Osmanlı’nın kuruluş evresinde Orhan Gazi Bursa’dan Alevi Şeyhi Geyikli Baba’ya küpler dolusu rakı ve şarap dahil sık sık hediyeler gönderirken, Fatih döneminden itibaren bu kitleler ve önderleri ile devlet arasındaki ilişikiler soğumaya başlamış, Yavuz dönemindeyse aradaki köprüler tamamen atılarak düşmanca bir sürece girilmiştir. Son yıllarda Alevilik ve Alevilerle ilgili hemen hemen her şey ortaya döküldü ve enine boyuna tartışıldı. Ancak Türkiye’de Alevilerin toplumsal ve hukuki konumları büyük ölçüde görmezden gelindi. Hatta yükselen Kürt hareketi nedeniyle Alevilerin toplumsal yapıda nerede durdukları üzerine pek konuşulmadı ve bu konu tabu kabul edilerek büyük ölçüde ihmal edildi. Oysa bir hareketi veya bir toplumsal tabakayı ele alırken mümkün olduğunca objektif olmaya çalışarak, bütün yönleriyle incelemek ve bazı şeylerin adı neyse koymak gerekiyor. Adı konul(a)mayan bu mesele, Türkiye’deki Alevilerin bir inanç topluluğu olarak, genel toplum içinde azınlık konumunda mı yoksa diğer vatandaşlar gibi birinci sınıf ve eşit kabul görüp görmediklerinin tespit edilmesidir. Bu soruya verilecek cevap elbette tek seçenekli ve kesin değil. O nedenle Alevilerin bugünkü konumlarının netleştirilebilmesi ve toplumda nerede durduklarının açıkça ortaya konulabilmesi için tarihe dönmek ve ta Selçuklular dönemindeki Babai Ayaklanması’ndan başlayarak, Osmanlı’da biraz duraklayıp, Cumhuriyet’in kuruluşunu dönüm noktası olarak alıp, bugüne kadar yaşanan konum değişiklikleri ve dalgalanmalar üzerinde durmak gerekiyor. Kuşkusuz tarihe dönük bir inceleme, Alevi-devlet ilişkilerini ve bunun tarihi süreçte aldığı değişik yüzleri, uzaklaşma-yakınlaşma evreleri üzerinde durmayı gerektirir. Çünkü bir topluluğun başka inanç ve milli topluluklarla ilişkileri, onların o anda çatısı altında yaşadıkları devletin uyguladığı politikalardan bağımsız olarak ele alınımaz. Alevi-Devlet ilişkisi inişli çıkışlı Alevi konar-göçer Türkmen kitlelerinin iktidar gücünü elinde tutan devletle olan ilişkileri Türkiye tarihinde genelde inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Gerek Selçuklular gerekse Osmanlıların kuruluş aşamasında ve doğal olarak bu sırada sıkça yapılan savaşlarda, Alevi-Türkmen topluluklarından dinamik ve savaşçı yapıları nedeniyle yararlanılmıştır. Ancak daha sonra merkeze oturan ve iktidarını korumaktan başka bir şey düşünmez hale gelen o zamanın egemenleri, vergi alma ve kontrollerinden çıkmalarını engellemek için gerekli gördüklerinden, bu konar-göçer kitleleri iskana, yani belli bir yerde sürekli oturmaya zorlayınca; Alevi Türkmen-devlet ilişkileri sık sık gerginleşmiş, dolayısıyla da çok kısa aralıklarla dozu kaçırılan şiddet nedeniyle ilişkiler zamanla kopmuştur. Yani başlarda devlet erkinde söz sahibi olan bu kitleler, sonraları merkezileşmenin ve sosyal konumları dolayısıyla iktidarla uyumsuzluklarının etkisiyle, bu çevreden dışlanmışlar ve adeta “istenmeyen” ilan edilerek kenara itilmişlerdir. Osmanlı’dan Aleviye küpler dolusu şarap Bu durum hem Selçuklular hem de Osmanlılar döneminde tekrarlanmış, Osmanlı’nın kuruluş evresinde Orhan Gazi Bursa’dan Alevi Şeyhi Geyikli Baba’ya küpler dolusu rakı ve şarap dahil sık sık hediyeler gönderirken, Fatih döneminden itibaren bu kitleler ve önderleri ile devlet arasındaki ilişikiler soğumaya başlamış, Yavuz dönemindeyse aradaki köprüler tamamen atılarak düşmanca bir sürece girilmiştir. Böyle bir ayrışmayı, daha çok Alevi-Türkmen kitlelerin iktidara yabancı toplumsal konumlanışları ve konar-göçer nitelikleri nedeniyle, onların bir yerde ikamet etmeye istekli olmamaları yanında, adı geçen devletlerin kurucularının başlangıçta içinden geldikleri bu Alevi veya Sünni Türkmen kitlelere iktidar sürecinde yabancılaşmaları, sonraları onları hakir görmeleri ve yönetim kademesinde bulunanları da aşama aşama tasfiye etmeleri tetiklemiştir. Hemen belirtelim ki, Osmanlı’nın yükselme ve gerileme dönemlerinde sadece Alevi Türkmenler değil Sünni Türkmenler de büyük ölçüde zulüm görmüş ve saray çevresinden dışlanmışlardır. Bu nedenle Türkmenler hep küçümsenmiş, “Etrak bi İdrâk” yani akılsız, anlayıştan yoksun Türkler denilerek hakir görülmüşlerdir. Yine uzun yıllar süren Celali İsyanları sırasında, ayaklanmalara katılanlar sadece Aleviler olmamış; o dönemdeki ekonomik durum ve gidişattan memnun olmayan Sünni konar-göçer ve köylü Türkmenler de sık sık baş kaldırmışlardır. Bunun sonucu da gaddarlığıyla ünlü Kuyucu Murat Paşa’nın emriyle aynı konumda olan başta Aleviler olmak üzere Sünni Türkmenlerin cesetleriyle kuyular doldurulmuştur. Alevilik egemenlere malzeme sunmaz Bunun yanında Alevilik zaten tarihinde genelde muhalefette kaldığı için Sünnilik gibi fıkıh (İslam hukuku) ve devlet yönetimi gibi alanlarda bütünlüklü bir birikime sahip olmadığı gibi, muhalif kimliği ve belli bir üretim biçiminin üstyapısı da olduğundan başka bir üretim biçimi ve iktidar ideolojisini temsil eden bu devletleri yönetmeye de uygun malzeme sunmuyordu. Nitekim bu yapısı nedeniyle Alevilik, İran’da Safavi Devleti’ni kuranların bizzat inancı olduğu halde, daha şah İsmail hayattayken iktidardan dışlanmış ve Ortodoks İslam’ın bir başka versiyonu olan şiilik devletin resmi mezhebi ve referans kaynağı ilan edilmiştir. Bununla da kalınmamış bu devletin kurucu asli unsurları olan Türkmen aşiretleri ve onların iktidardaki temsilcileri aşama aşama tasfiye edilmiştir. Zira heteredoks Türkmen kitleler ve bunların öncüleri, Osmanlı’nın kuruluş aşamasında olduğu gibi, Aleviliğin yumuşak ve kesin kurallı olmayan yapısının etkisiyle fethedilen ülkelerdeki Hristiyanların müslümanlaşmasını kolaylaştırıyor ve devletin batıya yayılmasına hizmet ediyordu. Bu avantaj başlangıçta Alevileri devlet aygıtı veya iktidarda söz sahibi yaptığından Alevi önderlerine sınır boylarında araziler verilmiş, tekke ve zaviyeler kurma hakkı tanınmıştı. Ama sonra bu dönemin kapanmasıyla sözkonusu devletler kurumsallaşmasını tamamlayıp, gerçek anlamda devlet hüviyetine büründükçe, karşılarına çıkması muhtemel iktidar odaklarına taban desteği sunabilecek bu türden başı bozuk kitlelere sistem açısından ihtiyaç kalmamıştır. Tabii buna karşı önlem olarak, Türkmenlerin gördüğü işlevi devam ettirebilecek türden, örneğin içinden geldikleri toplumla ilişkileri koparılmış gayri müslim çocuklarından oluşturulan devşirme Yeniçeri Ocağı gibi başka güçler oluşturulduktan sonra, bu seyir tersine dönmüş ve Alevi-Türkmen toplulukları merkezden kenara itildikleri yetmezmiş gibi Yavuz dönemi ve sonrasında olduğu gibi kitlesel denilebilecek katliamlara tâbi tutulmuşlardır. Kısaca özetlersek, Aleviler devletler kurarlar ama onların bu devletleri yönetmesine izin verilmez. Aleviler Osmanlı’nın statüszeleri Osmanlı döneminde Alevilerin hukuki statüleri sözkonusu olunca da, Aleviler Osmanlı’nın her döneminde olmamakla birlikte, Yavuz sonrası kelimenin tam anlamıyla rahat yüzü görmemişler; ne tam olarak tebaadan kabul edilmişler ne de gayri müslimler gibi millet sistemine dahil edilerek, bugünkü anlamıyla “azınlık” statüsüne alınmışlardır. Özellikle şah İsmail’le yapılan Çaldıran Savaşı’nın Osmanlılarca kazanılmasından sonra Aleviler, bu savaşın öncesi ve sonrasındaki en az 100 yıllık dönemde statü yönünden tam bir belirsizlik içine sokulmuş, bu süreç içinde her türlü zulüm ve baskıya maruz kalmışlardır. Yani “kafir” ve “dinsiz” olarak nitelendirilmişler; görüldükleri yerde katledilmeleri için “Kızılbaşların canları, malları ve karıları helaldır” şeklinde şeyhülislam elinden çıkan fetvalar yayınlanmıştır. Artık bu dönemden itibaren Alevilere Anadolu’nun ücra köşelerine çekilerek devlet kontrolünden hatta katliamlarından uzaklaşmak dışında bir seçenek bırakılmadığından, dağlık ve ormanlık alanlara çekilmişler ve izlerini kaybettirmeye çalışmışlardır. Aleviler tabiiki Safavilerle ilişkilerini de bu saklanma sürecinde kaybetmişler ve daha da kapalı bir topluluk halini alarak, öğretilerini sözlü olarak nesilden nesile aktararak, bugüne kadar inançlarının yaşamasını dedeleri ve rehberleri aracılığıyla sağlamışlardır. Çünkü devletin elini uzanabildiği her yer Aleviler için tehlike demekti. O nedenle katliamlardan kurtulabilenler can havliyle dağ başlarına sığındı. İşte bu kitleler hemen hemen Cumhuriyet kuruluncaya kadar yerleştikleri dağlık ve ormanlık alanlarda yaşam mücadelesi vererek kalmayı başarardı ve Alevi inancını da günümüze taşıdılar. Böyle bir yol seçilmese Aleviliğin yaşaması neredeyse imkansızdı denilebilir. Tabii bu arada, Alevilerin görüldüğü yerde öldürülmesini emreden fetvaların verdiği şevkle uygulanan tarifsiz zulüm ve katliamlar sonucunda Alevilerden bazıları da zorla veya can korkusundan gönüllü olarak Sünniliği seçerek yerlerinde kalabildi. Günümüzde bu nedenle olsa gerek ormanlık ve dağlık bölgelerde bulunan ve Sünni olan köyler genellikle Alevi-Türkmen kökenlidir. Bektaşiler de zulümden nasibini aldı Şehir Alevileri de denilen Bektaşiler ise 600 yıllık Osmanlı tarihinde çoğunlukla devletle yumuşak denebilecek bir ilişki içinde oldularsa da, onlar için de 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın on binlerce Yeniçeri katledilerek kaldırılmasından sonra kara günler başladı. Bektaşilik, Yeniçeriler’in tarikatı olduğundan, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ile Bektaşi tekkeleri de ülke genelinde yasaklanıp kapatılırken, çok sayıda Bektaşi öldürüldü ve sadece Hacı Bektaş Dergahı açık bırakıldı. Ancak buranın başına da bir Nakşibendi şeyhi tayin edildi. Hacıbektaş’taki 1836 tarihinde yapılan camii işte bu Nakşi şeyhlerinin eseridir. Burası şimdilerde malum Alevileri sünnileştirmek isteyenlerce, “Sizin yol önderizin de namaz kıldığının delili işte Hacıbektaş’taki bu camidir” diye kafa karıştırmak amacıyla kullanılıyor. Bektaşiler bu tarihten sonra Cumhuriyet kuruluncaya kadar saraya hep muhalif olmuşlar; daima başta Masonlar, Jön Türkler ve İttihad-ı Terakki olmak üzere diğer muhaliflerle ittifaklar içine girmişlerdir. Bilindiği gibi yine Kurtuluş Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin İstanbul Hükûmeti yerine Mustafa Kemal’in kurduğu Ankara Hükûmeti’ni ve TBMM’yi desteklemişlerdir. Savaş kazanılıp Cumhuriyet ilan edilince de bu destek, 1928’de Bektaşi tekkelerinin yeniden kapatılmasına ve Hacı Bektaş Dergahı’nın müze haline getirilmesine rağmen sürdürülmüştür. Zira Bektaşiler, biraz naifçe Cumhuriyet’in yaratmayı tasarladığı toplum hedefiyle kendilerinin yüzyıllardır hayalini kurdukları ideal toplum mücadelesinde yolların birleştiğini düşünmüşler, Bektaşi tekke ile dergahlarına işlevlerini Cumhuriyet’e devrettiği için gerek kalmadığı inancına kapılarak, yapılanlara seslerini pek çıkarmamışlardır. Belki de bugün Alevi ve Bektaşiler bu yanılgının veya gerçekçi olmayan beklentinin acılarını çekiyorlar. Çünkü o gün müze yapılan Hacı Bektaş Dergahı halen müzedir ve Alevi-Bektaşiler kendi inanç önderlerinin ebedi makamını para ödeyerek, sadece mesai saatleri içinde ziyaret edebilmektedirler. Cumhuriyet’de makus talihi yenemedi Alevilerin Osmanlı dönemindeki konumlarının belirsizliği Cumhuriyet’in kurulması sonrasında da, Atatürk’e ve Cumhuriyet’e büyük umutlar bağlanmasına rağmen değişmedi. Aleviler kapalı bir toplum olmaları nedeniyle fazla olmamakla birlikte bu dönemde de tanınıyordu. Atatürk de Alevilik ve Bektaşiliği kesinlikle çok iyi biliyordu ve Alevilerin önemini kavramıştı. Malum Selanik gibi Bektaşilerin çok etkili olduğu bir şehirde doğmuştu. Bundan dolayı olsa gerek Kurtuluş Savaşı öncesi Hacı Bektaş Dergahı’nı ziyaret etmiş, destek istemiş ve bunu da fazlasıyla almıştı. Buna rağmen daha sonra Aleviliğe ve Alevilere belli bir hukuksal çerçeve sunulmadığı gibi inançlarının resmi olarak tanınması da gerçekleşmedi. Nihayetinde Aleviler unutulmaya terkedilerek, belkide inançlarını ve yüzyıllardır sürdürdükleri geleneklerini zamanla terkedecekleri umuldu... Kabul Aleviler Cumhuriyet’le Osmanlı’daki karanlık dönemlerin bittiğini ve kendilerinin Sünni vatandaşlarla eşit statüde yaşayacakları yeni bir sayfanın açıldığını düşünmükte haklı idiler. Nitekim de 1923’ten 1950’lere kadar Türkiye’de, Dersim ve Koçgiri isyanlarında yaşananlar hariç, ki her iki ayaklanma da geniş ölçüde yerel; kısmen de etnik karakterli ve Alevi kimliği ön planda olmayan bir yapı sergiler, Alevilerin bekletilerinin tersine olumsuz bir gelişme yaşanmadı. Dolayısıyla bu dönemde Aleviler kısmen rahat ettiler ve kendilerini Cumhuriyet’in eşit yurttaşları olarak algılama fırsatını yakaladılar. Ancak bu Alevi kimliği ve geleneğinin yaşatılması, geliştirilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılması için garantiler verildiği anlamına gelmiyor. Zaten bugün anlaşılamayan da bu... 1923-1950 arası Alevinin yalancı baharı Çünkü bu dönemdeki Aleviler lehine oluşan olumlu ortam, Alevilere verilen güvencelerden çok radikal laiklik önlemleriyle Sünni İslamî kimliğin bastırılması, şeriat devletinin tüm kurum ve uygulamalarıyla ortadan kaldırılması, dinin kamu alanından uzaklaştırılması ve dolayısıyla İslamî taleplerin yer altına inmeye zorlanmasından kaynaklanıyordu. Yani Sünniye ses çıkarmasına izin verilmediği için Alevi kendini rahata erdim zannediyordu. Bu açıkça Aleviler için bir çeşit “yalancı bahar”dan ibaretti. Çünkü devletin elini uzanabildiği her yer Aleviler için tehlike demekti. O nedenle katliamlardan kurtulabilenler can havliyle dağ başlarına sığındı. İşte bu kitleler hemen hemen Cumhuriyet kuruluncaya kadar yerleştikleri dağlık ve ormanlık alanlarda yaşam mücadelesi vererek kalmayı başarardı ve Alevi inancını da günümüze taşıdılar. Nitekim Sünni İslamî kimliğe getirilen yasakların çok partili yaşama geçişle birlikte tavsamasıyla, bu kimliğe duyarlı çoğunluk kitle ve onun önderleri hemen hiçbir şey olmamış gibi ortaya çıkmış ve her geçen gün artan bir hızla ve yüksek sesle taleplerini dillendirmeye başlamıştır. Sünni İslamî bir kimliğe sahip politikacılar da, bugün gelinen noktada net bir şekilde görebildiğimiz gibi, bu türden taleplerin sahibi tabanlarını ziyadesiyle memnun etmişler; aynı kitle de kendilerini bugünlere getirenlere teşekkür borcunu, onları tek başına iktidara getirerek ödeme yoluna gitmiştir. Alevi değneksiz köre döndü Sonuçta Aleviler için bir şey değişmemiş ve yine başa dönülmüştür. Çünkü kabul etmeliyiz ki, Cumhuriyet Aleviye kendini koruyacak ve çoğunluk Sünni toplumla kendini eşit hissedeceği bir donanım ve güvenceleri ver(e)memiştir. Hatta tekke ve zaviyeleri kapatarak, Alevi-Bektaşilerin elinde olan geleneksel kanalları da tıkama yoluna gidip değneksiz kör durumuna sokmuşken, Sünnilere böylesine ağır bir yaptırım reva görülmemiştir. Gerçi tekke ve zaviyeler daha çok Sünni tarikatlara ait olanlar düşünülerek kapatılmıştır ama Alevi-Bektaşilerin Cumhuriyet’e olan aşırı güveni nedeniyle bundan Sünnilerden çok Alevi-Bektaşi kanat zarar görmüştür. Aleviler bu tarihten sonra yine Osmanlı döneminde olduğu gibi cemlerini gizli yapmaya başlamışlardır. Buna karşılık Sünni tarikatlar ise Cumhuriyet’e ve onun önderine zaten inanıp güvenmediğinden sadece yer altına inmiş ve yıldırım hızıyla yürütülen devrim dalgasının yatışmasını beklemek üzere pusuya yatmıştır. Sünnilik her türlü donanımını kurudu Diğer yandan yine Sünni İslam’ın en önemli kurumu olan camilere de dokunulmadığı ve açık kalmalarına izin verildiği gibi, buralardaki devamlılığın sağlanabilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) kurulmuş, din adamı yetiştirilmesi için belli sayıda okulun açık kalmasına ve üniversite bünyesinde de bir İlahiyat Fakültesi tesisine imkan verilmiştir. Görüldüğü gibi Cumhuriyet bugünün İslamcıları beğenmeseler de Sünni İslam’ın yaşaması için temel kurum ve kuruluşlara dokunmamış; sadece özünü ve gelişme kapasitesini engellemeyecek bazı sınırlamalar ve küçük müdahalelerle yetinmiştir. Bunun en bariz kanıtı da, başta atılan temelin sağlamlığı nedeniyle bugün Türkiye’de 75 bini aşkın cami vardır. Bu sayıda cami yarı şeriat düzeniyle yönetilen ve üzerinde otuzu aşkın devlet kurulan Osmanlı topraklarında bile yoktu. Aynı şekilde bugün yine şeriatla yönetilen ve Türkiye’nin iki katı toprak büyüklüğüne sahip İran’da da bizdeki kadar camii ve Kuran kursu bulunmadığı biliniyor. Ayrıca temel donanımının sağlamlığı ve geleneğin devamını sağlayacak kurumlarının varlığı nedeniyle Diyanet İşleri Başkanlığı, adeta bir ordu büyüklüğü ve gücüne ulaşmış; bazılarında okul bile olmayan hemen her köy, mezra ve mahallede birer temsilci (imam) bulundurur bir düzeye erişmiştir. Aleviliğe ve Aleviye hakarete son! Buna karşılık bugün Alevilik ve Bektaşiliğin durumu malum pek iç açıcı değil. Zira ne Alevilik bir inanç olarak resmi düzeyde tanınıyor ne de cemevleri ibadethane statüsüne sokuluyor. Hatta bu kutsal mekanlar “cümbüş yeri” diye hakarete uğruyor ve bir türlü camii ile eşit tutulmak istenmiyor. Her türden resmi platformda Alevilik yok sayılıyor. Alevilerin toplum içindeki ve devlet karşısındaki statülerine ise değinmeye pek gerek yok. Çünkü bu konuda çok sayıda olumsuzluğu bir çırpıda saymak mümkün. Alevilerin Türkiye’de her istedikleri devlet makamına, memurluğa ve üst düzey bürokratik görevlere yetenekleri elverse bile gelemedikleri de herkesin malumu. Laf başı geldiğinde politikacıların ve devlet yöneticilerinin gözünde Aleviler sözde eşit yurttaşlar ve bu ülkenin has evlatları. Ama iş ciddiye bindiğinde ve bu kitlenin inançlarının gerektirdiği yasal bir çerçevenin oluşturulması sözkonusu olduğunda, bu sözler hemen yutuluyor ve Alevi üvey evlat statüsüne geri gönderiliyor. Sözler havada kalıyor. Aleviler azınlık mı, olmak istiyor Sözün kısası Aleviler bugün Türkiye’de devlet, hükûmet, bürokrasi ve Sünni toplumun kendilerine layık gördüğü muameleden memnun değiller. Bunu aklı selim sahibi hiç kimse inkar edemez. Peki o zaman ne istiyor bu Aleviler? Bazı talepleriyle çok fazla mı olmaya başladılar? Diğer bir ifadeyle Aleviler Rum, Ermeni ve Yahudiler gibi azınlıklar kapsamına mı alınmak istiyorlar? Veya bir zamanlar Diyanet’in Alevilerden sorumlu komiseri (!) Dr. Abdulkadir Sezgin’in öne sürdüğü şekilde “Alevistan” kurma gibi ayrılıkçı hedeflerin peşinde mi koşuyorlar? Doğal olarak Alevilerin yukardaki türden uçuk ve realiteden uzak talepleri yok ama bu, onların halihazırdaki durumlarından memnun oldukları anlamını da taşımıyor. Aleviler kendilerine hukuki olarak azınlık hakları verilmesinden yana değillerse de resmi olmasa bile her türden dışlayıcı gayri resmi veya fiili azınlık muamelesinden kurtulmayı ve gerçek anlamıyla eşit yurttaşlar olmayı bekliyorlar. Aleviler kendilerine hukuki olarak azınlık hakları verilmesinden yana değillerse de resmi olmasa bile her türden dışlayıcı gayri resmi veya fiili azınlık muamelesinden kurtulmayı ve gerçek anlamıyla eşit yurttaşlar olmayı bekliyorlar. Zira hep iddia edilir ama gerçek payı da büyüktür; Türkiye’de Cumhuriyet tarihinde rahat etmenin, adam yerine konulmanın ve devletin tüm nimetlerinden yararlanmanın yegane formulü Müslüman Türk milletinden ve Sünniliğin Hanefi mezhebinden olmaktı. Bir vatandaşta bunlardan birinin ve bir kaçının eksik olması, otomatikman çeşitli belalara, takibatlara ve devlet nimetlerinin bazılarından mahrum edilmeye açık davetiye çıkarmak demekti. Çoğunluk olarak Türk kökenli oldukları ve genelde Müslüman kategorisinde değerlendirildikleri halde Sünni-Hanefi olmadıkları için Alevilerin başlarına gelenlere tarih şahittir. Bu durum çıkarılan Avrupa Birliği’ne uyum yasaları nedeniyle gün geçtikçe azalıyor ama devlet bürokrasisinde kemikleşen yukardaki zihniyetin yok olması daha uzun yıllar alacağa benziyor. Talepler laikliğe aykırı değil Bu iç karartıcı tespitlerden sonra yöneltilecek “Öyleyse Alevileri memnun etmek için neler yapılmalı?” sorusuna şu cevaplar verilebilir: - Alevilere devlet ve hükûmet nezdinde yapılan her türlü ayrımcı muameleye son verilmelidir. - Aleviler azınlık gibi değil bu ülkenin eşit ve özgür yurttaşları olarak görülmelidir. - Devlete memur alımı ve memuriyette yükselmelerde Sünni olanları kayırmalara son verecek liyakata dayalı bir atama sistemi oluşturulmalı. - Laiklik ilkesi tanımı gereğince uygulanmalı ve Alevilik dahil başka din, mezhep ve inançları dışlayan, Sünni-Hanefi mezhebine tanınan tüm ayrıcalıklar kaldırılmalıdır. Buna Diyanet’in devlet kurumu olmaktan çıkarılması da dahildir. - Diyanet kaldırılınca veya ilgili cemaate devredilince, bütün toplumun dini ihtiyaçlarının yürütülebilmesi için devlet bir fon oluşturmalı. Arkasından yapılacak din ve mezhep sorularının da yer alacağı bir nüfus sayımından sonra her inanç grubunun oluşturacağı resmiyet dışı bağımsız kurumlara temsil ettikleri nüfus oranında mali destek verilmelidir. Sözkonusu kurumlar aldıkları bu maddi destekle hem ibadethanelerin giderlerini karşılayacaklar hem de din görevlilerinin maaşlarını ödeyeceklerdir. Doğal olarak bu uygulamaya gayri müslimler de katılmalıdır. Zira bugüne kadar laik Türkiye’de (!) Hıristiyan ve Yahudi cemaatlerine tek kuruş devlet desteği verilmedi. - Oluşturulacak din hizmetleri fonuna ayrılacak kaynak genel bütçeden değil her çalışandan isteğe bağlı olarak gelirinin brüt yüzde 1 veya 3 oranında alınacak Almanya’daki Kilise Vergisi’ne benzer vergiden sağlanmalıdır. - Alevilerin ibadethaneleri olan cemevleri resmen tanınmalı ve cami ile eşit statüye getirilmelidir. İhtiyaç duyulan yerlerde yapılacak cemevleri için devlet camiye nasıl arsa ayırıyorsa cemevine de ayırmalı ve gerekirse inşaatına parasal destek sunmalıdır. - Nüfusunun tamamı Alevi olan köylere eğer bir cami zorla yapıldıysa, buraya gidip ibadet eden hiç kimse yoksa, mimari açıdan mümkünse ve Sünni çevre köylerden büyük tepki çekmeyecekse köy halkının camiyi cemevine çevirmesine izin verilmelidir. - İmam-hatip okulları devlet okulu olmaktan çıkarılmalı ve işletmesi devlet denetimi baki kalmak ve sadece din görevlisi yetiştirecek bir yapıda faaliyet yürütmesi koşuluyla Sünni cemaate bırakılmalıdır. - Eğer Aleviler dedelerin soydan gelme şartı problemini aşar ve dede yetiştirecek orta dereceli okullar açmaya kalkarlarsa, devlet “pozitif ayrımcılık” ilkesi gereğince belli bir süre bu okulların yapımına ve faaliyetlerini sürdürmesine mali destek vermelidir. - İlahiyat fakültelerinin müradat programı da yeniden düzenlenmeli ve bu kurumlarda Türkiye’de mevcut tüm din ve mezheplerin teolojilerinin okutulacağı bir sistem getirilmelidir. - İlk ve orta dereceli okullarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi zorunlu olmaktan derhal çıkarılmalı. Seçmeli hale getirilip diğer dinler yanında İslam’ın bütün mezhepleri ve Aleviliğin de esaslarının öğretileceği kombine bir ders programı ile öğrencilerin başka inançları ve bu inançlardan olan sınıf arkadaşlarını tanıması ve önyargıların giderilmesi açısından aynı sınıfta, bu amaca uygun olarak içhizmet kurslarıyla yetiştirilmiş öğretmenlerce verilmelidir. - Özellikle tarih ders kitaplarında bulunan, Alevileri ve onların geçmişini ve saygı duydukları tarihsel kişilikleri, devletleri (Örneğin Safaviler ve şah İsmail, Pir Sultan Abdal) aşağılayıcı ifadeler çıkarılmalıdır. Yine tarih, edebiyat ve felsefe derslerinde Hacı Bektaş, Yunus Emre, Mevlana gibi Sünni toplumun da saygı duyduğu ortak şahsiyetlere yer verilmeli ve onların insan ve inanç ayrımı yapmayan felsefelerine daha fazla vurgu yapılmalıdır. - Devlet büyükleri Muharrem ayı gibi Alevilerin kutsal günlerinde de mesajlar yayınlamalı, TRT de aynı Ramazan’da olduğu gibi ayın anlam ve önemine uygun yayınlar yapmalıdır. - TRT’nin bir kanalı dini yayınlara ayrılmalı ve burada her inanç grubuna nüfus büyüklüklerine göre zaman verilerek mensuplarını aydınlatacak programlar yapmalarına imkan sağlanmalıdır. - Devlet büyükleri, örneğin Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi Aleviliğin tanımını yapmaya, ona kendi Sünni anlayışı dahilinde bir çerçeve çizme cüretinde ve dayatmada bulunmamalıdırlar. Bir Alevi Aleviliğe nasıl inanıyorsa ve Alevilik, Alevilerce yüzyıllarca nasıl algılanmış ve yaşanmışsa; buna saygı gösterilmeli ve devlet bu topluma yönelik atacağı adımlarda “Alevi kimlik algısını” göz önünde bulundurmalıdır. Kendi subjektif algı ve tespitini değil. - Her laik ülkede olduğu gibi Türkiye’de de din ve dince kutsal sayılan değerlere yapılan hakaret ve küfürü yasaklayarak, aykırı hareket edenleri cezalandıracak bir yasa maddesi var. Bu madde Sünni İslam’a karşı yapanlara uygulandığı gibi Alevilik ve Alevilere uluorta hakaret ve küfür edenlere de uygulanacak şekilde değiştirilmelidir. - Alevilerin kendilerini dışlanmış hissetmeyecekleri bir ortamın oluşması için devlet, görsel, işitsel ve yazılı medya organları aracılığıyla farklı inançlara rağmen tüm toplumda birlik, beraberlik ve kardeşlik havası yaratılmasına hizmet edecek bir kampanya açılmasını maddi ve manevi yönden teşvik etmelidir. - Devlet Alevi ve Sünnilerin karşılıklı önyargılarını giderici ve birbirlerini daha sağlıklı tanımalarına hizmet edecek yöntem ve uygulamalar geliştirilmesi için bilimsel araştırma birimleri oluşturmalıdır. Sonuç ve değerlendirme Umarım yukarıda Alevilerin devletten ve dolayısıyla Türkiye Sünni toplumundan beklentilerini genel hatlarıyla ortaya koyduk. Bu talepler görüldüğü gibi Türkiye’de demokrasi, eşitlik, özgürlük ve gerçek anlamda laiklik isteyen toplumun her kesiminden insanı yaralayacı bir nitelik taşımıyor. Burada her kesimi memnun edecek talepler dillendirildi ama doğal olarak devletten bugüne kadar ele geçirdiği imtiyazlara alışmış olan muhafazakar ve milliyetçi Sünni çevrelerin bunlara şiddetle karşı çıkacağı kesin. Ayrıca bu talepler dikkat edilirse, Türkiye’de sistemi kökten değiştirecek türden ve neredeyse bir manifesto niteliğinde... O nedenle bu taleplerinin mücadelesini yürüten hem Alevi örgüt ve kişiliklerine hem de devlet ve hükûmet erkanına, toplumsal huzurun bozulmaması ve çıkabilecek kargaşa ve provokasyonların önlenebilmesi açısından büyük görevler düşüyor. Atılacak adımlarda bu hususlar özellikle dikkate alınmalıdır. Yoksa kaş yapayım derken göz çıkarma gafletine düşülür. Diğer taraftan “Aleviler şu şu taleplerle ortaya çıkmış ve bunların yerine getirilmesini istiyorlar. Haydi toparlanın da elimizden geleni yapalım” diye kimse hazırolda beklemiyor. Aksine bu talepler Türkiye’de çoklarının rahatını kaçırtacak cinsten ve devlet içinde bazı kesimler de dahil karşı önlem bağlamında Alevileri bu istemlerinden vazgeçirtecek veya bölüp parçalayıp, işi özünden saptırarak bunların dillendirilmesine mecal bıraktırmayacak bir ortam yaratmak için yüzlerce komplo senaryosunun hazırlandığını tahmin etmek pek güç olmasa gerek. Bundan dolayı Alevilerin her ferdi uyanık ve olası tehlikelerin farkında olmalıdır. Alevi örgütleri de şu kritik dönemde önlerine döşenen mayınlara basmamaya azami gayret ve dikkat göstererek, Alevi kitlenin birlik ve mutabakat içinde yukardaki türden talepleri sıkılmış bir yumrukçasına sahiplenmesini birincil hedef kabul edip bu yolda daha aktif çalışmalıdırlar. Aksi takdirde Alevi kimliği ve Aleviler, Avrupa Birliği’ne ve Türkiye’deki bütün demokratikleşme çabalarına rağmen resmen “azınlık” olmadıkları halde, devlet ve Sünni toplum nezdinde fiilen “azınlık” konumunda yaşa alevi. com. dan alıntıdır