüllülerinin koruduğu kalelerde barındı. Sonra Akhwaza geri geldi. Devletin, daha doğrusu başvezir Hamd Kunnai'nin koruması altındaki Tustar'da Bağdad için kaftanlık kumaş (ka'ba) dokuyan devlet dokuma tezgahı Dâr al- tiraz'ı taşımakta olan bir grup Akhwazlı ileri gelenlerle birlikte yerleşti buraya. Artık yalnız değildir Bağdad halifelik sarayının gereksinim duyduğu insanlar çevresini sarmıştır. İkinci haccını kendisini izleyen 400 yandaşıyla, müridiyle birlikte gerçekleştirdi. Ancak eski sofi arkadaşları onu şimdi şarlatanlıkla, büyücülük ve cinlerle arkadaşlık yapmakla suçlamaya başlamışlardı. Hallac ikinci yolculuğuna; çok daha uzaklara Muhammed dininin yayılmış olduğu ülkelerin ötesine, Hindistan dinsizleri, Türkistan budist ve Mani dinindekilerinin arasına gitmek üzere başladı. Deniz yoluyla seyahat ediyordu. İndus'dan yukarılara Mutan'dan Kaşmir'e çıktı. Hallac Hindistan'a giden bir gemiye binmişti. Düşmanları bu yolculuğunu orada sihir, büyü öğrenmek ve özellikle havaya fırlatılan bir sicime tırmanma numarasını öğrenmek için yaptığını söylemekten çekinmemişlerdir. O ise ailesine puta tapanları Tanrı'ya inanmaya çağırmak üzere yolculuğa çıktığını söylemiştir. Gujerat'tan Sind'e gitmiş. Oradan da bilindiği kadarıyla, 826 dan beri İslam imparatorluğunun bir bölümü durumuna gelmiş bulunan İndus vadisini dolaşmıştır. Orada ektiği tohumlar, daha sonraki çağlarda bu eyaletin tasavvuf şiirinde, bereketli topraklar bulmuştur. Hallac Sind'den Hindistan'ın kuzey sınırlarına, oradan Horasan ve Türkistan'a uzanmış ve sonunda Turfan (Ma-Sin)a varmıştır. Bu yolculukları Tustar tezgahlarında dokunmuş sırmalı kadife ve ipekli kumaşları buralara kadar taşıyıp, Bağdad'a Çin kağıdı (ça-çeçu) getiren Akhwaz kervanlarıyla yapmıştır. Hallacı Mansur'un sözlerini konuşmalarını müridleri, Manicheizm elyazısı üslubunda bu değerli kağıtlara yazmışlar ve kopyalarını çoğaltmışlardır. Schimmel'e göre bu dış ilişki ve özellikleri, Bağdad hükümeti gözünde kuşku uyandırmıştır. Büyük kuşkulanmalara yol açan diğer bir durum daha vardı: Yalnız Bahreyn'i değil, aynı zamanda Hallac'ın uğramış olduğu Kuzey Sind ve Mutan'ı yöneten Karmatilerle ilişkisi olduğu iddia eğiliyordu. Kendisini tuhaf adlarla çağıran Uzak Doğu ülkelerinden mektuplar aldığı da doğrudur. Hallac ile ilgili menkıbelerin derlenmesi olan Akhbar al Hallac, onun bu yolculuk dönemleri ve sonrası Bağdad'daki yaşamı hakkında çok canlı tablolar çizer. Hindistan, Türkistan ve Çin hudutlarında herkesten sevgi ve saygı kazanmasına bilmiş olan Hallac'a "Şefaatçı, şefaat eden'' adını takmışlar. Ve onun aydınlatıcı ve iç dünyalarını etkileyen konuşmaları sayesinde pek çok insan İslam dinine girmiştir. 908 yılında Hallac üçüncü kez Mekke'ye gitmiş ve iki yıl orada kalmıştır. Sonra Bağdad'a dönerek buraya yerleşip, açık hava vaizlerini sürdürmüştür. Konuşmalarında ağır ruhsal ve metafizik temalar seçer bunları kendi öğretisine göre yorumlayarak sergilerdi. Yalnız sufiler için değil tüm yaratıklar için Tanrı'yla birleşmeyi anlatır ve bu birliğin ancak büyük sevgiyle- aşkla gerçekleşebileceğini vurgulardı. Bir insanı Tanrı'nın ulu katına taşıyacak olan değişim, büyük ve Tanrısal bir eylem gerektirir. Bu yüce düşünceler elbetteki Hallac'ın çevresinde değişik muhalifler oluşturmakta geciktirmedi. Birincil olarak şeriatçı din adamları ve fıkıhçıların muhalefeti, ikincisisi politikacıların ve üçüncüsü bazı mutasavvıfların düşmanlığı. Şeriatçı din bilginleri 'Vahdet' tasavvuf öğretinisine, Tanrı'yla insanı birleştirdiğinden, bir çeşit pantheizm sonucuna vararak Hallac'ın durumuna yaklaşıyorlardı. İnce tasavvuf sevgisi sorunlarından başka siyasal ve sosyal konular söz konusuydu ve en önemlisi de bu olsa gerektir. Hallac daha iyi yönetim ve daha adil vergilendirme taraftarı olan Abbası sarayı maliyesiyle görevli vezir Nasr al Kasuri'nin dostuydu. Halifenin gücünün hemen hemen tükendiği, güçlü dahi olsa sık sık değişen vezirlerin bulunduğu bir dönemde tehlikeli düşüncelerdi bunlar. Vezir İbn al Furat'ı destekleyen Şii toplulukları da, vezir Ali bin İsa'nın çevresindeki Sünni toplulukları da Hallacı Mansur'u tehlikeli buluyorlardı. Manevi yönde canlanmanın, yani serbest düşüncenin halk üzerindeki etkisinin toplumsal örgüt ve hatta siyasal yapı bağlamında yankıları olabileceği, açıkçası siyasal yapıyı sarsıp değiştirebileceği korkusu sarmıştı hepsini de. Diğer muhalefet önderlerinin Müslüman topluma yeniden hayat verme gücü ve niteliği olmaksızın tam bir atalet ve uyku içinde oldukları toplumda, Müslümanların kalblerini ihtida (doğru yola sokma) ettirmek ve onları körü körüne boyun eğmekle yetinmeyip, kişisel güçlenmenin ve kutsallaşmanın gizemlerini öğretmek düşüncesi çok tehlikeli görülüyordü, diye yorumlamaktadır Anne-Marie Schimmel. Diğer mutasavvıflara gelince; onlar Hallac'ın durumuna ilişkin önlemler üzerinde duruyorlardı. Onun Tanrısal sırları halka ifşa etmek tedbirsizliği işlediğini düşünüyorlardı. Onlara göre sıradan insanlar bu gizleri ne alıp benimsemeye ve ne de anlamaya hazır değillerdir. Şiilerin, genelde batınilerin de yargısı böyleydi; Hallac "İlm-i simya disiplini (Gizli çalışıp keşfetme giz olarak saklama düzeni)''ni açıkça kırma hatasını işlemiştir. Sonuç olarak fıkıhçı ve politikacılar Hallacı Mansur'a karşı bir Fetva elde etmekte hepsiyle işbirliği yaptılar. Bağdad'ın en büyük kadısı Muhammed ibn Davut Isfahani'den Hallac'ın öğretisinin yanlış olduğu ve İslam dogmalarını tehlikeye düşürdüğü ve bu nedenle ölümle cezalandırılmasının şerren gerekli, yasal olduğunu ilan eden Fetvayı aldılar. Daha önce Abbasi güvenlik güçleri tarafından iki kez tutuklanan Hallac 915 de üçüncü kez ve bir daha çıkmamak üzere hapse atıldı. Vezir İbn İsa'nın huzurunda hakkında verilen Fetva ve hüküm okundu. Dindar ve liberal görüşlü olan vezir ölüm kararına karşı çıktı. Böylece uygulama ertelendi. Hallacı Mansur tam sekiz yıl yedi ay hapis yattı. Ancak bu kere Hallac ve yandaşlarının azgın düşmanı yeni vezir Hamid'in iktidara gelmesiyle olaylar gelişip hızlandı. Onun istekleri doğrultusunda kadı Abu Omar ibn-i Yusuf'dan alınan yeni ölüm fetvası ilan edildi. Bu kez fetva yerine getirilerek Hallacı Mansur 27 Mart 922 de öldürüldü. Henry Corbin'nin özetlediği Hallac'a ilişkin bilgileri geçtikten sonra L. Massignon'dan bazı ayrıntılar verelim: "Fıkıhcı Sünni-Zahiri Muhammed ibn Davut bir ozandı. Bağdad'ın en büyük kadısı olarak ilk fetvayı o vermişti. Saf aşkı işlediği şiirlerinde, arzuyu sonsuzlaştırmak için tüm bedensel zevklerin doyurulmasının yasaklanmasını anlatıyordu. Bu nedenle Hallac'ın Allah'da tükenen büyük aşkın ortaya çıkardığı mistik Tanrısal birlik (Vahdet) iddiasına hoşgörüyle bakabilirdi. Oysa Bağdad büyük şer'i mahkeme başkanı olarak onu ölüme mahküm etti. Buna karşılık onun bu kararına şafii fıkıhçı ve bir çeşit tasavvufi esinlenmeyi destekleyen İbn Surayj karşı savunmada üstün gelerek Hallac'ı idamdan kurtarıp, hapise atılmasını sağladı.' "Hallacı Mansur'un suçlamalarında hep onun inanç ve öğretisi önplanda görülmektedir. Oysa bu manevi yönlenmenin yerel politika üzerindeki izdüşümü önemlidir. Hallacı Mansur'un Hy. İbn Hamdan, Nasr ve İbn İsa'ya adamak zorunluğu duyduğu vezirlerin görevleri ve politika üzerinde risaleleri vardı.'